Cuma, Kasım 30, 2007

Şov Devam Etmeli, Ne Olursa Olsun

Bu kez giriş kısmımız Freddie'nin (şimdi bizi izlediği yerde, gülümsüyo olsun) ağzından...

Empty spaces-what are we living for?
Abandoned places-i guess we know the score...
On and on!
Does anybody know what we are looking for?

Another hero-another mindless crime...
Behind the curtain-in the pantomime
Hold the line!
Does anybody want to take it anymore?
The show must go on!
Inside my heart is breaking
My make up may be flaking
But my smile still stays on!

Whatever happens, I'll leave it all to chance
Another heartache-another failed romance...
On and on!
Does anybody know, what we are living for?
I guess I'm learning, I must be warmer now
I'll soon be turning, round the corner now...
Outside the dawn is breaking
But inside in the dark, I'm aching to be free...

The show must go on!

My soul is painted like the wings of butterflies...
Fairy tales of yesterday, will grow but never die
I can fly, my friends!

The show must go on!
I'll face it with a grin!
I'm never giving in!
On with the show...

I'll top the bill!
I'll overkill!
I have to find the will to carry on!
On with the...
On with the show!

The show must go on.
(*)


Freddie Mercury'nin ölmeden bikaç zaman önce yazdığı bu şarkının hayatımda hiç bu kadar anlam kazanacağına inanmazdım aslında. Ama dinlerken kafamda çaktı şimşekler...

İnsanın dayanabileceği raddeler vardır. Sevebileceği olgular vardır. Nefret edebileceği olgular vardır. Ben genelde değişik bir adam olduğum için bunlar farklılık gösterebilir tabi ki ben de, hatta gösterir de. Şu an hepsinin dışındayım. Renton kontrolü kaybedince Holland'ın dediği gibi; "He's in the Rider's High, no, it's way past that..."(**)

Şu an tüm o sınırların dışındayım. Belki çok sakinim belki patlamak üzereyim. Hiç bir fikrim yok.
Makyajım akıyor, kalbim ağrıyor ama gülümsemem hala yüzümde kalmaya devam ediyor...

Bana ne kalıyor peki?
Şovu devam ettirmek.
Kurduğum tüm hayaller için.
Bana çok inanan insanlar için, başka kimse için olmasa bile.
Ömrümün geri kalanında pişman olmamak için, şimdi şovu devam ettirmeliyim sahneye çıkıp.
Geçmişin peri masalları asla ölmeyecekler... Ve ben uçabilirm dostlarım!

Artık yerinden kalkıp bir şeyler yapma vakti. Bu değişimi hissedebiliyorum kendimde, oturup üzülmek yerine artık şovu devam ettirmeliyim.

Fedakarlık ne olursa olsun.
Göğüsleyeceğim, gideceğim yollar ne kadar olursa olsun.
Kalbimi geride bıraksam bile
Makyajıp akıp, kalbim ağrısa bile
Gülümsememi bırakmalıyım
Şov devam etmeli...

Etrafımdaki insanlara bakınca kendimde bu gücü buluyorum, çoktan her şeyini yitirmiş insanlar, sahneden seyircilere bakınca kendimde bu gücü buluyorum, bir beklentisi olan insanlar, beni bekleyen insanlara akınca bu gücü buluyorum... Gidebilme gücünü, uzaklarda tek başına savaşabilme gücünü...

Tek silahı hayalleri olan yalnız savaşçı. Tek desteği bir avuç hayal ve daha da az insan...
Devam et o zaman...
Hiç bir amaç daha kutsal olamazdı senin için...

Hepsini bir sırıtışla karşılayacağım,
Asla pes etmiyorum...
Şovla birlikte...
Şov devam etmeli!

(*)Queen-Show Must Go On
(**)Eureka Seven-Episode 20

Çarşamba, Kasım 28, 2007

Yalnızlık Kalem

Koşuyorum... Koşuyorum...
Peşimde cehennemin kendisi varmışçasına koşuyorum...
Bir anda bildiğim, çok iyi bildiğim sıcacık bir yer.
Karanlığın içinde, karanlıktan karanlık bir pelerin...
Bana tüm evlerden daha çok kucak açan, tüm kalabalıklardan daha fazla, tüm kucaklardan daha sıcak.
Buz gibi soğuğun içinde, soğuktan daha keskin aynı zamanda...
Kendimi en iyi hissettiğim yer.
Aslında düşününce kendimi en iyi hissettiğim yerler ne çok da değişmiş. Evim, basketbol sahası, odam derken en sonunda gerçek olanı bulmuşum.
En çok tanımaya çalışıp aynı zamanda en çok tanıdığım şeyle konuşabildiğim tek yeri bulabilmişim.
Kendimle.
İnsanlar bunu asla anlayamadılar. Tecavüz ettiler buna.
Evet! Tecavüz...
Bilip bilmeden geldiler üstüne, boş sözleriyle, sözde arkadaşlıklarıyla, çürümüş bilinçleriyle...
Birer birer gelip istediklerini alamadan geri döndüler.
Çarpık diyarımda kendi düz beyinleriyle kayboldular, yok oldular.
Anlamaya çalıştılar burayı, haritalar çıkarmaya çalıştılar, beceremediler.
Hiç beceremediler.
Anlayamadılar insanın seçtiği yolun bu olabileceğini.
Hiç biri bunu seçebilecek kadar kendine güvenli değildi çünkü. Hiç biri bunun yaşamın kendisi olduğunu anlayabilecek kadar açık değildi.
Bu öyle bir şeydi ki, hiç biri bunu söyleyebilecek kadar açık sözlü değildi...
Ve tecavüz ettiler.
Ölüm korkularıyla, dolu elleriyle, aptal nasihatleriyle, büyük hayat anlayışlarıyla, yüksek bilgileriyle...
Tecavüz ettiler.
Yıkmaya çalıştılar.
Ama hiç ulaşamadılar.
Nereye bakacaklarıyla ilgili en ufak bir fikirleri bile yoktu çünkü.
Ben kapattım gözlerimi.
Karanlığın içinde, karanlıktan karanlık bir pelerin. Sarıyorum etrafıma.
Burda benim, burda sakinim, burda tüm kalabalıkların içinde hepsinden uzaktayım.
Burda yalnızım.
Yalnızlık kalem.
Gelin şimdi buraya, bunu anlayabilirseniz, idrak edebilirseniz.
Gelin şimdi buraya, sonuçlarına katlanabilirseniz.
Gelin şimdi, sizin gibi yaşamayı ölüme seçebilirseniz.
Büyük dertlerinizden kurtulabilirseniz.
Eğer burda yazanları anlamadıysanız, sakın bunu sorun etmeyin. Bu, tamamen benden daha çok şey bildiğiniz için kaynaklanan bir durum, benden daha fazla yakın dostlarınız olduğu için, benden daha iyi anlaşabildiğiniz için insanlarla veya ne bileyim bunun gibi bişey işte, dedim ya anlamadıysanız sorun etmeyin, sağ yukarıda bir çarpı olucak tıklayın ve kapatın bu pencereyi.

Salı, Kasım 06, 2007

Road Trippin

Yine gecelerden, hiç bitemeyen bi gece...

Yine sarhoşum galiba, artık rüyayla gerçeği ayırt edecek kadar bilge hissetmiyorum kendimi.

Ve bir SiyaSiyaBend videosu arkada durmadan dönüyorken açtığım anda gözüme çarpan ilk yazı; "Kendini Bilmekle Başla İşe"

Yüzüme öyle bir çarpıyor ki, alıp beni yere vuruyor... 1 tonluk ağırlığın altında ezilmiş gibi eziliyorum bu sözün karşısında...

Kendini bilmekle başla işe...

Kendini bilmekle başla işe...

Unutmaya çalışıyorum videoyu, bu yazıyı olduğu yerde bırakıp gitmeye ve yatağa gidiyorum... Soğuk yatak... Karanlık, kapkaranlık, Tepecik'li bir fahişenin cinsel organı kadar karanlık oda... Gözlerimi kapatmama gerek yok... Karanlığa sığınsam da huzur vermiyor. Dünya artık eski göz kapatma numarasını yemiyor... Bir yatağım vardı, oralarda bir yerlerde... Annem gibi kokan, babam gibi sarılan bana. Tam olarak var mıydı onu da hatırlamıyorum, rüyayla gerçeği ayıramıyorum, gözlerimi kapatıyorum. Pek sevgili Kum Adam da gelmiyor bu gece beni uyutmaya... Uyutmaktan çok, unutmuş artık beni... Dünyada bir yerlerde bir masumiyet kırıntısı yerden havalanıyor rüzgarla uçuyor, ta kollarımı uzattığım pencerenin önüne kadar geliyor... Uzatıyorum kollarımı bir umutla, uzanıyorum, uzanıyorum, geri çekiliyor usulca, hiç belli etmeden, düşüyorum. Düşüyorum, düşüyorum... Rüzgar her şeyi alıp götürüyor... Zemin. Çok sert çarpıyorum bu defasında... Üstüm başım kan içinde. Başımı göğe kaldırıyorum, mavi değil artık, kıpkırmızı...

Tüm inandıklarım geliyor şimdi aklıma. Hayret. Unutmak için değil miydi bu kadar çaba? Ah, Mick ne güzel de diyor, hepsini siyaha boyuyorum...

Aynada kendime baktım biraz önce. Göz altı torbaları, iğrenç gözüken yağlı saçlar, onca biranın burdayım diye bağırdığı bi göbek, ifadesiz bi surat. Ayna kırılmak istiyor. Dünyada bir yerlerde hiç tanımadığım insanlar o aynalarda kravatlarını bağlıyor, saçlarını tarıyor, sevdiği kıza açılabilmek için provalar yapıyor, yattığım yerden hepsini izliyorum... Hepsinin tek tek hayranıyım... Hepsini tek tek öldüresim var.

Bir adam, dünyanın çok da iyi bildiğim bir yerinde tüm umutlarını bana bağlıyor, bir kadın, aramızda binlerce engel olan bir kadın ona hiç söyleyemediğim sözleri duyabilmek için rüzgara kulak veriyor, esip gidiyor rüzgar... Ben, ellerimde adressiz mektuplar olduğum yerde oturuyorum, penceremden düşmeden hemen önce.

Yine aynı şeyi yapıyorum tüm anlatacaklarımı birbirine geçiriyorum. Tek sebebi var, bu dünyada en çok bilmem gereken şeyi bilmiyorum... Binlerce şey bilen ben, bunu bilmiyorum işte...

Kendini bilmekle başla işe...

Yüzüm gözüm şişmiş, dayanamıyorum daha fazla... Uyuyorum, uyur gibi yapıyorum. Dünya bu göz kapatma numaramı yemiyor ama...

Duygu, biraz duygu? Mazhar ve arkadaşları da güzel demişler...Yalnızlık ömür boyu... Kendi kurduğum kalemde o kadar güzel bir hayat yaşıyorum ki... Tek nüfusun yaşadığı bu kalede her gün bir cenaze kaldırıyorum.

Kollarım iki yana açılmış, kırmızı halıdan içeri düşüyorum ve Swanney soruyor; "Beyefendi taxi çağırmamı isterler mi?" Ambulansın sesini duyabiliyorum.

Bir anda merdivenlerde buluyorum kendimi. Dört basamak sonrasında bir kapı var, ellerimde de anahtar. Zar zor çıkıyorum merdivenleri, anahtarı deliğe sokuyorum, açmıyor. Kapıyı yumrukluyorum son gücümle, kimse açmıyor, kimse açmıyor...

"Acınası hayat tarzı, sınavlar ve ilham vermeyen öğütler artık geride kaldı, önümüzdeki tek gerçek yol artık... Bizi görmelisin Anne, haydutlara benziyoruz, gittiğimiz her yerde dikkat çekiyoruz..." Zamanlardan geçmiş zaman, insanların çok tatlı konuştuğu kıtanın ortasında bir adam, Ernesto "Che" Guevera de la Serna annesine bu mektubu yazıyor... Ah, Ernesto...

Tam ortasındayken her şey dönmeye başlıyor...
Kollarımı uzatıp düşüyorum...
Düşüyorum...
Tüm dünya siyaha boyanıyor...
Aynalar kırılıyor...
Elimdeki mektuplar alev alıp yanıyor...
Bir bira şişesi elimden düşüp kırılıyor...
Duygu, biraz duygu...
Rüzgarda uçan parlak bir parçacık, küçücük bir şey...
Kapanan gözlerim...
Swanney...
Sirenler...
Yalnızlık Kalem...
Açılmayan kapı...
Ernesto...

Kendini bilmekle başla işe...

Midem bulanıyor, dünya yavaşlıyor ama asla durmuyor... Kusuyorum, tüm içimdekini bir kerede kapkara kusuyorum ve o kusmuğun içine yüzümü gömüp uyuyakalıyorum...

Pazar, Kasım 04, 2007

amaçsız

Blog, blog sevgili blog...

Beer, beer, tiddly weedly beer...

Boş sokaklar, amaçsız, düz yürüyüşler, amaçsızca gezicem diye çıktığın yürüyüşün bile bir amacı var, sokakların bile bir amacı var, reset...

Mark Renton gibi düşünmek istiyorum, yaşamı seçmemek.. Crap! Düşünebilecek beyin hücrelerim are unavailable...

Tuvalette büyük bi keyifle vücudundaki pisliği atarken bira içmek ne güzel! Ah...

Idioteque ve smack My Bitch Up dinlerken bira içmek ne güzel!

In fact, bira içmek ne güzel!

Siz insanları hala anlayabilmiş değilim...

Kafan güzelken uyuyamamak... Nedendir ki?

İnsan niye her hayal kuruşunda cesaretlendirir kendini?

İnsan niye cesaretlendirir kendini? Ani kararler verir, ve dünyanın en iyi bokuymuş gibi tapar bunlara?

Cenazemi izleme fırsatım olsa, ve müdahele etme şansım hepsine evlerine gitmelerini söylerdim... Sevgi gösterilerini hiç sevmem... Bi noktada hayatımdaki her insanı terk ettim, beni terk etmelerini isterdim, toprağa girmişim işte, saygı gösterin...

