Cumartesi, Eylül 29, 2007

Dövüş Kulübüne Hoş Geldiniz

Şimdi susmanızı istiyorum. Susun! Hepiniz. Yavaş yavaş girin hayatıma o dar, küçücük pencerelerinizden. Burun deliklerimden girin, gözlerimden girin, ağzımdan girin kapkara bir zıvananın ucundan geçip de çıkan gri, puslu duman misali...

Şimdi avazınız çıktığı kadar bağırmanızı istiyorum sizden. Bağırın yırtın kendinizi! Yırtın ki daha çok duyurun sesinizi... Daha çok "ben" olmaya çalışın... Ve bir kez daha "ben" olma çabalarınızda girin hayatıma. Şişenin ucundan genzimi yakarak akan şarap misali girin...

Ve irkilin sokaklarda yürürken duyacağınız güçlü bir haykırışla! Boynunuzdaki tüm tüyleri ayağa kaldıracak kadar irkilin... Bomboş bir sokakta yatan bir keş kadar çaresiz hissedin kendinizi, ya da kendi kanının içinde yatan bir serseri... Çünkü hayat bu, bir dakikada biter. Kullandığınız araba bir ferrari olsun, mobilyanız isveç mobilyası, eviniz şehrin en güzel caddesinde olsun, yine de hayat bu ve bir dakika içinde bitiyor, kapatıyor kendini. Ve sistem her dakika kendini tekrar ediyor. Şimdi yine gelin hayatıma, hızlı arabalarınızla, meşhur savlarınızla, güçlü haykırışlarınızla, göz alıcı silahlarınızla, bomboş ithamlarınızla...

Şimdi de bana vurabildiğiniz kadar sert vurmanızı istiyorum sizden.

Dövüş kulübüne hoş geldiniz.

Eğer bu ilk gecenizse, dövüşmek zorundasınız.

Hayatıma hoş geldiniz.

Eğer bu ilk gecemizse dövüşmek zorundayız.

Cumartesi, Eylül 22, 2007

Bir Kaya Gibi

Soğuk ve ıslak bir akşamüstü
Aşk ve boşluk için yer yok
İtiraf ediyorum ki ölümle dolu bir kitabın sayfalarında kaybolmuştum...
Nasıl da yalnız öleceğimizi
Ve bir tanrının bizim gitmek istediğimiz herhangi bir yere
Huzuru verip vermeyeceğini okuyordum...

Ve ölüm döşeğimde tanrılarla meleklere dua edeceğim
Tıpkı bir dinsiz gibi
Beni cennete alacak herhangi birine dua edeceğim,
Çok önceleri gitmiş olduğumu hatırladığım bir yere...
Gökyüzü yaralıydı ve dünya da siyah
Sonra da sen bana yol gösterdin...

Gün bitene kadar okudum
Ve sonra da tüm yaptıklarım için
Tüm kutsadıklarım için
Tüm yanlışlarım için pişmalık duyarak oturdum...
Ölene kadar gördüğüm tüm rüyalarda
Merak edeceğim...

Senin evinde olmayı isterdim
Odadan odaya sabırlı bir şekilde
Orada seni bekleyeceğim...
Bir kaya gibi!
Orada seni bekleyeceğim...
Yalnız...(*)

Neden bilmiyorum yürürken eve gelip bu yazıyı yazmak istedim bu şarkıyı kafamda defalarca döndürüp yazmak istedim... Alışkanlık olsa gerek... Söyleyecek pek de bir şeyim yok. Düşündüm çevirdim yazdım işte.

Orada bekleyeceğim...
Bir kaya gibi!

(*)Like a Stone-Audioslave

Çarşamba, Eylül 19, 2007

Belki İlk Belki Son

Yeni kararlar aldım hayatımda... Bunu belki de ilk söyleyişim değil burada bilmiyorum... Aslında nasıl anlatacağımı da bilmiyorum ki... Aldığım kararlar bir anda hayatımı değiştirecek şeyler değil, ne olduklarını da anlatacak değilim zor çünkü ama bana yaptığı etkilerden bahsederim belki...