Bi gün hayatı seçmemeyi becericem...

Galiba bu gece üzerime gelen şok dalgasından bu kadar, sonrakinde görüşmek üzere...

O değil de, bira faalan, ne güzel...

Pazartesi, Ekim 29, 2007

Siyah

Ölüm yapışmış derinlerime hatırlamıyorum...

Sigaranın dumanı neden benim üstüme sinmiş?
Onca içki neden açık damarlarımdan aşağıya akıyor?
Duşta başımın üzerinden aşağıya doğru akan binlerce soğuk damla neden sırtımı yakıyor?

Dün gece neredeydim?
Hiç bilmiyorum.
Ölüyor muydum?
Yaşıyor muydum?
Yaşamak için yalvarıyor muydum?
Hatırlamıyorum.

Korkmuyorum ölmekten.
Hem de hiç.
Belki karanlıktan birazcık...
Boş, kapalı odalardan birazcık...
Ama ölmekten hiç.

Durmuş önümdeki yığına bakıyorum şimdi.
Onca insanın oluşturduğu kocaman yığına.
Bir alev yeter aslında hepsini yakmak için.
Hiç birini yakmıyorum, sırtımı dönüp gidiyorum.
Ama çakmak hala ellerimde.

Vücudumdan akan kanlar
Hiç bir anlam ifade etmiyor
Ama peki, bıçak neden benim ellerimde?
Gülümsemelisin artık güzelim
Çünkü ölüyorsun, kanın akıyor...

Donmuş göz bebeklerim yerlerinde saplanıp kalmış
Bakabilecekleri güzel bir şeyin hasretini tadıyor
Ve o göz bebeklerimi kör eden bir ışık
Tüm hayatımı alt üst ediyor

Şimdi tüm görüntü yok olurken
Gözlerimi kapatıyorum tekrar
Çabalamak anlamsız
Çünkü,
Ölüm yapışmış derinlerime, hatırlamıyorum.

Perfect Day

Hayat nereye gidiyor? Sorusunun cevabını aramaya bi kez daha devam diyorum.

Düşünüyorum da eskiden ne kadar da endişeliydim hayatım hakkında... Eskiden dediğim geçen sene belki de... Ama arada geçirdiğim zaman galiba çok değiştirdi beni. Eskiden geleceği çok düşünürdüm. Büyük şirketler, takım elbiseler, büyük bir ev, bir Aston Martin falan. Şimdi durup düşününce karar verdim de niye bu kadar endişeleniyorum ki? En endişesiz ben olmalıyken üstelik?

Ama sakın yanlış anlamayın, hiç bir hayalimden vazgeçmedim henüz. Hepsi yerlerinde duruyor, yalnızca şimdilik Bohemya, U.S.A'den daha yakın.

Hayatını seç, mesleğini seç, kariyerini seç, kocman salak bir televizyon seç, otomatik çamaşır makineni seç, arabalarını, cd çalarını ve ev aletlerini seç. Sağlık sigortanı, düşük kolesterolü ve dişlerine iyi bakmayı seç. Büyük bir ev seç, iyi arkadaşlarını dikkatli seç. İyi bir tatili ve bavulunu güzelce doldurmayı seç. En güzel boktan fabrikada üretilmiş, en güzel boktan elbiselerini seç. Dini ve dua ederken ne kadar da boktan olduğunu düşünmeyi seç. O salak televizyonun karşısında otururken o salak şeyleri tıkınmayı seç. Sonunda sefil evinde yalnız başına ölüp giderken yerini, senin yerine geçmeyi bekleyen bencil ibnelere bırakmayı seç. Çürüyüp gitmeyi ve yetiştirdiğin gerzek veletlere rezil olacak şekilde altına pislemeyi seç. Geleceğini seç. Hayatı seç. Ya da benim gibi yap, hayatı seçmemeyi seç.(*)

(*)Trainspotting

Cumartesi, Eylül 29, 2007

Dövüş Kulübüne Hoş Geldiniz

Şimdi susmanızı istiyorum. Susun! Hepiniz. Yavaş yavaş girin hayatıma o dar, küçücük pencerelerinizden. Burun deliklerimden girin, gözlerimden girin, ağzımdan girin kapkara bir zıvananın ucundan geçip de çıkan gri, puslu duman misali...

Şimdi avazınız çıktığı kadar bağırmanızı istiyorum sizden. Bağırın yırtın kendinizi! Yırtın ki daha çok duyurun sesinizi... Daha çok "ben" olmaya çalışın... Ve bir kez daha "ben" olma çabalarınızda girin hayatıma. Şişenin ucundan genzimi yakarak akan şarap misali girin...

Ve irkilin sokaklarda yürürken duyacağınız güçlü bir haykırışla! Boynunuzdaki tüm tüyleri ayağa kaldıracak kadar irkilin... Bomboş bir sokakta yatan bir keş kadar çaresiz hissedin kendinizi, ya da kendi kanının içinde yatan bir serseri... Çünkü hayat bu, bir dakikada biter. Kullandığınız araba bir ferrari olsun, mobilyanız isveç mobilyası, eviniz şehrin en güzel caddesinde olsun, yine de hayat bu ve bir dakika içinde bitiyor, kapatıyor kendini. Ve sistem her dakika kendini tekrar ediyor. Şimdi yine gelin hayatıma, hızlı arabalarınızla, meşhur savlarınızla, güçlü haykırışlarınızla, göz alıcı silahlarınızla, bomboş ithamlarınızla...

Şimdi de bana vurabildiğiniz kadar sert vurmanızı istiyorum sizden.

Dövüş kulübüne hoş geldiniz.

Eğer bu ilk gecenizse, dövüşmek zorundasınız.

Hayatıma hoş geldiniz.

Eğer bu ilk gecemizse dövüşmek zorundayız.

Cumartesi, Eylül 22, 2007

Bir Kaya Gibi

Soğuk ve ıslak bir akşamüstü
Aşk ve boşluk için yer yok
İtiraf ediyorum ki ölümle dolu bir kitabın sayfalarında kaybolmuştum...
Nasıl da yalnız öleceğimizi
Ve bir tanrının bizim gitmek istediğimiz herhangi bir yere
Huzuru verip vermeyeceğini okuyordum...

Ve ölüm döşeğimde tanrılarla meleklere dua edeceğim
Tıpkı bir dinsiz gibi
Beni cennete alacak herhangi birine dua edeceğim,
Çok önceleri gitmiş olduğumu hatırladığım bir yere...
Gökyüzü yaralıydı ve dünya da siyah
Sonra da sen bana yol gösterdin...

Gün bitene kadar okudum
Ve sonra da tüm yaptıklarım için
Tüm kutsadıklarım için
Tüm yanlışlarım için pişmalık duyarak oturdum...
Ölene kadar gördüğüm tüm rüyalarda
Merak edeceğim...

Senin evinde olmayı isterdim
Odadan odaya sabırlı bir şekilde
Orada seni bekleyeceğim...
Bir kaya gibi!
Orada seni bekleyeceğim...
Yalnız...(*)

Neden bilmiyorum yürürken eve gelip bu yazıyı yazmak istedim bu şarkıyı kafamda defalarca döndürüp yazmak istedim... Alışkanlık olsa gerek... Söyleyecek pek de bir şeyim yok. Düşündüm çevirdim yazdım işte.

Orada bekleyeceğim...
Bir kaya gibi!

(*)Like a Stone-Audioslave

Çarşamba, Eylül 19, 2007

Belki İlk Belki Son

Yeni kararlar aldım hayatımda... Bunu belki de ilk söyleyişim değil burada bilmiyorum... Aslında nasıl anlatacağımı da bilmiyorum ki... Aldığım kararlar bir anda hayatımı değiştirecek şeyler değil, ne olduklarını da anlatacak değilim zor çünkü ama bana yaptığı etkilerden bahsederim belki...



Artık susmak istiyorum galiba ya... Çırpınmak bana o kadar da uygun değil artık, soğukkanlı olmak istiyorum. Zaferlerimi içimde kazanıp, yenilgimin yükünü içimde taşımak istiyorum. Hayatımı artık daha sade yaşamak istiyorum galiba. Bunun sağlıksal bir nedeni yok. Tamamen insanın yağlı yiyecekler yemeyi kesip yeni, arınmış bir vücutla yeni bir yaşama başlaması gibi. Üzerime ağırlık yapan insan ağırlığını silkeleyip atmak istiyorum. Bu noktada artık bana ağırlık olan her şeyi silkeleyip atmak istiyorum. Daha nasıl anlatabilirim bilmiyorum ama bu insanın tüm giysilerini çıkarıp koşup suya atlaması gibi. Ölümü beklemekten ziyade onu kucaklamak gibi, yaşamın üzerine çıkıp her şeyi dalgalı denizin ortasındaki kaya misali karşılamak gibi, gündoğumunda oturup güneşin kendi yakıcı üstünlüğünü bir kez daha kanıtlamasını ağırbaşlılıkla izlemek gibi. Daha nasıl anlatabilirim bilmiorum ki? Ama eğer anladıysanız sizin için mutluyum, evet. İşte benim hayatımın yeni gidişi böyle galiba... Devamı böyle.

Belki son yazımdır bu burdaki belki de binlerce daha yazacağım, bilmiyorum. Ama artık susmak istiyorum. Susup dinlemek, durup izlemek, ellerimi kapatıp tartmak. Düşünüp konuşmak yalnızca. Çok endişe etmemek ama her şey hakkında düşünmek hep yaptığım gibi.

Belki de bilenler, tahmin edenler olucaktır neyden bahsettiğimi. Son bir şey söyleyecğim galiba... Bahsettiğim şey o kadar gerçek ki doğru olması için bir sebep yok, ve o kadar doğru ki cesaretle söylenmesine gerek yok. Her şey benimle başladı, ve benimle bitene kadar da böyle gidecek umarım. Nokta

Cuma, Eylül 14, 2007

Yağmur Düşmüş mü?

Hiç içimde yazasım yokken, gecenin bu vakti bir anda buluverdim kendimi burada... Ben son zamanlarda neler yaptım? Nasıl bir insan oldum? Ne hatalar yaptım? Hayatımda neleri değiştirdim? Ne aldım? Ne verdim? Ben, sadece ben miydim? Ben, içimde yarattığım hayali diyarda saklanıp dışardaki ben'e kendini göstermeyen ben miydim? Ben? Hangi ben? Nerdeydim? Ben, her zamanki ben, ve aynı zamanda hiç olmayan ben...


Yalnız kaldıysan, kalkıp pencerenden bir bak...
Güneş açmış mı? Yağmur düşmüş mü?
Dön bak dünyaya...

Herkes gitmişse, sakince arkana dön bir bak
Dostun kalmış mı? Aşkın solmuş mu?
Dön bak dünyaya

Bir sonbahar kadar yalnız
Bir kış kadar savunmasız
Ya da ilkbaharsan, yolun başındaysan...

Asla vazgeçme, kalkıp da pencerenden bir bak
Güneş açmış mı? Yağmur düşmüş mü?
Dön bak dünyaya...(*)


Oturdum odamda kapım kapalı, ama camlarım açık... Rüzgarı dinliyorum, susturdum dünyanın kalanını, kendimi dinliyorum. Dünyadaki tüm ışıkları kapattım şimdi, ama masamdaki açık... Bana dönük, kendime bakıyorum, yüzüme bakıyorum.

Başım dönüyor ara sıra... Yanlış anlama, sağlıksal bir şeyim yok sanırım. Yalnızca başım dönüyor. Dünyayı durdurup başımı döndürüyorum, o kadar. Kaldırıp başımı haykırıyorum... Korkuyorum ara sıra... Yanlış anlama, göt korkusu değil ki benimkisi. Yalnızca korkuyorum işte. Eğip başımı hıçkırıyorum...

Gökyüzüne bakıyorum başımı yerden kaldırıp... Göğsü yerden hiç kalkamayan solucan gibi hissediyorum kendimi bir anda... Neden mi? O kadar uzun zaman olmuş ki gökyüzüne bakmayalı... İnsan kalabalıklarının içinde hapsolup gözlerimi gereksiz yerlerde gezdirmekten yukarıya bir kez olsun kaldıramamışım... Gökyüzüne bakıyorum dönüp... Kara bulutlar kaplıyor. Küçük bir delik bulmalıyım kendime, yağmur geliyor...

Alice, harikalar diyarına girerken hiç bir şey yoktu ki aklında... Bir beyaz tavşan, bir sabun ve kendisi; Alice. Ardından da küçücük bir kapı bilmediği yerlere uzanan. Atıverdi adımını Alice. Savunmasızdı belki, korkmuştu ya da, sadece giriverdi... Ah Alice... Belki de hiç düşmemeliydin o tavşan deliğinden? Ama öte yandan; Alice, harikalar diyarına girerken hiç bir şey yoktu ki aklında...

Ara sıra telefonumun hoparlörlerim üzerinde yaptığı etki sonucu çıkan sesleri duyup umutlanıyorum... Alıyorum o gereksiz metal ve plastik yığını telefonu elime ve... Yine kötü bir haber, ya da gereksiz zırvalamalar... Aramayan eski dostlar, arayan bir sim operatörü yetkilisi falan filan... Fırlatıp atasım geliyor ama izin vermiyor, modern dünyanın gereklilikleri buna izin vermiyor sanırım. Çok mu abarttım?

Resim diye bir yazı vardı burlarda bir yerlerde, işte ordaki resmi karaladık hep beraber, üstüne de o karaları örtsün diye bembeyaz boyayı atıverdik; şimdiki yaşamımız çıktı ortaya, herkes kafasına göre bir şeyler çizdi üstüne, kafam karıştı.

Akvaryumun dibine çarpıp geri sekmenin hayaliyle bırakıverdim kendimi suya... Bu balık niye öldü diye sorarsın ya kendine o küçük kırmızı balığı akvaryumun yüzünde ölü görünce, öyle bir şey oldu. Özdemir Abi'nin zamanında dediği gibi;
Ölüm gibi bir şey oldu
Ama kimse ölmedi...
Açtım gözlerimi baktım akvaryumun dibindeyim. Çarpıp da sekemedim geriye? Neden ki?

Şimdi dönüp arkama şöyle bir bakıyorum... Dostum kalmış mı? Aşkım solmuş mu? Koca dünyaya, içimdeki o kocaman diyara dönüp de bakıyorum... Kocaman diyara, küçücük penceremden bakıyorum... Gördüklerim penceremle mi sınırlı? Göreceklerim gördüklerimle mi?

Belki de bir ilkbaharım, yolun başında... Belki de ilkbaharız henüz; yolun başında... Birbirimizin yanıbaşında, dünyanın ucunda, ışıkların altında ve yolun başında...

Artık düşünmenin gereği yok... Gözlerimi kapatıyorum yine... Penceremden tırmanmak için... Ah bir boyum yetişse... Ama olsun, gözlerimi kapatıyorum... Hayallerim varken, gerçeğe gerek yok çünkü. Dünya etrafımda hız sınırını çoktan aşmış dönüyor... Çılgın bir şey bu. Ah bir görebilseniz... Ama olsun, şimdi kalkıp da bakıyorum, gözlerim kapalı... Neden mi? Çünkü hayallerim yanıbaşımdayken gerçeklerle işim yok, onlara ihtiyacım yok... Hayallerim bir göz kırpması kadar yakın, gerçeklik bir bardak kahve kadar uzakken, içimdeki boşlukla işim yok benim... Yalnız kalmışken ne güneşe, ne yağmura hiç birine ihtiyacım yok...

(*)Dön Bak Dünyaya-Pinhani

Çarşamba, Eylül 05, 2007

Turuncu G.I. Joe Tankı

Çocukluğumdan bir kare var bugün aklımda... Ama çok uzun yıllar öncesinden... Hala bir oyuncak için gerçek anlamda ağlayabileceğim bir yaştan bahsediyorum...

7-8 falan o yaşlardayım... G.I. Joe var, şimdi konusu falan çok aklımda kalmadı, normalde olsa ufak bir wiki araştırması da yapardım bilgi vermek açısından ama bugün amacım bilgi vermek değil, bugün amacım anlatmak sadece, kendimi anlatmak. Neyse, o yaşlarda G.I. Joe figürlerimi çok severdim, sürekli oynardım düğmesine bastığım zaman "You are dead!" diye bağıran komandolarım vardı... Ve bir gün bir oyuncakçıda onu gördüm; G.I. Joe'daki baş kötünün tankını... Kocaman kutusunun içinde kocaman turuncu bir tank... Arkasındaki top bataryasından da su atabiliyor üstelik... Tam 7 yaşındaki bir çocuğun oyuncak komandolarını içine oturtup yeni maceralara sürebileceği türden bir şey. Ve istedim onu annemden, babamdan. O yıllarda gelirleri iyi değildi galiba hatırlamıyorum, almadılar o yüzden... Çok ağladım, reddettiler. Saatler belki günler sürdü bu ağlamam, hepsini çok net hatırlıyorum.

Ve günler geçti, ben her şeyi unuttum, geçti legolarıma bile dönmüş olabilirim, bilmiyorum. Babam bir gün bir seyahatten geldi ve salonda otururken bana gidip gardrobundan bir şey getirmemi söyledi, ne hatırlamıyorum. Gittim, dolap kapağını açtım... Orada duruyordu! Turuncu G.I. Joe tankı, turuncu G.I. Joe tankıM... Nasıl mutlu olmuştum bu sürpriz karşısında bir bilseniz... Aslında bilirsiniz, bir zamanlar çocuk olmuş herkes bilir...

Bugün babam Viyana'dan geldi. İstediğim şeyi getirmesi için çok umutluydum. (Biraz da Yasin'in iddiasından, benim babam hepinizin babalarını döver iddiamdan...) Ama bulamadığını söyledi bir türlü... Herkes dağıldı, tatilden dönüş hediyeleri dağıtıldı ve ben kaldım orda, gitmedim. Bavuldan son eşya da çıkana kadar durdum, gitmedim. Arabanımn bagajı açılana her delik aranana kadar gitmedim... Turuncu G.I Joe tankım dolaptan çıkana kadar bekledim... Çıkmadı. Bir kerelikti o galiba. Olsun... Galiba artık oyuncaklarımın peşinden ağlayacak yaşta değilim. Oyuncak alacak yaştayım, başka yollar düşünmeliyim... Yine de sağol babacım, en azından denediğin için. Ve turuncu G.I. Joe tankı için de sağol, zamanında sana teşekkür edemedim galiba, ufacıktım o zaman...

Çocukuğumdan bir kare aslında bu, hala bir oyuncak için gerçek anlamda ağlayabileceğim yıllardan.

Ordan Burdan v2.0

Bu yazıya başlarken hiç böyle bir başlık koyup böyle bir şey yazmak yoktu aklımda ama ne bileyim canım istedi... Hatta asabım bozulursa blogumun (olmayan) formatını değiştirip "Ordan Burdan Blogu" derim, arkasından da sırf böyle yazılar yazarım şişersin sıkıntıdan sayın okuyucu...

Ne tercümeydi ya... Şu ilk çeviri denememden bahsediyorum... Çevir çevir bitmedi... (aslında sonuna kadar yalan, ben nasıl olsa gözüm kapalı çeviririm gibi çılgın bir fikre kapılınca lastik gibi uzadı ve ömrümün iki haftasını yedi alet...) Ama sonunda gelen sonuç tatmin ediciydi, maddi yanını tamamen bir kenara bıraktım, Naruto'nun gazı gibi son iki gün sabahlayıp da tam son teslim tarihinin sabahı 7'de dökümanı e-maille yollamanın nasıl bir tatmin olduğunu emin olun tahmin edemezsiniz... Bir de tabi ömrümde kazandığım ilk gerçek paraydı... Hepsi için bitanecik Pelin teyzeme teşekkür ediyorum. (Ve evet Pelin teyzeciğim iflah olmadım daha da çeviri istiyorum daha da çok yapıcam hem artık daha tecrübeliyim:)

Bir konsol furyasıdır dünyayı sarmışken ben de bundan faydalanayım dedim... İlk önce playstation 3 düşünürken son bir caymayla xbox360' a karar verdim birtanecik gözlerinden öptüğüm okur... Alet 250 sterlin civarı, para problem değil de Avrupa'dan sipariş verince gümrük el koyuyor bu tarz aletlere (acaba ne yapıyorlar sonra? açıp oynuyor mudur ki şerefsizler? yok, sanmam...). Neyse, ben de o yüzden halihazırda Viyana'da olan babama, "baba bana ordan bi xbox 360 bakar mısın?" içerikli üstü kapalı bir mesaj attım... (en az benim kadar sivri zekalı olan babamın, "aha da baktım evet şurda şurda vardı çok güzeldi bence kesinlikle almalısın" gibi bir konuşma yapmasını bekliyorum döndüğünde okuyucu... (ama harbi ya problemim para değildi, lojistik sebeplerdi... ya bakma öyle, harbiden...) Babam yarın geliyor, eğer almış olursa bir xbox (yüzde 14 ihtimal verdim kendimce ben buna) ilk oyunumu oynarken vidyo çekip upload edicem söz! (bir de yasin le iddiaya girdik babam onu alırsa ilk oyunu yasin alıcak)

Bioshock,bioshock,bioshock... Daha önce milyon tane oyun oynadım sayısız kere ateş ettim ama hiç bir oyun belki bu kadar işlemedi içime... Minicik, masum, ufacık kız çocukları düşünün içlerine doğarken genetik materyalleri güçlendiren bir madde konulmuş (böyle mi anlatılır kısa anlatıcam diye ya, sıçtım içine...) ve onları korusun diye yanlarına verilmiş kocaman zırhlı savaşçılar. Oyunda güçlenmeniz için kızların taşıdığı maddeyi kızdan almalısınız. Büyük savaşçıyı öldürdüğünüzde masum kız sizin kocaman ellerinizden saklanmaya çalışıp çığlıklar atıyor, öldürme beni diye... Ve size sunulan iki seçim; ya kızın içindekini çıkarır onu kurtarırsınız ve çok az miktarda genetik materyal alıp güçsüz kalırsınız, ya da kızı öldürüp sonuna kadar sömürürsünüz... Kızın kurtarıldığında yüzünde oluşan temiz ifadeyi bir görmelisiniz... Hiç kıyamıyor insan ve benim oynadığım oyunlar tarihinde bir oyun ilk kez oyuncuya vicdanını sorgulatıyor... (ha, ben önüme geleni öldürüyorum, o ayrı... -power,unlimited power!!!, ehem...-)

Anneme doğru geçiş yapıyorum bu aralar... Çok özledim onlarla yaşamayı galiba ve tüm yaz toplasam iki hafta yanlarında durdum... Evet, onlara ödemem gereken bi borcum var... Ve tabi annem, teyzem ve anneannem tüm yemeklerin odama, kahvaltıların yatağıma gelmesi, suuuu diye hafif bir çığlık atınca su gelmesi, üff tişörtüm kirlenmiş diyince hemen yıkanması ve daha yüzlercesi demek, mutlu muyum? kesinlikle...

Yaz şaka gibi geldi geçti ve birkaç ay içinde sonbahar geliyor... Kışla birlikte en sevdiğim iki mevsimden biri! Benim için sonbahar ve kış (sonbahar özellikle) yeni başlangıçları, ceketleri, yorganları ve ellerimin üşümesini, mükemmel soğuk havayı simgeliyor. O yüzden çok özledim bu iki mevsimi de, hoş geliyorlar, iyi ki geliyorlar...

Barış efendiyi iki saat önce (Ablak olan, diğeri değil) Kıbrıs'a yolladık... Eğer lise 1'de bana gelseydiniz ve yeni geldiğin bu okuldaki bu adamla bir gün aynı evde yaşamaya başlayacaksın, yediğiniz içtiğiniz ayrı gitmeyecek deseydi hadi len ordan derdim(daha yaratıcı bi laf kesin bulurdum, bakma sen...). Evet, sevgili Barış da aynen benim gibi Doğu Akdeniz Üniversitesi Makine Müh. burslu kazandı... Ona da sabır falan available olan ne varsa diliyorum artık... Ama ben bunu ilk duyduğumda muhteşem sevindim... Kim orta doğu ve balkanların en sevimli adamlarından birini 24 saat 7 gün yanında istemez ki? Üstelik nefis yemek ve masaj yapabilen bir adamsa bu? Evet ya, hepsi bir yana gerçekten mutluyum, sanırım kıbrıs denen o ilk başta çok nefret ettiğim yerde çok büyük bir açığım kapandı artık... İyi şeyler geç başlıyorsa eğer, bu uğruna sabretmeye değer bir iyi şeydi... (-Abi o ekran kartı meme yapmıştır biz sökelim onu... -Olm olmasın bişey? -Sen getir,getir tornavidayı getir, ha bi de bak bakıym hani olmaz da, bişey olursa kaç paraymış bu ekran kartı... -Hask...)

Bu eğer ordan burdan devam versiyonuysa bunu yazmak olmaz... Az önce yeni teknemize baktık marinada diyenler, msn iletisine sürekli o gün nerelere gittiğini, hangi ülkede olduğunu yazanlar (bak bu konuda takdir ettiğim iki insan var; biri Mert(Solkıran) aynen onun ileti cümlesiyle aktarıyorum; "herkes iletisine nerde olduğunu, ne yaptığını yazıyor. sıçıyom, sevişiyom gibi iletiler olsaydı daha içten iletiler görürdük". Ve ikincisi de Rabonra(Hayvan Tolga) tam da onun cümleleriyle alın size iletisi; "Ağrı Dağı Eteğinde...Harbiden de orda; Diyadin'deyim" işte olay budur arkadaş ya, tam bir zen anı... Adam yazmış işte ne güzel, ne o öyle kembriç deyim, king's cross'tayım stuttgart'ta pazar gezdim az önce falan, sinirlendim yine, burun deliklerim büyüdü, Ece korktu, nenem hatun masal anlattı, dede korkut geldi isim koydu falan...) ve (bi öncekini uzun tuttum ya, o yüzden şimdilik üç tane şey yazıcam bu kısma) ilginç ilginç gözlükle,şapkayla, yukarıdan ince ve güzel göstericek şekilde fotoğraflar çekip oraya buraya koyan ve böylece kendini güzel sanan kızlarla cool olduğunu sanan erkeklere sinir oluyorum... (-sizde karizma var mı? varsa kaç santim? -karizma insanın içinde olur, içine girdi mi anlarsın kaç santim olduğunu... adam anlatmış ben yine konuşmayacağım bile...)


Ya o değil de bir Ken ile Ryu vardı... Onlara ne oldu ya? Haryuken ("aduket") falan...

Cumartesi, Eylül 01, 2007

Gölgelerin Gölgesi

Gözlerim doluyor...

Hani duman gözlerine girer ve karartır ya görüşünü, yaşlar akıtır gözünden, öyleyim işte... Tüm hayatını boşa yaşamış gibi hissedersin ya, öyle işte...

Gitme vakti tekrar geliyor... Tekrar kalkıyoruz ayağa... Bilinmeyen ufka bir kez daha bakıyoruz, serdümen yerine koşuyor, güverteyi temizleyen tayfa bırakmış işini herkes daha önemli işlerin peşinde, yelkenleri çekiyorlar, topları dolduruyorlar, ve ben ağzımda pipo, sırtımda papağanım 7 denizin gördüğü en sert kaptan gibi gözüken ben, ah lanet olsun, cehennem gibi korkuyorum yine... Ve son olarak gözleri keskin olan tayfalardan biri kartal yuvasına çıkıyor ve demir alıyoruz... Titreyen ellerimi gizlemek için tayfadan ceplerime sokuyorum, yola çıkıyorum...