Artık susmak istiyorum galiba ya... Çırpınmak bana o kadar da uygun değil artık, soğukkanlı olmak istiyorum. Zaferlerimi içimde kazanıp, yenilgimin yükünü içimde taşımak istiyorum. Hayatımı artık daha sade yaşamak istiyorum galiba. Bunun sağlıksal bir nedeni yok. Tamamen insanın yağlı yiyecekler yemeyi kesip yeni, arınmış bir vücutla yeni bir yaşama başlaması gibi. Üzerime ağırlık yapan insan ağırlığını silkeleyip atmak istiyorum. Bu noktada artık bana ağırlık olan her şeyi silkeleyip atmak istiyorum. Daha nasıl anlatabilirim bilmiyorum ama bu insanın tüm giysilerini çıkarıp koşup suya atlaması gibi. Ölümü beklemekten ziyade onu kucaklamak gibi, yaşamın üzerine çıkıp her şeyi dalgalı denizin ortasındaki kaya misali karşılamak gibi, gündoğumunda oturup güneşin kendi yakıcı üstünlüğünü bir kez daha kanıtlamasını ağırbaşlılıkla izlemek gibi. Daha nasıl anlatabilirim bilmiorum ki? Ama eğer anladıysanız sizin için mutluyum, evet. İşte benim hayatımın yeni gidişi böyle galiba... Devamı böyle.

Belki son yazımdır bu burdaki belki de binlerce daha yazacağım, bilmiyorum. Ama artık susmak istiyorum. Susup dinlemek, durup izlemek, ellerimi kapatıp tartmak. Düşünüp konuşmak yalnızca. Çok endişe etmemek ama her şey hakkında düşünmek hep yaptığım gibi.

Belki de bilenler, tahmin edenler olucaktır neyden bahsettiğimi. Son bir şey söyleyecğim galiba... Bahsettiğim şey o kadar gerçek ki doğru olması için bir sebep yok, ve o kadar doğru ki cesaretle söylenmesine gerek yok. Her şey benimle başladı, ve benimle bitene kadar da böyle gidecek umarım. Nokta

Cuma, Eylül 14, 2007

Yağmur Düşmüş mü?

Hiç içimde yazasım yokken, gecenin bu vakti bir anda buluverdim kendimi burada... Ben son zamanlarda neler yaptım? Nasıl bir insan oldum? Ne hatalar yaptım? Hayatımda neleri değiştirdim? Ne aldım? Ne verdim? Ben, sadece ben miydim? Ben, içimde yarattığım hayali diyarda saklanıp dışardaki ben'e kendini göstermeyen ben miydim? Ben? Hangi ben? Nerdeydim? Ben, her zamanki ben, ve aynı zamanda hiç olmayan ben...


Yalnız kaldıysan, kalkıp pencerenden bir bak...
Güneş açmış mı? Yağmur düşmüş mü?
Dön bak dünyaya...

Herkes gitmişse, sakince arkana dön bir bak
Dostun kalmış mı? Aşkın solmuş mu?
Dön bak dünyaya

Bir sonbahar kadar yalnız
Bir kış kadar savunmasız
Ya da ilkbaharsan, yolun başındaysan...

Asla vazgeçme, kalkıp da pencerenden bir bak
Güneş açmış mı? Yağmur düşmüş mü?
Dön bak dünyaya...(*)


Oturdum odamda kapım kapalı, ama camlarım açık... Rüzgarı dinliyorum, susturdum dünyanın kalanını, kendimi dinliyorum. Dünyadaki tüm ışıkları kapattım şimdi, ama masamdaki açık... Bana dönük, kendime bakıyorum, yüzüme bakıyorum.

Başım dönüyor ara sıra... Yanlış anlama, sağlıksal bir şeyim yok sanırım. Yalnızca başım dönüyor. Dünyayı durdurup başımı döndürüyorum, o kadar. Kaldırıp başımı haykırıyorum... Korkuyorum ara sıra... Yanlış anlama, göt korkusu değil ki benimkisi. Yalnızca korkuyorum işte. Eğip başımı hıçkırıyorum...

Gökyüzüne bakıyorum başımı yerden kaldırıp... Göğsü yerden hiç kalkamayan solucan gibi hissediyorum kendimi bir anda... Neden mi? O kadar uzun zaman olmuş ki gökyüzüne bakmayalı... İnsan kalabalıklarının içinde hapsolup gözlerimi gereksiz yerlerde gezdirmekten yukarıya bir kez olsun kaldıramamışım... Gökyüzüne bakıyorum dönüp... Kara bulutlar kaplıyor. Küçük bir delik bulmalıyım kendime, yağmur geliyor...

Alice, harikalar diyarına girerken hiç bir şey yoktu ki aklında... Bir beyaz tavşan, bir sabun ve kendisi; Alice. Ardından da küçücük bir kapı bilmediği yerlere uzanan. Atıverdi adımını Alice. Savunmasızdı belki, korkmuştu ya da, sadece giriverdi... Ah Alice... Belki de hiç düşmemeliydin o tavşan deliğinden? Ama öte yandan; Alice, harikalar diyarına girerken hiç bir şey yoktu ki aklında...

Ara sıra telefonumun hoparlörlerim üzerinde yaptığı etki sonucu çıkan sesleri duyup umutlanıyorum... Alıyorum o gereksiz metal ve plastik yığını telefonu elime ve... Yine kötü bir haber, ya da gereksiz zırvalamalar... Aramayan eski dostlar, arayan bir sim operatörü yetkilisi falan filan... Fırlatıp atasım geliyor ama izin vermiyor, modern dünyanın gereklilikleri buna izin vermiyor sanırım. Çok mu abarttım?

Resim diye bir yazı vardı burlarda bir yerlerde, işte ordaki resmi karaladık hep beraber, üstüne de o karaları örtsün diye bembeyaz boyayı atıverdik; şimdiki yaşamımız çıktı ortaya, herkes kafasına göre bir şeyler çizdi üstüne, kafam karıştı.

Akvaryumun dibine çarpıp geri sekmenin hayaliyle bırakıverdim kendimi suya... Bu balık niye öldü diye sorarsın ya kendine o küçük kırmızı balığı akvaryumun yüzünde ölü görünce, öyle bir şey oldu. Özdemir Abi'nin zamanında dediği gibi;
Ölüm gibi bir şey oldu
Ama kimse ölmedi...
Açtım gözlerimi baktım akvaryumun dibindeyim. Çarpıp da sekemedim geriye? Neden ki?

Şimdi dönüp arkama şöyle bir bakıyorum... Dostum kalmış mı? Aşkım solmuş mu? Koca dünyaya, içimdeki o kocaman diyara dönüp de bakıyorum... Kocaman diyara, küçücük penceremden bakıyorum... Gördüklerim penceremle mi sınırlı? Göreceklerim gördüklerimle mi?

Belki de bir ilkbaharım, yolun başında... Belki de ilkbaharız henüz; yolun başında... Birbirimizin yanıbaşında, dünyanın ucunda, ışıkların altında ve yolun başında...

Artık düşünmenin gereği yok... Gözlerimi kapatıyorum yine... Penceremden tırmanmak için... Ah bir boyum yetişse... Ama olsun, gözlerimi kapatıyorum... Hayallerim varken, gerçeğe gerek yok çünkü. Dünya etrafımda hız sınırını çoktan aşmış dönüyor... Çılgın bir şey bu. Ah bir görebilseniz... Ama olsun, şimdi kalkıp da bakıyorum, gözlerim kapalı... Neden mi? Çünkü hayallerim yanıbaşımdayken gerçeklerle işim yok, onlara ihtiyacım yok... Hayallerim bir göz kırpması kadar yakın, gerçeklik bir bardak kahve kadar uzakken, içimdeki boşlukla işim yok benim... Yalnız kalmışken ne güneşe, ne yağmura hiç birine ihtiyacım yok...