Bir hikaye yazmadım, hissettiklerimi yazdım. Hayata karşı ne kadar cesur, hırslı gözüksem de o kadar korkuyorum ki, o kadar endişeliyim ki. Ne kadar hazır gözüksem de, o kadar eksik hissediyorum. Belki de Ece haklı; çok fazla endişeleniyorum, çok fazla düşünüyorum, çok fazla hesap yapıyorum, defalarca senaryoları oynuyorum kafamda, defalarca karar verip hırs yapıp deflarca vazgeçiyorum. Ve artık o kadar yoruldum ki... Bir anlık bir rahatlık, koskocaman fırtınanın içinden altın güneşin ve masmavi gökyüzünün altına çıkış hissini o kadar özledim ki... Nedense o an hiç gelmiyor bu sıralar... Fırtınanın içinde serdümene, tayfaya bağırıp duruyorum...
Eğer bu gemi bir gün batarsa tek sorumlusu ben olacağım, daha bu sorumluluğu alırken biliyordum aslında sonuçlarını. Ve eğer o uzak topraklara, vaad edilmiş topraklara ulaşırsam da bunu yapan ben olacağım yalnızca ben.

Bir yanda korumaya çalıştığım benliğim diğer yanda hayallerim, ulaşmak için her şeyi yapacağım vaad edilmiş topraklar... Macchiavelist bir insanım ben. Ve Macchiaveli'nin tek yasası vardır; hedefine götüren yolda, her şey mübahtır. Ben ruhumu, beynimi, her şeyimi çoktan buna adadım zaten. Ama kendime ruhumun ve beynimin bir köşesinde bir tane tüm gözlerden uzak, kimsenin dokunmaya gücünün yetemeyeceği bir köşe sakladım. Ölmemek için, her şeyi yitirmemek için, kaçmak için. Ruhumun bir yerinde ufacık bir nokta, bir kaç kişi dışında kimsenin bulmaya cesaret edemeyeceği, denese bile bulamayacağı bir nokta sakladım. Ölmek üzereyken son nefesimi yanlarında vermek isteyeceğim insanları alacak kadar büyük olan, küçücük bir yer yarattım, ölmek için gidebileceğim bir yer yaptım kendime. İşte bu boktan dünyanın, batan yaşamın tüm pisliği boyumu aştığında, ruhum o kar beyazlığı kaybettiğinde oraya sığınıyorum ben. Gidip annemin dizlerine yatmak gibi, bir meleğin kollarında ister istemez uyuyakalmak gibi... Baban işten gelince boynuna sarılıp omzuna vurmak gibi, eve sağlam döndüğün için müteşekkir olmak gibi, kazandığın parayı harcayamamak gibi, yüzünü en yakın dostunun omzuna gömüp tişörtünün ıslanmasını göz ardı etmek gibi... İşte tüm bu insana has duygularımı kaybetmemek için, içimdeki canavara teslim olmamak için içimde yarattığım o küçücük mekana gidiyorum ben. O canavarın asla ulaşamayacağı yere gidiyorum. Bırak dinmeyecekse fırtına dinmesin...

Bırak gelsin kocaman dalgalar, Tüm o hesapların, boğuşmanın içinde ben, bu geminin tek kaptanı dünyayı kurtarmak için oraya gidiyorum. Bırak kim ne derse desin, beğenmesinler bizi, inanmasınlar, sevmesinler, fındık kabuğu kadar gemimin içinde denizler aşmaya çıkıyorum ben. Evim çok geride artık, kaybolan bir sayfa günlüğümün ta en başlarından kalan. Evim çok uzaklarda artık, yalnızca uyanınca hatırlayamadığım rüyalarımda bir görünüp bir kaybolan. Ve ben şimdi çok uzaktayım... Nerede miyim? Kim bilir? Belki kilometreler kadar uzakta, belki milimetreler kadar yakında. Belki ruhumun içinde kendime yaptığım küçük yerdeyim, belki gemimin kaptan kamarasında gidiyorum ya da belki evimdeyim, çoktan yitirdiğim. Bırak gelsin kocaman dalgalar, bırak dinmeyecekse fırtına hiç dinmesin... Omuzlarım dik, çenem yukarıda. Bırak tuzlu gözyaşların delsin kalbini... Bırak gelsin hayat, bırak dinmeyecekse fırtına hiç dinmesin...

Korksam da endişelensem de ihtiyacım olan tek şey var, ondan gayri bırak dinmeyecekse fırtına, iliklerine kadar gelsin, hiç dinmesin... İhtiyacım olan tek şey, ruhumun içinde tek bir nokta, gölgelerden bir gölge, karanlıktan bir ses işte, o kadar....

Pazar, Ağustos 05, 2007

Bizi Kimse Kurtarmayacak

Hayatımda hiç hissetmediğim kadar yalnız hissediyorum kendimi bu günlerde... Sanki tüm seyirciler, oyuncular, yönetmen, herkes gitti de ben kaldım ışıkçının açık unuttuğu ışıkların altında... Bugün 10 Ağustos'tu... Geçen sene kaderlerimizin geri kalanını öğrendiğimiz gün... Bir saniyesi bile gözümün önünden gitmiyor, hiç gitmedi ki... Ben tüm gece uyuyamamıştım, Barış kırmızı koltuğumun üstünde yatıyordu odamda... O kadar korkmuştuk ki... Sakın yanlış anlamayın başarısızlık korkusundan değil! Biz hiç bir zaman korkmadık ki ondan, hep inandık kendimize... Korktuğumuz şey değişimdi, değişmekti, ütopyanın sona ermesiydi belki... Ve değiştik. Biz farkında olmasak da değiştik, büyüdük belki... Bugün cebimde 5 kuruş para yok, sonuncuları da içtiğim onca biraya verdim, oysa biz demedik mi biz oldukça para bitmiycek hiç bir zaman diye? Biz modern zaman dervişleri değil miydik? Oysa ki kapılarımızın eşiğinden öteye gidemedik... Yine yanlış anlaşılmasın, sitem değil bu, kızgınlık belki ama öyleyse bile Barış'a, benden başka kimsenin benimsemediği en yakın dostuma değil, birbirimize olan tüm pragmatist yaklaşımlarımıza rağmen hep orda olan kardeşime değil, hep orda olan, istesem de gitmeyen,"abi ortamı kurdum gel hadi" diyen adama değil benim kızgınlığım... Benim sinirim hayata belki, bu yalnızlığıma... Bugün 10 Ağustos'tu... Hayatlarımızın değişim yıldönümü... Ve ben bugün hiç bir dostumla birlikte değildim, hiç biriyle... Ve benim bir dostum birkaç gün içinde hayatını tekrar değiştiriyor, baştan hem de, en baştan! Çok uzaklara gidiyor arkasına bile bakmadan, belki arkasında yine benim temizleyeceğim bir bok bırakarak ama ben buna da razıyım... Çünkü belki de onun boynuna bile doğru düzgün sarılamayacağım...Öfkem buna işte, belki de kendime...

Bugün yine hayatımı bombok ettim bir kez daha yapayalnız bıraktım kendi kendimi ama açıp telefonu anlatacak bir tek kişi bile yoktu! Anladınız mı şimdi neden yalnız hissettiğimi... Telefonu kaldırınca şöyle aklıma bir anda gelen hiç bir numara yoktu... Karşıma alıp konuşacağım orta yaşlı bir adam yoktu, orta yaşlı bir kadın yoktu, sahnede yapayalnızdım... Tüm gün bunu düşündüm... 10 Ağustos... Ne kadar da ironik değil mi? Hayatlarımızı parçalayışımızın yıldönümünde tüm hayatım paramparçaydı...


Sokaklarda bomboş, içi boşaltılmış gibi yürürken de sürekli aynı şarkıyı dinleyip durdum...

"...Bu benim sokağımda meydana gelen bir araba kazası gibi,
Ayağımın dibinde kırılmış vücutlar
Ve yolda olan sirenler...
Ama çok geç kaldılar
Çünkü bizi kimse kurtarmayacak..."(*)

Bilmiyorum neden ama o kadar güzel giden dizeler ki ruh halimle, yalnızlığımla birlikte... Bana her saniye her dakika ne olduğumu hatırlatıyor... Hayatımı ne kadar da "istemediğim" şekilde geçirdiğimi anlatıyor... En azından Ağustos ayına kadar olan zamanı ilk kez bir yaz evde geçirdiğimi anlatıyor... Ve bunun suçlusu ben değilim galiba... Ama zaten kim suçlu ki? Kim üstüne alınır bu günlerde?.. Hayatım gerçekten de hiç istediğim gibi değil... Evde hapis, evin içindeki insanlara rağmen yalnız, etraftaki tüm arkadaşlara rağmen paramparça, eski hayatım için yalvarıyorum... İnsan yalnızca ölürken hayatı için yalvarmazmış demek ki...

Galiba yine bir sürü konuyu iç içe geçirdim... Özür dilerim... Umarım tam derdimi anlayan birileri çıkar... hiç bir şey anlamazsanız da saçmaladığım için tekrar özür dilerim... James'in Sirius'u vardı, Semih'in Murat'ı, Laurel'in Hardy'si vardı ve daha bir çok örnek... Ama ben şöyle bir düşününce, hayatımda aynı anlamı karşılamış olan biri sorusunu kendime sorunca bu kavramı beynimde bulamıyorum... Bu yüzden de bir kez daha kaldırıyorum kadehimi hiç tanışmadığım ve tanışıp da kaybettiğim dostlarıma! Şerefinize...

(*) Take It All Away-Cake

Cumartesi, Temmuz 28, 2007

Lasciate Ogni Speranza, Voi Ch’entrate

Dante'nin İlahi Komedya'sının, "Cehennem" bölümünde, cehennemin kapılarında şöyle yazar;

"Burdan geçilir acılar şehrine
Burdan geçilir sonsuz kedere
Burdan geçilir kayıp insanların arasına...

Adalet, yaratıcımı harekete geçirdi:
Beş ilahi güç ilk olarak şekil verdi bana
En yüksek bilgelik ve esas olan aşk ile...

Benden önce sonsuz olan hiç bir şey yaratılmadı
Ve ben sonsuza kadar süreceğim...
Buraya girenler, umudu geride bırakın."

Yeni doğan insan için ne kadar da güzel bir karşılama değil mi? Özellikle son cümle aslında, "buraya girenler, umudu geride bırakın"... Doğum; acı, umutsuzluk bazen de mutlulukla dolu bir sürece ilk adım,ve mutlak bir son olan ölüme doğru da atılmış ilk adım aslında...

Nasıl olsa elimden alacaklar diye bir şeyi sevmediğiniz oldu mu hiç? Bana olur ara sıra, uğraşmam bile... Hayat da böyle ama; bir gün elimizden alacaklar, hiç gözümüzün bile yaşına bakmadan tutup çekip alacaklar... Benim hayatımda olan her şey böyle oldu zaten... Daha doğmamıştım, doğmak için savaştım bu dünyaya, çok zorlandım ve sonunda geldim... Ya sonra ne oldu? Henüz küçücük bir çocukken hayatımdaki en büyük boşlukla başbaşa bıraktılar beni... Ve sonra yerlerine yeni şeyler doldurmamı beklediler... Ve yaptığımı da sandılar! O kadar güzel oynadım ki rolümü, her şeyi o kadar güzel kurguladım ki, sonuna kadar inandılar bana! Hep inanmışlardı zaten, herkes inanmıştı... Ve sonra da memnun oldular, o boşluğu doldurduklarını düşünüp... Kendi pisliklerini benim temizlememi beklediler...

Bazen bazı rüyalar görüyorum... Çok uzak bi diyarda bacak boyunda bir çocuk var... Kocaman bir adamla güzeller güzeli bir kadının oğlu... Bir hayalperest... Küçük bir çocuk belki de sadece... Sonra uyanıyorum ve tüm rüyayı unutuyorum... Ya da sadece unuttuğumu söylüyorum inansınlar diye... Daha önce de dedim ya ben ev olgusunu unutalı çok oldu... Ailemin beni okulun ilk gününe gönderdip dönmemi beklediği yerden taşınalı çok oldu... Kendimi huzurlu hissettiğim son yerden taşınalı çok oldu... Şimdi sadece bir perde, bir sahne ve ben; başrol oyuncusu, Dante'nin ta kendisi! Üç diyara da yolculuk ettim, ama üçünde de ben bendim, ben; bu hayata gelmek için savaşan, ben; rolünü çok iyi oynayan, ve ben; insanların kırılmaz, kurşun geçirmez sandığı ben!

Bu dünyaya niye geldim çok da iyi bilmiyorum ama, o amaç her neyse umarım tüm bunlara değer... Tüm umudu geride bırakıp geldim çünkü, bu hayatı yaşamak için...

Şimdilik tüm söylemek istediğim bu.

Perşembe, Temmuz 26, 2007

When Harry Met Sally

" I love that you get hot when it is -71 degrees out. I love that it takes you an hour and a half to order a sandwich. I love that you get a little crinkle in your nose when you're looking at me like I'm nuts. I love that after I spend the day with you, I can still smell your perfume on my clothes. And I love that you are the last person I want to talk to before I go to sleep at night. And it's not because I'm lonely, and it's not because it's New Year's Eve. I came here tonight because when you realise you want to spend the rest of your life with somebody, you want the rest of your life to start as soon as possible."

Cüzdanımın içindeki bir kağıt parçası ve bir köşesinde yazan replik... Sadece tek bir şey diyebiliyorum çünkü aslında pek bir şey de demek gelmiyor içimden. Ben içimdeki tüm duygulara sırt çevirip saf masumiyete inanmak istediğim zaman çıkarıp bunu okuyorum, her şey karanlıkken, darken bunu okuyorum... Bu benim inanmak istediğim, çocuklarımı içinde yaşatmak istediğim dünyayı başlatan şey belki de... Tek diyebildiğim; "teşekkür ederim!"

Eğer hiç bir şey anlamadıysanız lütfen bir alt yazıya geçin, hiç bir şey zaten sizin anlayışınıza yönelik dizayn edilmemişti...

Perşembe, Temmuz 05, 2007

Ordan Burdan...

Bu yazıyı ilginç bir halde yazıyorum... Öyle ki ilk birkaç dakikam blogger url'sini düşünmekle geçti... Kafam mı güzel? Yazmayalı çok mu oldu? Bilmiyorum...