(*)Dön Bak Dünyaya-Pinhani

Çarşamba, Eylül 05, 2007

Turuncu G.I. Joe Tankı

Çocukluğumdan bir kare var bugün aklımda... Ama çok uzun yıllar öncesinden... Hala bir oyuncak için gerçek anlamda ağlayabileceğim bir yaştan bahsediyorum...

7-8 falan o yaşlardayım... G.I. Joe var, şimdi konusu falan çok aklımda kalmadı, normalde olsa ufak bir wiki araştırması da yapardım bilgi vermek açısından ama bugün amacım bilgi vermek değil, bugün amacım anlatmak sadece, kendimi anlatmak. Neyse, o yaşlarda G.I. Joe figürlerimi çok severdim, sürekli oynardım düğmesine bastığım zaman "You are dead!" diye bağıran komandolarım vardı... Ve bir gün bir oyuncakçıda onu gördüm; G.I. Joe'daki baş kötünün tankını... Kocaman kutusunun içinde kocaman turuncu bir tank... Arkasındaki top bataryasından da su atabiliyor üstelik... Tam 7 yaşındaki bir çocuğun oyuncak komandolarını içine oturtup yeni maceralara sürebileceği türden bir şey. Ve istedim onu annemden, babamdan. O yıllarda gelirleri iyi değildi galiba hatırlamıyorum, almadılar o yüzden... Çok ağladım, reddettiler. Saatler belki günler sürdü bu ağlamam, hepsini çok net hatırlıyorum.

Ve günler geçti, ben her şeyi unuttum, geçti legolarıma bile dönmüş olabilirim, bilmiyorum. Babam bir gün bir seyahatten geldi ve salonda otururken bana gidip gardrobundan bir şey getirmemi söyledi, ne hatırlamıyorum. Gittim, dolap kapağını açtım... Orada duruyordu! Turuncu G.I. Joe tankı, turuncu G.I. Joe tankıM... Nasıl mutlu olmuştum bu sürpriz karşısında bir bilseniz... Aslında bilirsiniz, bir zamanlar çocuk olmuş herkes bilir...

Bugün babam Viyana'dan geldi. İstediğim şeyi getirmesi için çok umutluydum. (Biraz da Yasin'in iddiasından, benim babam hepinizin babalarını döver iddiamdan...) Ama bulamadığını söyledi bir türlü... Herkes dağıldı, tatilden dönüş hediyeleri dağıtıldı ve ben kaldım orda, gitmedim. Bavuldan son eşya da çıkana kadar durdum, gitmedim. Arabanımn bagajı açılana her delik aranana kadar gitmedim... Turuncu G.I Joe tankım dolaptan çıkana kadar bekledim... Çıkmadı. Bir kerelikti o galiba. Olsun... Galiba artık oyuncaklarımın peşinden ağlayacak yaşta değilim. Oyuncak alacak yaştayım, başka yollar düşünmeliyim... Yine de sağol babacım, en azından denediğin için. Ve turuncu G.I. Joe tankı için de sağol, zamanında sana teşekkür edemedim galiba, ufacıktım o zaman...

Çocukuğumdan bir kare aslında bu, hala bir oyuncak için gerçek anlamda ağlayabileceğim yıllardan.

Ordan Burdan v2.0

Bu yazıya başlarken hiç böyle bir başlık koyup böyle bir şey yazmak yoktu aklımda ama ne bileyim canım istedi... Hatta asabım bozulursa blogumun (olmayan) formatını değiştirip "Ordan Burdan Blogu" derim, arkasından da sırf böyle yazılar yazarım şişersin sıkıntıdan sayın okuyucu...