Bakıyorum çoğu yazımın çoğu kelimesi "bilmiyorum". Gerçekten de bilmiyor muyum? Bilmiyorum... Bazen kafam çok fazla karışıyor işte sadece... Tüm dünya ayağa kalkmış üzerime gelirken kafam karışıyor... Belki de dünya üzerime falan gelmiyor, yalnızca ben abartıyorum, bilmiyorum...



Ama sadede doğru yol almak istiyorum ki sadedin, bağlamaya çalıştığım yerin dahi neresi olduğunu bilmiyorum aslında... Ama ne yapacaksam çabuk yapmalıyım... Bu alkol kanım vasıtasıyla tüm vücuduma yayılıp klavyeyi görmemi engelleyince pek de bir yerlere varamayacağım galiba...



Kuzenim blogu için öksüz diyor bu arada bak aklıma geldi... Benimki onunkinin yanında tam öksüz... Ne ben yazıyorum, ne Godina hanımlar her zamanki yorumlarını yapıyorlar ne de Dou beyler veya Cerosh hanımlar... Hatta hiç birisi de yok piyasada bu aralar... Kim bilir belki de hepimiz topluca ölmüşüzdür an itibariyle? Ya da sadece ben ölmüşümdür... Hımm... Araştırılmalı acilen...



Bu aralar standart sıkıntımın yanında bir takım daha sıkıntı var içimde, bilmiyorum nedir? aslında belki de biliyorumdur, biraz düşüneyim... Yok yok, kesin bilmiyorum... Ama artık gerçekten çok sıkıldım buralardan... Barış yüzünden büyük yolculuğumuz da iptal oldu zaten...(ve bu Ece'yi tahmin bile edebileceğimden çok sevindirdi, hımm...) Üstüne üstlük bir de hava sıcak evde öylece oturuyorum klimanın altında testical kebab... Bundan memnun muyum? Hayır!!! (öyle bir cevap veriyorum ki sanırsın 50'lerin NBC yarışması 21'de 11 puanlık soruya cevap veriyorum...) Tabi ki de memnun değilim... Rüzgarı saçlarımda hissetmek istiyorum... Kendime yeni yolculuk partnerleri bulmalıyım( bir yerlere yaz-ki yazdın da zaten az önce...)



Bu paragrafla diğeri arası saydım tam olarak 23 dakika geçmiş, Ant başta olmak üzere msn kişileri nedeniyle... (direk de atarım suçu-bu kadar olamaz...) Bunu neden söyledim? Mesela siz de okurken burda gidip nescafe yapın, ama nestle'nin olandan değil davidoff olsun, sakın da starbucks'da satılan gerizekalı kahveler gibi olmasın, adam gibi hatta mümkünse zift gibi olsun ve mümkünse pipetle değil, ağzınızla için...



Bu arada bu paragrafla bir önceki arasında geçen sürede de karar verdim(approx. 15 dk) Marmaris'e yazlığa gidicem, hatta gerekirse yalnız gidicem (nasıl olsa mangal ekürisi aynen orda)... Çünkü GERÇEKTEN-ÇOK-SIKILDIM-KIÇIMIN-ÜSTÜNDE-OTURMAKTAN!!! Öhöm...



Bir de bu aralar muallaktayım... İstanbul'a taşınmayı istiyorum, ama sadece İstanbul olduğu için... Kıbrıs'ta kalmayı istiyorum, okulumun bana yararları için... Hoş şimdilik ne kalkıp Kıbrıs'a gitmeyi istiyorum, ne de İstanbul'a gitmek için derslere kasmak istiyorum... Oturuyorum kıçımın üstüne...



Shimdi uykhum gelmeye bashladı... Janım da pek sıkılıyo... Kafam da güsel... -Iyygh nefret ediyorum sizden!.. Aslında yalnızca sizden değil; babasının parasıyla piç olmaya çalışanlardan, piç olmaya çalışan kızlardan, mekanlarda kendini dağıtan tiplerden, otobüslerde "aile var" diyenlerden, ben o müziği dinlemem diyenlerden, kıçıyla içki içenlerden, bununla gurur duyanlardan, sigara içip bununla gurur duyanlardan, cigara içip bununla gurur duyanlardan, daha aslında saymaya kalksam 100 tane post'u doldurucak kadar tipten, alayından nefret ediyorum da aklıma şimdi gelenler bunlardı...

Aynaya bakıyorum... Sıcaktan isilik olmuş sağım solum... Gerçekten sevmiyorum bu havaları... Bir çare düşün Cenk, bir çare düşün... Biri bişey demişti... "bişey bişey bişey bişey(buralarını hatırlamıyorum) bir sivilce bozar güzelliğini" Hah! Nasıl da hatırladım?! Neyse, güzelliğimi bozan bişey yok da sıkıntı veriyor işte sadece...



Galiba bu yazıyı uzattım... (ya da aslında uzatmadım-ki blog benim zaten!) Buralarda bir yerde keseceğim zaten... Uzaylılar var mı, alkol bana zararlı mı, beni arayan var mı ki bulan olucak? Sorularına cevap aramalıyım... Şizofrenim üç level daha alıp da büyürken ve siz de yavaş yavaş uyuklarken monitör başında size bir anda aklıma gelen şu replikle farewell diyorum... Belki ben de aynı şeyi yaşıyorumdur...



"Flux Kapasitörü!!! Evet, başımı çarptığımda tam olarak aklıma gelen buydu Marty!"



P.S. "Houston, bir sorunumuz var"da diyebilirdim ama bu aralar sevdiğim sci-fi filmi o değil,bu...

Pazar, Temmuz 01, 2007

Dünyanın Ucunda

Tam dünyanın ucunda durdu çocuk. Aşağı bakmaya cüret edemezdi, yukarıya hiç... Sadece durdu öylece çocuk... Abaküsler vardı aklında, alfabeler vardı... Ön sırada oturan saçları örgülü kız vardı... Yeni ayakkabıları vardı, tertemiz pasparlak ayakkabıları... Şimdi çamurla kirlenmiş ayakkabıları... Bacakları vardı aklında... Bembeyaz, rüzgarda koşan bacakları... Şimdi yaralarla parçalanmış bacakları...

Dünyanın tam da ucunda durdu çocuk... Üstündeki kazağı vardı aklında... Annesi gibi kokan kazağı... Onu koklarken gözlerini kapatırdı hep ama şimdi gözlerini kapatmaya cesareti yoktu... Hele açmaya hiç... Gözlerini kısıp güneşe bakarken gelecek vardı çocuğun aklında... Ama ne geleceği düşünmeye mecali vardı, ne de geçmişi hatırlamaya... Hele bugünü yaşamaya hiç...

Dünyanın ucunda dururken düşündü çocuk... Aklında büyük büyük insanlar vardı... Onu görmeyen insanlar, bir yerlere koşan insanlar, çirkin insanalr, güzel insanlar, iyi insanlar, kötü insanlar... Hiç birinin peşinden gitmeye niyeti yoktu çocuğun, yerinde durmaya hiç...

Dünyanın ucunda durdu çocuk... Aklında binlerce olasılığın en olmazı vardı belki... Binlerce yolun en çıkmazı... Dünya neydi ki zaten? Dünya onun için ne biçimdi? Tüm yollar Roma'ya çıksa onun için ne fark ederdi? Evinin arka bahçesine çıksa ne fark ederdi? Yüzünü buruşturdu çocuk...

Kendi diyarında bir kraldı çocuk... Savaşçıların en heybetlisi, yiğitlerin en yiğidi... Kendi diyarında bir kraldı o... Kendi hayallerinin kahramanıydı... Düyanın ucunda bir kraldı çocuk, belki de bir dilenciydi... Aslına baktığımızda onun için ne fark ederdi ki?

Ellerini açıp ellerine baktı çocuk... Kirli ellerine baktı... Annesi onu böyle görse ne derdi? Hayır, görmemeliydi, hemen soktu ellerini cebine...

Tanrı'nın sınırlarında durdu çocuk, tam dünyanın ucunda, evinin bahçesinde, yakıcı güneşin karşısında durdu... Ağzını açtı bağırmak için, sesi çıkmadı... Denemekten vazgeçti çocuk... Belki de geçmedi ama hiçbirimize söylemedi...

Pazar, Haziran 24, 2007

Distorted Waves

Nasıl olduğumu şu an nasıl açıklasam ki size? Ya da açıklasam mı ki acaba? Kesin bir yargım yok bu konuya ama canım konuşmak istiyor işte... Kafamın içinde distortionlı gitarlar çalınıyor sanki, göz bebeklerim bağırarak patlamak istiyor ama ben yalnızca yerimde oturuyorum, çok sinir oluyorum...


Bu aralar gitmek istiyorum, gidemiyorum... Elim kolum bağlı mı? Kİm bağlıyor, neden gidemiyorum? Bilmiyorum...


Uykusuzluktan kan çanağı olmuş gözlerimi ovuşturuyorum şimdi ve bana yorgun olduğumu hatırlatıyorlar... Hatta tüm bunlar bana eski bir şarkıyı anımsatıyor...


"Hepsiyle savaşacağım...
Yedi ulusun ordusu tutamadı beni...
Arkamda zaman geçirerek kendilerini parçalayacaklar...

Ve geceleri kendimle konuşuyorum,
Çünkü unutamıyorum...
Aklımın içinde ileriye ve geriye
Bir sigaranın ardında...
Ve gözlerimden gelen mesaj
Bırak gitsin diyor...


Hiç bir şey duymak istemiyorum!
Herkesin anlatacak bir hikayesi var...
Cehennemin köpeklerinden İngiltere kraliçesine kadar
Herkes her şeyi biliyor...


Ve eğer gelirken yolda onu yakalarsam
Sana getireceğim...
Biliyorum duymak istediğin bu değil ama
Ben tam olarak böyle yapacağım...
Ve kemiklerimden gelen bir his
Artık bir ev bul diyor...


Witchita'ya gidiyorum...
Bu operadan çok, çok uzağa...
Samanı çalıştıracağım
Tüm deliklerimden ter gelene kadar...
Ve Tanrı'nın önümde kanıyorum, kanıyorum, kanıyorum...
Tüm kelimeleri kanatıp akıttığım zaman
Şarkı söylemeyi keseceğim...
Ve kanımdan çıkan buharlar
Artık eve dön diyor..." (*)



Her zamanki gibi siz sevgili okurlar için bir çeviri yaptım şarkının kendisini yazmak yerine... Bu şarkıyı şu an çevirip çevirip tekrar dinliyorum... Çünkü her satırda bağırarak söyleyecek bir şeyler bulabiliyorum... Bu aralar o kadar yorgunum ki... Gerçekten de artık evi bulmalıyım... Ev nerde? Nerde? Evde kim var? İnanın hiç birini bilmiyorum... Son baktığımda orada duruyordu öyle hatırlıyorum...


Ama dedim ya çok yorgunum eve ihtiyacım var... Sonunda gözlerimi kapatabileceğim bir yere ihtiyacım var...


Belki de hiç bulamayacağım evimi... Belki ben çok önceleri evimi yaktım, belki de evim çok önceleri beni içinden attı... Belki ben evimi sokağa attım, belki evim benden bıktı ve beni çöplerle birlikte dışarı çıkardı... Belki de ben sadece evimi kaybettim...



Aklım çok karışık bugünlerde... Tek bildiğim artık kendimi taşıyamadığım yollarda... Aklımın kıvrımlarında kendime yol gösteremediğim... Artık hiç uyuyamıyorum... Aynı düşüncelerle uyanacak olmaktansa uyumayıp hep düşünüyorum... Bir gün bir yerde buluşucam tüm kaybettiklerimle...

Ve şimdi gidiyorum bu operadan çok, çok uzağa... Kendim dışında her şeyden kurtulabilmek için... İzninizle...

(*)Seven Nation Army-The White Stripes



Perşembe, Haziran 21, 2007

Farewell Mates...

Ne kadar zaman oldu Kıbrıs'a gideli ben? Hatırlamıyorum pek ama gittiğim günü adım gibi hatırlıyorum... Babam vardı işte, ilk gece hayatımızda kaldığımız en kötü otelde kaldık, ikinci gece daha da kötüydü yurt odasında sonraki üç ay için babamla son kez aynı yerde kaldık, ve sonraki gece daha da kötüydü hayatımda ilk kez ailemden kilometrelerce uzakta yattım... Neyse, bu pek de önemli değil demeliyim burda yazının selameti için ama demiyeceğim... Çünkü ne bileyim işte düşünüldüğü kadar kolay olmuyo bazı şeyler...


İlk dönemler cehennem gibi sıkıcıydı işin doğrusu... Tüm dostlarımdan, ortamımdan, bildiğim topraklardan koparılmıştım çünkü... Çok rahatsızdım, ne bileyim seviğim insanlar yanımda değildi, pişmanlığım vardı, huzursuzluğum vardı... Bu yüzden hayatımda bolca şarap ve vodka vardı... Yeni yeni baş gösteren insominam vardı falan filan işte... Zaten o dönemlerde yazdığım yazılarım da pek çok şeyi açıklıyor... Neyse sonraları hayallerimle tanıştım... Kimilerinin nefret ettiği şu kör hırsımla tanıştım... Bir oku yaydan hedefe fırlatınca okun yön değiştirmden gitmesi gerektiğini öğrendim... Öyle bir hırstı ki bu gözlerimi kapatmayı öğrendim tüm canımı sıkan olgulara karşı... Ama sadece hırsım oralarda yaşamama, kendimi korumama, aklımı yerinde tutmama yardımcı olamazdı tabi ki( aklımın pek de yerinde olmadığı doğru olabilir, ne olmuş ki?)... Bu yolda edindiğim birkaç önemli dostum da her zaman istese de istemese de,ben istesem de istemesem de yanımdaydı... Bu yazı belki de onlara bir tribute olmalı bilmiyorum ama birkaç fotoğrafla devam etmek istiyorum...