Ne tercümeydi ya... Şu ilk çeviri denememden bahsediyorum... Çevir çevir bitmedi... (aslında sonuna kadar yalan, ben nasıl olsa gözüm kapalı çeviririm gibi çılgın bir fikre kapılınca lastik gibi uzadı ve ömrümün iki haftasını yedi alet...) Ama sonunda gelen sonuç tatmin ediciydi, maddi yanını tamamen bir kenara bıraktım, Naruto'nun gazı gibi son iki gün sabahlayıp da tam son teslim tarihinin sabahı 7'de dökümanı e-maille yollamanın nasıl bir tatmin olduğunu emin olun tahmin edemezsiniz... Bir de tabi ömrümde kazandığım ilk gerçek paraydı... Hepsi için bitanecik Pelin teyzeme teşekkür ediyorum. (Ve evet Pelin teyzeciğim iflah olmadım daha da çeviri istiyorum daha da çok yapıcam hem artık daha tecrübeliyim:)

Bir konsol furyasıdır dünyayı sarmışken ben de bundan faydalanayım dedim... İlk önce playstation 3 düşünürken son bir caymayla xbox360' a karar verdim birtanecik gözlerinden öptüğüm okur... Alet 250 sterlin civarı, para problem değil de Avrupa'dan sipariş verince gümrük el koyuyor bu tarz aletlere (acaba ne yapıyorlar sonra? açıp oynuyor mudur ki şerefsizler? yok, sanmam...). Neyse, ben de o yüzden halihazırda Viyana'da olan babama, "baba bana ordan bi xbox 360 bakar mısın?" içerikli üstü kapalı bir mesaj attım... (en az benim kadar sivri zekalı olan babamın, "aha da baktım evet şurda şurda vardı çok güzeldi bence kesinlikle almalısın" gibi bir konuşma yapmasını bekliyorum döndüğünde okuyucu... (ama harbi ya problemim para değildi, lojistik sebeplerdi... ya bakma öyle, harbiden...) Babam yarın geliyor, eğer almış olursa bir xbox (yüzde 14 ihtimal verdim kendimce ben buna) ilk oyunumu oynarken vidyo çekip upload edicem söz! (bir de yasin le iddiaya girdik babam onu alırsa ilk oyunu yasin alıcak)

Bioshock,bioshock,bioshock... Daha önce milyon tane oyun oynadım sayısız kere ateş ettim ama hiç bir oyun belki bu kadar işlemedi içime... Minicik, masum, ufacık kız çocukları düşünün içlerine doğarken genetik materyalleri güçlendiren bir madde konulmuş (böyle mi anlatılır kısa anlatıcam diye ya, sıçtım içine...) ve onları korusun diye yanlarına verilmiş kocaman zırhlı savaşçılar. Oyunda güçlenmeniz için kızların taşıdığı maddeyi kızdan almalısınız. Büyük savaşçıyı öldürdüğünüzde masum kız sizin kocaman ellerinizden saklanmaya çalışıp çığlıklar atıyor, öldürme beni diye... Ve size sunulan iki seçim; ya kızın içindekini çıkarır onu kurtarırsınız ve çok az miktarda genetik materyal alıp güçsüz kalırsınız, ya da kızı öldürüp sonuna kadar sömürürsünüz... Kızın kurtarıldığında yüzünde oluşan temiz ifadeyi bir görmelisiniz... Hiç kıyamıyor insan ve benim oynadığım oyunlar tarihinde bir oyun ilk kez oyuncuya vicdanını sorgulatıyor... (ha, ben önüme geleni öldürüyorum, o ayrı... -power,unlimited power!!!, ehem...-)

Anneme doğru geçiş yapıyorum bu aralar... Çok özledim onlarla yaşamayı galiba ve tüm yaz toplasam iki hafta yanlarında durdum... Evet, onlara ödemem gereken bi borcum var... Ve tabi annem, teyzem ve anneannem tüm yemeklerin odama, kahvaltıların yatağıma gelmesi, suuuu diye hafif bir çığlık atınca su gelmesi, üff tişörtüm kirlenmiş diyince hemen yıkanması ve daha yüzlercesi demek, mutlu muyum? kesinlikle...