Atıl... Vazgeçilmez dostum Kıbrıs'taki... Özellikle o ikişer şişe şarabı içtiğimiz geceki halimizden sonra daha da birer kardeş gibi olmuştuk... Bu da çizim dersi maceralarımızdan birisi... De o bıyıklar ne be abi? Soğuktan korunmak için yapmış olmalıyız gerek diyorum ve muhabbeti bağlıyorum... Ama hiç unutamam kütüphane, elektronik müzik, akdeniz 412, atıl, ben, muhittin böcek, hiç unutmayacağım be dostum... O şarap şişelerini, -3 derece havada donmadan t-shirtle duruşumuzu unutmak mümkün mü? Zaten daha senelerimiz geçicek oralarda...








Soldan başlayarak; Ali Galip, Erkin, Nevzat ve Mert. Erkin zaten oda arkadaşım... Hayatımda ilk kez aynı adamla aynı odada bu kadar uzun süre yattım, tüm acılarımı paylaştım ve onun tüm acılarını da tabi... Nevzat ve Mert baş arızalar zaten her konuya arıza çıkarmalarıyla ve Ali Galip... Onu anlatmam çok zor... Nefis adam Atıl'ın deyişiyle... Geç bulunan dostlardan kendi deyişiyle de...Mafya, Bebek, Al Capone, şişman, aşçı falan filan... Zaten şu an tek aklımda olan bana veda ederkenki son sözleri; "Oğlum Cenk lan... Gömse miydik sence?"...


Bu da Yasin... Aslında Yasin'le ilgili de pek çok şey söyleyebilirim ama kısa keseceğim... Nasıl anlatsam... Çok kavga etmişliğimiz, fikirlerini çok dışlamışlığım vardır kendi bünyemden Yasin'in ama ne bileyim belki Doğuş'un dediği gibi ortak geçirdiğimiz vakti bir kenara atamayız... Kaleci Wakabayashi, Kakashi'yi Gaara döverin Kakashi destekleyicisi(ben tabi ki her zaman Gaara döver diyorum, döver de...), tembel adam, 2 de kahvaltı eden koala, iş yaptırmayı seven insan( bu son 3 özellik yüzünden bi gün bi temiz dövücem o ayrı...), yedek anime partnerim ve daha bir sürü şey... ( Ayrıca bleach çok kral anime oğlum laf ettirmem hadi ordan!)
Ve bu da Ajdar'ların sonunusu Doğuş... Burada bir kimya lab. maceramız sırasında aldığımız bir görüntüyü göstermek istedim... Doğuş'la da o kadar çok hayalimizi paylaştık, geceler boyu o kadar çok konuştuk ve bana o kadar çok ingilizce ödevini yaptırdı ki ne kadar anlatsam az okuyucular... Sabahladığımız ve ders çalışmadığımız her sınav öncesi gece için kendisine lanet ederken onun da şu sözleri kulağımda; "Eh be abi şu hocalar not düşse ya şu defterlere; eğer finaller için son gece sabahlıyosanız buralara çalışmayın, zaman kaybedersiniz burdan sormayız... Valla hepsini çalışırsak bitmez oğlum Cenk..."



Resimleri olmadığı için buraya koyamadığım Ajdar'lardan da özür diliyorum... Yoldaşlarımız Makine'nin ilk 11 Ajdarlarından; Özgün,Cemal,Bilge,Ahmet,Seçkin ve diğerleri... Hepinize eyvallah, hepinize teşekkürler... Neden mi? Bu noktada bir soru daha soracağım çünkü bir sonraki bu cevap iki sorunun cevabı... Neden bu adamları yazdım bu kadar uzun? Neden Barış değil? Pis 7'li değil de Kıbrıs'taki dostlarım? Çünkü ben bu adamlarla yalnızlığımı paylaştım... Biz bu adamlarla evlerimizden uzakta birbirimize destek olarak yaşadık... Yeri geldi paramızı paylaştık, yeri geldi yemeğimizi, yeri geldi derdimizi... Hepinize eyvallah beyler, hepinize teşekkürler yanımda olduğunuz ve olacağınız için o kilometrelerce uzaktaki topraklarda...


Ve son olarak da Kıbrıs'ın ilk senesine veda... Yine başlangıçtaki gibi babam vardı yanımda... Ama bu sefer o ücra otelde değil Girne'de çok güzel bir oteldeydik... Yine de ne fark ederdi ki? Kıbrıs'tan gidiyordum kısa bir süre için ve yanımda en yakın dostum vardı... Korkularım geçici de olsa geride kalmıştı... İşte o son haftasonundan bir görüntü... Niye koyuyorum bilmiyorum ama "madem Girne'deyiz, güneş, deniz, liman falan filan... Neden sarhoş olmuyoruz ki?" adını verdiğim bu çalışmayı da sizle paylaşmak istedim...



P.S.: Babam da ben de kör kütük sarhoştuk... Ve evet ayrıca göbeğim var ama onunla ilgili bakım-onarım çalışmalarım başladı...

Dükkanı Açtık Yeniden...

Amanın da!!! Teeeaaah en son ayın bilmemkaçında yazı yazmışım ben buralara... Şimdi de teee ayın kaçları olmuş... (Evet aslında tarihler üzerinde kesin bir yargım olmadığı için böyle salak cümleler kuruyorum sevgili okuyucular...) Ama sonunda silkindim ve kendime geldim! Hemen şimdi başlıyorum yeniden yazmaya tabi henüz okumadıysanız geride kalan kırk küsür yazıyı okuyarak başlayabilirsiniz hemen ben yenilerini yazadurayım...

Bir de bloguma ilk kez girdiyseniz ve benle bi ilginiz yoksa bana karşı bi gıcığınız varsa falan salak salak commentler bırakmayın,yayınlanmaz zaten, anlamadığınız yazılara balık balık bakarken klavyelerinize salya akıtmayın ok? Biraz sert oldu ama sevgili okuyucu sıkıldım bu bana küfreden gizemli comment yazarlarından yahu... Bir de sırf beni gıcık etmek için blog açıp hevesi geçinceye kadar yazı yazanlar var onlara da şiddetle güldük gençler hadi bakalım...

Neyse uzun lafın daha da uzunu; yeniden klavyemin başındayım galiba biraz daha içimdekini akıtmak ya da geyik yapmak için...

Cuma, Haziran 08, 2007

Hiç Bir Şeyin Önemi Yokmuş Gibi Devam Et...

Yine müzik dinleyip yolda boş boş yürürken aklıma yine bikaç düşünce aynı anda doluştu... Öyle dalgın dalgın yürümeye devam ettim aklımda dönüp duran bir sürü şeyle yine...


Anne, seni ağlatmak istememiştim,
Eğer yarın bu zamana dönmezsem
Hiç bir şeyin bir önemi yokmuş gibi yaşamaya devam et, devam et...
Vakit çok geç, zamanım doldu
Bu düşünce beni titretiyor
Tüm vücudum ağrıyor...
Elveda herkese, gitmeliyim...
Hepinizi geride bırakıp gerçekle yüzleşmeliyim
Anne, ölmek istemiyorum...
Bazen keşke hiç doğmasaymışım diyorum...(*)


Tabi aslında şarkı ingilizce ben sizin için ufak bir çeviri yaptım, neyse konumuz bu değil şimdi...

Bazen düşünüyorum da Sofokles o kadar güzel söylemiş ki "Belki de hiç doğmamış olmak bahşedilebilecek en büyük lütuftur..." diye... Bu sözün üzerine laf bile edilmez aslında ya yine de var bir iki lafım... Düşünmeye devam ediyorum yürürken... Bu kadar acı, bu kadar üzüntü veya bu kadar sevinç neden diye... Sorgulamıyorum, yalnızca düşünüyorum... İnsan yüzü neden asılır ki? Kimse bana burda nasihat veren yorumlar yapmasın şimdi yayınlamam çünkü... Yok üzülmezsek sevinemeyiz ki bilmemne... Düşündüğüm şey çok farklı... Bilmiyorum işte ya... Yürümeye devam ediyorum...

Yine çok yorgun, durgun dönemlerimden birindeyim... Bohemian Rhapsody çaldıkça sevdiklerimi, dostlarımı, biraz da şarkıdan dolayı annemi düşünüyorum belki... Gerçekten de onu ağlatmak istemezdim, gerçekten eğer yapmışsam kimseyi hayal kırıklığına uğratmak istemezdim, elveda demek istemezdim kimseye, ölmek istemezdim, kimse ölsün istemezdim, kimseyi bırakıp gitmek, kimseden ayrı kalmak istemezdim... Ama hayat bu, seçim bu, yol bu işte... Küçük bir çocuk gibi buna mızmızlanmak yerine bir şeyler yapabilmeyi isterdim ya, elimden ne gelir ki?

Hayallerime karşı koymak elimde mi? Dünyayı ekseninden, yörüngesinden çıkarmamak elimde mi? Bence değil... Hepimizin bir doğum amacı varsa ben benimkinin ne olduğunu az çok tahmin edebiliyorum... Bunu yaparken herhangi birini üzdüysem üzgünüm, yarın gidiyorsam üzgünüm, eğer bir daha yüzünüzü göremeyeceksem üzgünüm... Anne... Üzgünüm gözlerinden gelen yaşlar için... Üzgünüm... Belki bir gün, ölene dek yollarımızı ayıracağım için bazılarınızla... Gerçekten üzgünüm hep dediğim gibi daha basit biri olamadığım için... Ve eğer bazıalrınız için umudu kaybettiysem, umut edecek kadar bile değeriniz yoksa sizin için de üzgünüm... Üzgünüm, kendim için... Bu dünyaya doğduğum için... Kocaman boyumdan bile daha uzun hayallerle tutuştuğum için... Ama mutluyum da... Baba... En yakın dostum... Mutluyum... Sana verdiğim tüm sözleri tutacağım için... Anne, mutluyum... Her damla göz yaşın için kendimi hayallerime daha da adayacağım için... Ve yollarda geride kalan dostlarım, mutluyum... Çünkü ölüm var en sonunda ölüm! Biz onu sevinçli kucaklarla karşılarız... Bizi o ağacın altında buluşturacağı için... Umarım o kadar beklemek zorunda kalmayız... Ve mutluyum... Bu dünyaya doğduğum için... Bana kocaman boyumdan daha büyük hayaller kurma fırsatı verildiği için... Mutluyum, kendim için... Belki yarın yine kalkıp gideceğim için... Çünkü hayat bu, seçim bu, yol bu işte...


Anne, eğer yarın bu zamana dönmezsem hiç bir şey olmamış gibi yaşamaya devam et, devam et...

(*) Bohemian Rhapsody - Queen

Perşembe, Haziran 07, 2007

Post Mortem

Ölüm; basit olgu aslında düşününce... Bununla ilgili daha önce bir kaç defa yazdım... Ama merak ediyorum öldükten sonra ne olur acaba diye? Belki hepimiz o hikayedeki yaşlı cüce Flint gibi en sevdiğimiz ağacın altında oturup dostlarımızı bekleriz, belki Raistlin gibi sonsuza dek uyuruz... Bana kalsa ben Flint gibi beklerken elimin altında şarap şişem kulağımda kulaklıklarım oturup müzik dinlerim... Kaç yıl sürdüğünün pek de önemi yok... Hem duyduğuma göre orda zaman hızlı geçermiş... Zaten tanışmaya can atacağım bir sürü insan olacağından da eminim...

Sonra yine birlikte çıkarız yola yol arakdaşlarımla... Yine birlikte adımlarımızı atarız... Zaten onları yanıma bağlayan yeminlerinden dolayı yanıma gelmeleri pek de uzun sürmez... Belki çok istediğim sepetli motorum da olur bu sefer... Biner ve patırdayan motorun gürültüsünde yine gün batımına yol alırız... Yolda Sem Amca ve Edward'ı görürüz belki... Onlar da yolcu ya zaten? Onlar da yine yollarda 17 yaşında İzmir delikanlıları... Nasıl derdi Mazhar şarkıda? "Biraz deniz, biraz uyku... Bütün istediğim buydu..." Buluruz kendimize yine bir kumsal ve yine uzanırız kumlara yıldızlara bakarken yine gökleri izleriz ve yarın şarabı nerden alacağız diye düşünürüz... Eğer bazılarının anlattığı gibi cennet insanın en güzel anının tekrar tekrar yaşamasıysa bu cennet olur... Şayet bizi haklı sebeplerden cennete almazlarsa da cehennemi deneriz bu sefer... Ne fark eder ki?

Post Mortem benim için bunu ifade ediyor düşününce galiba... Bilmiyorum hiç biri olmayabilir de... Ha, ilk gidince Tanrı'ya iki çift lafım var sormak istediğim o ayrı...

Bir de acaba giderken öldüğüm gibi mi gideceğim? Post Mortem de vücudun katılaştığını var sayıyorum, bir de belki istediğimiz gibi ölemeyiz? Yüzümün katı olmasını ve ifadesini kaybetmesini istemem, ve eminim çok bozulurum, badi de bozulur tabi ki... Ne de olsa Marilyn Monroe ile falan tanışacağız...

Eğer ölüm hayatta yaşayamadığım tek maceraysa ölüm insanın yaşayabildiği en büyük macera olmalı... Çünkü yaşayabilmek için tek şansın var bunu... Ne güzel ironi? Ölümü yaşamak... Ama bence bu çok doğru, kelimelerin önemi yok... Bu son bir maceraysa bırakalım da post mortem en şanlı maceramız, en büyük yolculuğumuz olsun vakti gelince...

Çarşamba, Mayıs 30, 2007

Düşçü...

Ben genelde sevdiğim, anlık duygumu en iyi yansıtan şarkılarla giriş yapmayı severim... Ama bu sefer bi şarkı yerine sevdiğim bir yazarın sözleriyle giriş yapmak istiyorum...

"Bir "düşçü" olarak hatırlanmak isterim- kendisinin ötesine gidebilmek, etin ve kanın ötesine gidebilmek, hatta yaşamın ötesine gidebilmek ve böylece düzensiz gibi gözüken bir evrende, bir çeşit düzen yakalayabilmek için hayalgücünü kullanan bir düşçü. Hayalgücümü bir anlam vermek için kullanıyorum..." -Clive Barker

Neden mi bununla başlamak istedim? Bilmiyorum... Daha doğrusu bazen bazı yerlerden ilham alıyorum yazmak için bu sefer de ilham Barker üstattan geliverdi işte...