Yaz şaka gibi geldi geçti ve birkaç ay içinde sonbahar geliyor... Kışla birlikte en sevdiğim iki mevsimden biri! Benim için sonbahar ve kış (sonbahar özellikle) yeni başlangıçları, ceketleri, yorganları ve ellerimin üşümesini, mükemmel soğuk havayı simgeliyor. O yüzden çok özledim bu iki mevsimi de, hoş geliyorlar, iyi ki geliyorlar...

Barış efendiyi iki saat önce (Ablak olan, diğeri değil) Kıbrıs'a yolladık... Eğer lise 1'de bana gelseydiniz ve yeni geldiğin bu okuldaki bu adamla bir gün aynı evde yaşamaya başlayacaksın, yediğiniz içtiğiniz ayrı gitmeyecek deseydi hadi len ordan derdim(daha yaratıcı bi laf kesin bulurdum, bakma sen...). Evet, sevgili Barış da aynen benim gibi Doğu Akdeniz Üniversitesi Makine Müh. burslu kazandı... Ona da sabır falan available olan ne varsa diliyorum artık... Ama ben bunu ilk duyduğumda muhteşem sevindim... Kim orta doğu ve balkanların en sevimli adamlarından birini 24 saat 7 gün yanında istemez ki? Üstelik nefis yemek ve masaj yapabilen bir adamsa bu? Evet ya, hepsi bir yana gerçekten mutluyum, sanırım kıbrıs denen o ilk başta çok nefret ettiğim yerde çok büyük bir açığım kapandı artık... İyi şeyler geç başlıyorsa eğer, bu uğruna sabretmeye değer bir iyi şeydi... (-Abi o ekran kartı meme yapmıştır biz sökelim onu... -Olm olmasın bişey? -Sen getir,getir tornavidayı getir, ha bi de bak bakıym hani olmaz da, bişey olursa kaç paraymış bu ekran kartı... -Hask...)

Bu eğer ordan burdan devam versiyonuysa bunu yazmak olmaz... Az önce yeni teknemize baktık marinada diyenler, msn iletisine sürekli o gün nerelere gittiğini, hangi ülkede olduğunu yazanlar (bak bu konuda takdir ettiğim iki insan var; biri Mert(Solkıran) aynen onun ileti cümlesiyle aktarıyorum; "herkes iletisine nerde olduğunu, ne yaptığını yazıyor. sıçıyom, sevişiyom gibi iletiler olsaydı daha içten iletiler görürdük". Ve ikincisi de Rabonra(Hayvan Tolga) tam da onun cümleleriyle alın size iletisi; "Ağrı Dağı Eteğinde...Harbiden de orda; Diyadin'deyim" işte olay budur arkadaş ya, tam bir zen anı... Adam yazmış işte ne güzel, ne o öyle kembriç deyim, king's cross'tayım stuttgart'ta pazar gezdim az önce falan, sinirlendim yine, burun deliklerim büyüdü, Ece korktu, nenem hatun masal anlattı, dede korkut geldi isim koydu falan...) ve (bi öncekini uzun tuttum ya, o yüzden şimdilik üç tane şey yazıcam bu kısma) ilginç ilginç gözlükle,şapkayla, yukarıdan ince ve güzel göstericek şekilde fotoğraflar çekip oraya buraya koyan ve böylece kendini güzel sanan kızlarla cool olduğunu sanan erkeklere sinir oluyorum... (-sizde karizma var mı? varsa kaç santim? -karizma insanın içinde olur, içine girdi mi anlarsın kaç santim olduğunu... adam anlatmış ben yine konuşmayacağım bile...)


Ya o değil de bir Ken ile Ryu vardı... Onlara ne oldu ya? Haryuken ("aduket") falan...

Cumartesi, Eylül 01, 2007

Gölgelerin Gölgesi

Gözlerim doluyor...