O kadar güzel söylemiş ki aslında ifade etmek istediklerini... O sözlerin içnde kendime de anlamlar buldum... Etin ve kanın ötesine gidebilmek... Bu ölümsüzlüğün ta kendisi değil midir?

Hep anlatır dururum büyük düşlerimi... Hep onları bir sonuca bağlamaya çalışırım... Bazen düşnüyorum galiba sonuç bu, varmak istediğim nokta bu... Bir anlam verebilmek... Sınırsız bulduğum hayalgücümle bir anlam verebilmek... Kendimin ötesine geçmek belki gerçekten, Büyük Yaratıcı'ya biraz olsun yaklaşabilmek...

Katillerin ünlü sözlerini okumuştum bir yerlerde... Birisi demiş ki; "Kurbanım olan kadının boğazına yaslanıp da bıçağı elime aldığım an, işte o an Tanrı benim!! Neden mi? Çünkü yaşama veya öldürme yetkisi benim elimde, benim kararım dahilinde..." Çok düşündüm bunu... Ne kadar da sapıkça bir düşünce... Ama yine de bir yerde Yaratıcı'ya yaklaşma çabasını takdir ediyorum... Çünkü bu çaba Yaratıcı'yı nasıl algıladığımıza göre değişir ve bir katilin nasıl algıladığını da böyle görebiliriz...

Ben Tanrı'yı oynamak istemiyorum... Bunu kim ister ki? Benim istediğim şey; beni yaratanı geçmekten çok O'nun diğer yarattıklarını geçmek... Neden mi? Eğer hepimiz eşit yaratıldıysak neden mi bu geçme çabası? Belki bilmiyorum, belki çok iyi biliyorum tam olarak bir fikrim yok. Ama bir anlam yüklememe gerek de yok, tek istediğim sınırları zorlamak ve bu dünyaya gelişime bir anlam vermek... İşte hayallerimin başlangıç noktası... Aklımda dönüp duran binlerce, milyonlarca düşüncenin çıkış noktası... Neden mi? Çünkü ben bir düşçüyüm...

Pazar, Mayıs 27, 2007

Çırpındıkça Batan Bir Rüya Bu...

Yeşil bir deniz, uçuyor duvarlardan...
İçeriye yıkılıyor camlardan sarhoş bir rüzgar
Zemin; düşen bir tarla...
Beyaz gölgeler içimde çemberler çiziyor...
Beklenti...

Batan bir dünya bu...
Yıpranmış çamların ardında, her bir evin kafatasında
Fırıl fırıl dönüyor kör bir öfke...
Batan bir dünya bu, bir kuşkuyu alıyor ellerime
Batan bir dünya bu, etime...

Yanıp yok oluyor bir cümle
Tümce doğuruyor...
Bense bir desenden başka bir şey değilim
Balık sırtına çizilmiş...


Batan bir dünya bu, batmış etime...
Yağmur sonu birikintilerde yüzen bir balık...
Sırtına çizilmiş...
Batan bir dünya bu!
Batmış etime...


Bense bir balık sırtına çizilmiş bir desenden
Bir de senden bir desene...
Bir de sensen...
Sen desen, ben başka bir şeysin...


Yırtıldıkça bütün mavilerin turuncuları
Kayboluyorsun bu gölgelikte
Sonsuzluktan bahseden gölgelerle...
Sonsuz...


Ölülerin sesleri sonsuz, ardıç kuşunu susturacak kadar...
Sessiz ve derinden, sessiz ve kimsesiz
Kör bir öfke...


Batan bir dünya bu...
Çırpındıkça batan bir rüya bu...


Batan bir dünya bu
Çırpındıkça battığın bir rüya bu...
Detone detone haykırışlarına karışan
Güya bu.(*)

Ben daha ne diyebilirim ki? Siyasiyabend yine... Ve o kadar güzel yazılmış bir şarkı/şiir ki... Dinlerken dalıp gitmemek dalıp gidip kendine geldikten sonra da tekrar dinlememek için başa almamak mümkün değil... Daha denecek şeylerim anlatılacak hikayelerim bile olsa bunun üzerine anlatmak istemiyorum şu an... Çünkü dalıp gitmek istiyorum...


(*)Siyasiyabend-Birdesen


Cumartesi, Mayıs 26, 2007

Pis 7li Revisited or It's been a long time mates?

O kadar uzun zaman oldu ki "bizim çocuklar"la şöyle bi toplanıp oturup konuşmayalı... Geçen reklamlarda gördüm "Kavak Yelleri" diye dizi çekiyorlarmış... Hem de bizim lisede geçiyo hikaye- 60.Yıl'da!!!

Biz de Mert'le oturduk baya konuştuk keşke biz de oynasaydık falan geyikleri geldi aklımıza... Uzun uzun yad ettik...

Nerden esti diyeceksiniz? Dizinin reklamını izlerken taa zamanında duvara yazdığımız "Pis 7li Üniversiteye Gitti Gelicek" yazısı çarptı gözümüze... Bi fena oldu içlerimiz yahu... Oysa ki hiç bitmeyecek gibiydi lise... Piçliğin sonu asla gelmeyecek gibiydi... Ama bitti işte... Bu noktada susucam ve Mert'in yazdığı yazıdan bir alıntı yapıp öyle devam edicem yazıma...

"Lise nedir? Lise bir grup gencin belirli bir ortamda toplaşıp yaramazlık yapmasıdır ki bunu müdüriyet denen kutsal birlik “ disiplin ” ile ödüllendirir. Hepimiz liseyi okuduk neler atlattık kimbilir? ( Neden böyle duygusal yazıyom lan direk konuya gireyim ben ) Sizin yapamadığınızı yaptık ( OH BE rahatladım )... Müdürü tehditte ettik, müdür yardımcısının odasının önünde sigarada içtik, sıkılınca okuluda yaktık, azınca temizlik odasına kız da attık kısaca okulun ağzına sıçtık. Hiç örnek adam rolü yapamıycam. Böyle yaşayın lan liseyi müdüriyet illalah desin sizden ama abartmayın da nerde durcağınızı bilin mesela kendi çişinizi içtiğiniz için atılmayın okuldan."

Böyle bişeydi işte lise bizim için... Çünkü biz Pis 7liydik... Biz efsaneydik... Her şeyin en ortasındaki hiç yakalanmayan, yakalansa da kurtulan suçlular... 60. yıl'ı süsleyip Kabataş formatına sokun dizi çekin ne fark eder ki? Biz olmadan olur mu hiç? Neyse, ben yaşlandım artık galiba ya çok eski zaman yad etmesi modundayım yine bu gece... Şimdi aklımda o günlerden yaptığımız şeyler, kurduğumuz sonsuz yüce dostluklar var... Ve asla bitmeyecek, silinmeyecek... Mutluyum, çünkü istediğim her şeyi yaptım galiba lisede(hemen hemen belki de emin değilim)...

Bu yazıya kadim pis 7li nin adlarıyla ve şu resimle veda ediyorum...



Ata, Anıl, CemDeniz, Cenk, Doğuş, Erdal, Mert, MustafaCan(Mcan)

DipNot: Tam bu yazının yayınlanacağı sırada Mert'le isimleri sıraya sokarken saatten midir nedir eksik saydık ve tam sonrasında gelen "Oğlum bu kadar senedir Pis 6lı'ymışız da 7li zannediyomuşuz kendimizi lan..." geyiği müthişti ikiye ayırdı bizi...

Cuma, Mayıs 25, 2007

Gidiyorum Sizin Olsun Buralar

Nasıl başlasam ki? Tam iki saattir monitöre bakıp da bunu düşünüyorum... Kafamın içine balyozlarla vuran düşünceleri neresinden tutsam da çekip yazsam? Aslına bakılacak olursa hala bilmiyorum başlamış olmama rağmen... Bunlar kafamda dönerken açtım en sevdiğim filmlerden birinin en sevdiğim sahnelerini karıştırmaya başladım... (hayır gecenin bu saati oluşundan dolayı Tinto Brass'ın Cheeky' si gelmesin aklınıza gayet de Fatih Akın'ın Crossing the Bridge'i...) SiyaSiyaBend' den "Dede" o kadar güzel bi laf etti ki orda... "Sokak; çok romantik bir şeydir abi, bunu yaşayan adam bilir... Taş yani... Taş taştır... Oraya kafayı koyduğun zaman anlarsın taşın taşlığını..." Düşünüyorum da ne kadar anlamlı sözler... Özellikle de dün sabah yazdıklarımla da bağdaştırınca... Ve tüm bunları düşününce yine içimdeki gitme isteği kabarıyor...

Ben galiba sıkıldım ya bu aralar... Dönüp durmaktan sıkıldım... Bir robotun işini yapmaktan sıkıldım... Hem oku hayatımda hem özel hayatımda rekabet etmekten sıkıldım insanlarla... Belki bu son dediğimi yapım gereği engelleyemiyorum... Ama çok sıkıldım... Ve işte tüm insanları bir yapan o hemzemin ortamı çok özledim... Sokağı... Beni diğerlerinden ayıran tüm vasıflarımı çok sevsem de, o vasıfları sıfırlayan o ortamı çok özledim...

Ben, galiba, gerçekten çok sıkıldım bu aralar... Sıkıntımı atacak yerler ve insanlar ararken daha da sıkıldım... Anlamsız bir koşuda en önde yer almaya çalışmaktan sıkıldım...

Ama az kaldı... Sesleri duymaya başladım bile... Hayatımı düzene sokamama az kaldı... Biraz daha bunalım belki biraz daha sıkıntı... Biraz daha karartı ve biraz daha gölge... Ama hepsini bir sonuca bağlamama az kaldı... Bunu hissediyorum... Buz gibi suyun altında ıslanırken, yakan güneşin altında kavrulurken, odamda yüzüm avuçlarımın içindeyken bunu hissediyorum... Az kaldı...


Ve, bilmiyorum neden, bu noktada da şu şarkının sözlerini yazmak istedi canım... Konuyla belki biraz derin düşününce ilgisi var, belki ruh halimle ilgisi var, belki de sadece sözleri çok basit ama çok güzel... Yine kesin bir fikrim yok... Herneyse...

Ela gözlerini sevdiğim dilber
Gidiyorum sizin olsun buralar...
Ah çekerim kara bahtım ezilir
Eksik olmaz şu sinemden yaralar...

Çay küçük ama vermez avını
Sen erittin yüreğimin yağını
Sarayıdım yar'in usul boynunu
İsterlerse kollarımdan kırsınlar...

Karac'oğlan der ki halimiz nice
O yar'in sevdası gönlümden yüce...
Sarayıdım yar'i bari bir gece
İsterlerse kefenime... Sarsınlar...(*)


(*)Karac'oğlan türküsü-Ela Gözlerini Sevdiğim Dilber (SiyaSiyaBend)


"Gidiyorum sizin olsun buralar..."

Perşembe, Mayıs 24, 2007

Yolculuk Nereye Bu Sefer?

İyice monologa dönüştüğünden neredeyse emin olduğum bu blog denemelerimden birini daha yazarken yine bir şarkıyla başlamak istiyorum...

Hiç hiç bir şey bilmiyorlar
Bilmek istemiyorlar...
Hiç hiç bir şey görmüyorlar
Görmek istemiyorlar...
Şu cahillere bak dünyanın sahibi onlar...
Onlardan değilsen sana zalim derler,
Onlara aldırma Hayyam, dostum...
Dostum...
Hiç hiç bir şey bilmiyorlar
Çünkü bilmek istemiyorlar...
Şu cahillere bak dünyanın sahibi de onlar...(*)


Bu aralar neden bilmiyorum (belki de biliyorum, bilmiyorum...) bir şeylere ihtiyacım var... Damarlarımda dolaşan, ordan beynimin kıvrımlarına akan aynı duygu... Kalbimden çıkıp ruhumu okşayan... Sabah rüzgarının boynunu okşaması gibi... Son paranı biraya verip yanındaki dostunla aynı şişeden içmek gibi... Ya da hepsi birden.... Tam bir fikir sahibi değilim... Bu duyguya bazen yalnızlık diyorum... Bazen ruhun açlığı... Bazen de bi ad veremiyorum... Ne olursa olsun orada öylece duruyor...

Bir de bu aralar ölümü düşünüyorum... Son zamanlarda olan bir kaç olaydan sonra yakınımdaki insanlara daha da sıkı sarılıyorum...( iyi ki varsınız hayatımda bitanecik babanne ve sevgili badi... siz olmasanız çoktan kaybolurdum galiba) Ve en yakınını kaybeden dostumun gözlerinde beni bırakıp gittin ifadesini görüyorum... Daha da çok söz veriyorum , ben bırakıp gitmiycem... Çünkü bu öyle boktan bi duygu ki anladığımı asla söyleyemem, hayalini dahi kuramıyorum...


Tüm bunları uzun süre düşündükten sonra aradım kadim yol arkadaşımı ve rüzgarın sonunda yeniden aynı yönden estiğini söyledim... O da hissetmişti... Yol çizgilerini saymak için vakit tekrar gelmişti...

Hemen küçük çaplı bir ön program yaptık... Ekipmanlarımız belli... Hasır, bir kaç parça giysi, 104 tane oyun kartı falan filan... Üssümüz belli, rotamız her zamanki gibi değil... Ne zaman oldu ki?

Şimdi yol yine çağırıyor... Aynı şeyi tekrar damarlarımda hissediyorum... Bu insanın ne içki masasında, ne bir kadının kollarında, ne de evinin sıcak huzurlu ortamında hissedebileceği bir şey... Bu yol çünkü, bu kaldırım, bu taş, bu kumlarda yarın nereye gideceğini bilmeden yatarken hiç de iplemeden yıldızları izlemek... Bu, gerçekten vazgeçtiğin anda bir ezgi mırıldanıp, haykırarak şarkı söyleyip yola devam etmek... Bu, yanındaki dostuna her şeyden çok güvenmek, tanımadıklarına da... Bu, yol, başka bildiğin hiç bir şeye benzemez...

Evet, işte yine geliyor... Ama başlamadan önce 25 Haziran için tutmam gereken bir söz var... Her şey sırasıyla ama öyle değil mi?

Hatta geçenlerde quizilla da yaptığım bi testin sonunda bu sonuca ulaşmıştım... Galiba karakterimi biraz olsun açıklar...

Which element rules your life?(pics)



Wind
Take this quiz!


Quizilla |

target="quizilla" href="http://www.quizilla.com/redirect.php?statsid=21&url=http://www.quizilla.com/register">Join

| Make A Quiz | More Quizzes | Grab Code



Bu arada neden bu şarkıyla girdim bilmiyorum... Belki de sokak müziği bana tüm bu anlattıklarımı çağrıştırıyor... Neyse...

(*) SiyaSiyaBend-Hayyam

Blog! Öze Dön!

An itibariyle blogumuzun rengini yine siyah yapmış bulunmaktayız sevgili okurcuklar... Öze dönüş çalışmamı tamamladım böylece, yine orjinal rengim olan siyaha... Ah ah yeterli destek olsa daha neler yapıcam ben ama...

Bir de artık yazıalrımı Ace diye imzalıyorum... Ace'in anlamıyla ilgili bir yazı da karalarım bilare...

Cumartesi, Mayıs 19, 2007

İleri Geri... İleri Geri...

Ve işte gözlerimden yaşların bir anda boşaldığı o an kendimle gurur mu duymalıydım? Yoksa kendimden nefret mi etmeliydim, bilmiyorum... Öyle bir bokun içine batmıştım ki... Tüm hayata lanet olsundu, tüm insanlara lanet olsundu... Kimsenin yüzünü görmek, sesini duymak istemiyorum... Mümkünse Pasifiğin orta yerinde bir adaya koyuverin beni...

Hayatım artık o kadar çıktı ki rayından... Düşlerim, benliğim, kendim... Hepsi birbirine girdi... Belki de o kadar büyük düşler kurdum ki hepsini üst üste koyarken devrilip üzerime düştüler... Kendi hayatıma uyan o kadar güzel bir yalan uydurdum ki kendime onun içinde yaşamaya başladım... Sıkı dümendi... Gerçekten de güzeldi... Ama sonra ne oldu? Her şeyin yıkılmaya başladığı o kaosun ortasında durup izledim... Ne gelirdi ki elimden? Her şeyi yaptığım bu ellerimden, bu beynimden daha ben ne yapabilirdim?

Sonra dönüp arkama baktım... Neler yapmışım? Hayatıma neler almışım? Bir bir saydım hepsini... Canım sıkıldı...

Oysa böyle mi olacaktı benim planıma göre? Hayır... Asla... Ama buyrun işte Bay Cenk... Eğer bu kadar kendinizden emin giderseniz böyle güzel patlarsınız... Hem sizin lafınız değil mi? O kadar büyük yan ki aydınlat her yeri? Şimdi yan bakalım yan da aydınlat her yeri...

Kendime kurduğum bu hayatın içinde daha ne kadar yaşayabilirim bilmiyorum... Şimdilik gördüklerimin gerisinde, gözlerimin de gerisinde beynimin içinde bir ileri bir geri... Bir ileri bir geri... Gidip geliyorum... Başka bir şey yapabileceğimi de zannetmiyorum...

İçimde bir yerlerde kalk ayağa bu senin için hiç bir şey diyen bir ses de olsa... Ayağa kalkmak istemiyorum bu sefer... Bu defa bağırmak yok, çağırmak yok... Cennette beni bekleyen o meleği bile düşünmek yok... Bu defa yalnızca oturduğum yerden izleyeceğim...

Ve bana inanmayan insanlar, böyle bir hale geldiğim için gülebilirsiniz... Ama bir gün skoru eşitleme şansımız olacak... O güne kadar defolun hadi... Zaten dedim ya, insan yüzü görmek istemiyorum...

Şimdilik kendimi fırlatıyorum sokaklara... Büyük insan kalabalıklarının içinde tek yalnız olabilmek için... Aklımın içinde ileriye ve geriye... İleriye ve geriye...

Pazartesi, Mayıs 14, 2007

Bazen Kapatamazsın Beynini

Bir yudum içkiydi sanırım kadehi dolduran... Ve ardından da dudaklarıma dokunup aşağı doğru yakarak giden... Galiba içime yapışıp kalan korku ölüm korkusu değildi... Yeterli olamama korkusuydu... Belki o da değildi... Bilmiyorum... Ağzımda kalan tat neydi peki? Acı mıydı? Tatlı mıydı? Bir yerlerden tanıdık ama bilmiyorum işte yine de...

Bir ayağımın önüne diğerini atarken ne vardı aklımda? Beynimin kıvrımlarında dönüp duran neydi? Tüm gece yürürken aklımda olan neydi? Yudum yudum içerken aklımdaki neydi? H,ç tanımadığım insanlarla konuşurken aklımdaki neydi?

İçimdeki Tanrı o saatlerde meşgul muydu? Beni uyutmak için gelmesi gereken Kum Adam o saatlerde meşgul muydu? Beni bulmasını ama rahat bırakmasını istediğim kalabalıklar o saatte meşgul muydu? Bilmiyorum...

Daha önce de demiştim ya... Saçlarım düzgündü, silahlarım doluydu ve dikti başım diye... Bu sefer yaralarımdan kan akıyordu galiba çünkü korkuyordum...Dünyadan korkuyordum belki... Belki içindekilerden, belki de kendi içimdekilerden... Evet, bu en mantıklısı...

Garip şey insan vücudu... Bazen gözlerini kapatmak istesen de kapatamazsın... Bu çok sevdiğim sözler o anlarda ne kadar da çok uyuyordu bana...

Tüm bunları düşündüm tüm gece ve sürüklendim durdum.. En son durağım olan ve burda en sevdiğim yer olan stadyuma vardığımda soluk bir kıbrıs güneşi üzerime doğuyordu... Benimle birlikte tüm korkularımın üzerine... Güneşe baktım ve bir kez daha sayıkladım içimden...

"Devam et..."

Pazar, Mayıs 13, 2007

Sayın Tanrı ve Monologlar

"Parlak Işığı ve Tanrı'yı Bulup Kamil veya Kamil Pozisyonuna Erme" adını verdiğim projemin gelişme aşamaları sırasında tuttuğum günlüğümden bir iki kesit vereyim istedim sizlere...

Sevgili Tanrı! Bak, beni deli etmenin sana hiç bir yararı olmayacağı gibi tam aksine hiç de akıl karı bir şey değildir... O yüzden, lütfen evime kitaplar göndermeyi kes artık... Onları okumak istemiyorum... Böyle bir niyetim de olmadı hiç zaten... Teşekkür ederim...

... Tanrı!!! Sen varsın! Araştırma ve deneylerime göre gerçekten var gibisin... Ben de şaka yapıyorsun veya eğleniyorsun falan zannları içerisindeydim...

...Çok sevgili Tanrı... "Parlak Işığı ve Tanrı'yı Bulup Kamil veya Kamil Pozisyonuna Erme" prosesimin sonlarına yaklaşıyorum artık galiba... Sadece bil istedim... Ama sana bunula ilgili hiç bir şey anlatmayacağım...

... Sayın Tanrı... Ne var ki geçtiğim zamanda umudumu yitirdim galiba... Ama yılmayacağım... Bizim çocuk cesaretimiz mi bizi bir yerlere getiren? Yoksa hepsini kaybettiren o mu? Neyse... Neden sana soruyorum ki zaten? Bazı insanlar senin cevapları önceden yolladığını savunuyorlar... İnanmıyorum onlara...

...Yüceler yücesi! Ah, sadece şakaydı... Neyseartık bu çalışmanın tamamen bir insomniyağın
saçmalama monologlarından ibaret olduğuna kanaaat getirmeye başladım... Ve galiba seni kendi içimden başka bir yerde bulamayacağım... Hoş, onu bile yapmak yeterince zor... Sonuç olarak eğer bir günlüğüne de olsa buralara bakarsan bir el salla... Sayın Tanrı... Eğer oradaysan ses ver...

Hımm evet burda bitmiş bu çalışma...

Perşembe, Mayıs 03, 2007

Bu Bir Belirsiz Gidiş...

Hayatımın öyle bir evresindeyim ki bu yazıya başlamdan önce şu şarkıyla giriş yapmak istiyorum...( Nitekim şu an o yeşil şarap şişesini hala neden sonuna kadar içtiğimi merak etmekteyim ve bana bu yazıya başlamakta yardımcı olacak her şeye ihtiyacım var...)

Yine düştük yollara,yollara...
Yine aştık dağları,dağları...

Ayağım gaz pedalında ardımda fırtına...
Dönülmez ufuklarda yollardayım...
Bu bir belirsiz gidiş,
Hem çıkış var hem iniş...
İşte şimdi burdayım yanındayım...

Sen varsın ya her şey senden önce ve enden sonra...

Yine düştük yollara, yollara...(*)

Of o kadar garip hissediyorum ki kendimi... Bir adım fazla atmadığım için kendime kızıyorum adım atmaya ölesiye korkuyorum... Gitmekten korkuyorum kalmak istemiyorum... Açıkçası hiç bir şey bilmiyorum...

Şimdi anlıyorum şarap gibi poker de zararlıymış... Pokerle birlikte gelen ya hepsindir ya hiç kuramım da öyle... rahmetli bir dostumuz şöyle derdi... "Eğer elinde iyi kartlar varsa blöf yap..." Çocukken anlam veremezdim ama sonra anladım... Şimdi de hayatımda oynadığım en zor kumarı oynuyorum hem tüm insanlığa hem de kendime karşı... İnsanlığa karşı elimdeki tek iyi kart olan kupa ası'yla blöf yapıyorum; nam-ı diğer bizzat kendim... Ama kendimle de oynuyorum çünkü hiç bilmiyorum bu kupa ası oyundaki tüm kartları geçecek kadar iyi bir el yapar mı? Dedim ya bilmiyorum... Ama adı üzerinde kumar, benim kuramıma göre yüzde doksan beş zeka ve yüzde beş de bilinmezlik ne de olsa...

Bildiğim şeylere gelince, çok az... Korku, bekleyiş, büyük hayaller, umutlar, kendime verilmiş sözler, beni bekleyen binlerce ihtimal... Beklemekten başka ne yapabilirim ki?


Birileri yardım etsin diyeceğim de kim yardım edecek? Tanrı? Yok o yeterince meşgul sağolsun yerinde şimdilik... İnsanlar mı? Onlar da çok meşgul... Ben mi kendime yardım edeceğim? Ben de meşgulum demek isterdim ama kahretsin ki diyemiyorum, dedim ya bekliyorum... Bekliyorum...

Macerayı, yolu çok severdim eskiden hayatın tam ortasına yaydan fırlamış gibi atılıvermeyi... Şimdi ne oldu bana neden duraksıyorum? Neden?...

Ama ne diyordu şarkı? "Ayağım gaz pedalında, ardımda fırtına, dönülmez ufuklarda yollardayım..." Galiba tam da böyle devam edeceğim ne kadar içimde bilinmezlik de olsa, yüreğim korku dolu olsa... Ne olursa olsun işte... Bir adım ileri veya tamamen geriye, boşluğa... Teorik olarak ikisi de benim için aynı şey, aynı son...

(*)Bulutsuzluk Özlemi-Yine Düştük Yollara

Pazartesi, Nisan 30, 2007

Öyle Parlak Yani ki Tüm Dünya Kör Olsun...

Etrafımda umudunu yitiren insanlar görüyorum... Çoktan her şeyden vazgeçmiş, umutsuzluğunu kabullenmiş ve sinmiş insanlar... Eskiden olsa ederdim ama hayır, nefret etmiyorum onlardan. Eskiden olsa acırdım onlara ama hayır acımıyorum da onlara. Niye acıyayım ki? Zaten onlar kendilerine yeterince acıyorlar... Onlar için kaygılanmanın anlamı yok... Etrafımdaki bu insanları görünce bir iç sorgulamaya gidiyorum istemeden... Acaba diyorum durmalı mıyım? O kadar çoklar ki acaba diyorum onlar gibi olmalı? Ama düşününce çoğunluk oldukları için sineklerin yaptığını yapıp pislik yeseydik sonumuz nice olurdu... Hiç bir zaman çoğunluğa uyamadım ki zaten...

Dediğim gibi etrafımda umudunu kaybetmiş çok insan var, hayallerimi küçümseyen... Kendi hayallerini çoktan unutmuş olanlar. Dedim ya artık kızmıyorum onlara, suçlamıyorum onları. Ben yalnızca hayallerimin peşinden gidiyorum... Hiç kimseyi sallamadan dümdüz ileri...

Ve ben hayallerime yaklaştıkça bu hayallerimin içine daha da çok giriyorum ve ne kadar ne olacağından korksam da bu sefer daha kararlıyım daha hırslıyım...

Benim adım Cenk... Ve "Cenk" eski türkçede savaşmak, çatışmak demek... Ben yaşama gelmek için savaşmışım neredeyse annemi ve kendimi öldürüyormuşum... Ama yalnızca yaşamak bu hayata adım atmak için savaşmışım. Babam bu yüzden bu adı vermiş bana; Cenk. Ve eğer hayallerinin peşinden koşmayacaksan bu hayatta yanmadan bir odun olarak kalacaksan yaşamanın, bu dünyaya gelmenin hiç bir anlamı yok. Kazanmadıktan sonra savaşmanın, savaşmadıktan sonra yaşamanın ne anlamı var ki? Benim adım Cenk... Ve ben bu hayata gelmek için savaştım, tıpkı şimdi savaştığım gibi... Hiç bir zaman da bırakmayacağım... Bunun için yemin ettim, Tanrı'ya değil, Tanrı'ya veya diğer insanlara vermem gereken hiç bir söz yok çünkü... Kendime ettim yeminimi. Tüm hayallerimi gerçek kılıp kendi yaktığım ateşin ortasında en parlak şekilde yanacağım, o kadar parlak ki tüm herkes kör olacak...