Hani duman gözlerine girer ve karartır ya görüşünü, yaşlar akıtır gözünden, öyleyim işte... Tüm hayatını boşa yaşamış gibi hissedersin ya, öyle işte...

Gitme vakti tekrar geliyor... Tekrar kalkıyoruz ayağa... Bilinmeyen ufka bir kez daha bakıyoruz, serdümen yerine koşuyor, güverteyi temizleyen tayfa bırakmış işini herkes daha önemli işlerin peşinde, yelkenleri çekiyorlar, topları dolduruyorlar, ve ben ağzımda pipo, sırtımda papağanım 7 denizin gördüğü en sert kaptan gibi gözüken ben, ah lanet olsun, cehennem gibi korkuyorum yine... Ve son olarak gözleri keskin olan tayfalardan biri kartal yuvasına çıkıyor ve demir alıyoruz... Titreyen ellerimi gizlemek için tayfadan ceplerime sokuyorum, yola çıkıyorum...

Bir hikaye yazmadım, hissettiklerimi yazdım. Hayata karşı ne kadar cesur, hırslı gözüksem de o kadar korkuyorum ki, o kadar endişeliyim ki. Ne kadar hazır gözüksem de, o kadar eksik hissediyorum. Belki de Ece haklı; çok fazla endişeleniyorum, çok fazla düşünüyorum, çok fazla hesap yapıyorum, defalarca senaryoları oynuyorum kafamda, defalarca karar verip hırs yapıp deflarca vazgeçiyorum. Ve artık o kadar yoruldum ki... Bir anlık bir rahatlık, koskocaman fırtınanın içinden altın güneşin ve masmavi gökyüzünün altına çıkış hissini o kadar özledim ki... Nedense o an hiç gelmiyor bu sıralar... Fırtınanın içinde serdümene, tayfaya bağırıp duruyorum...
Eğer bu gemi bir gün batarsa tek sorumlusu ben olacağım, daha bu sorumluluğu alırken biliyordum aslında sonuçlarını. Ve eğer o uzak topraklara, vaad edilmiş topraklara ulaşırsam da bunu yapan ben olacağım yalnızca ben.

Bir yanda korumaya çalıştığım benliğim diğer yanda hayallerim, ulaşmak için her şeyi yapacağım vaad edilmiş topraklar... Macchiavelist bir insanım ben. Ve Macchiaveli'nin tek yasası vardır; hedefine götüren yolda, her şey mübahtır. Ben ruhumu, beynimi, her şeyimi çoktan buna adadım zaten. Ama kendime ruhumun ve beynimin bir köşesinde bir tane tüm gözlerden uzak, kimsenin dokunmaya gücünün yetemeyeceği bir köşe sakladım. Ölmemek için, her şeyi yitirmemek için, kaçmak için. Ruhumun bir yerinde ufacık bir nokta, bir kaç kişi dışında kimsenin bulmaya cesaret edemeyeceği, denese bile bulamayacağı bir nokta sakladım. Ölmek üzereyken son nefesimi yanlarında vermek isteyeceğim insanları alacak kadar büyük olan, küçücük bir yer yarattım, ölmek için gidebileceğim bir yer yaptım kendime. İşte bu boktan dünyanın, batan yaşamın tüm pisliği boyumu aştığında, ruhum o kar beyazlığı kaybettiğinde oraya sığınıyorum ben. Gidip annemin dizlerine yatmak gibi, bir meleğin kollarında ister istemez uyuyakalmak gibi... Baban işten gelince boynuna sarılıp omzuna vurmak gibi, eve sağlam döndüğün için müteşekkir olmak gibi, kazandığın parayı harcayamamak gibi, yüzünü en yakın dostunun omzuna gömüp tişörtünün ıslanmasını göz ardı etmek gibi... İşte tüm bu insana has duygularımı kaybetmemek için, içimdeki canavara teslim olmamak için içimde yarattığım o küçücük mekana gidiyorum ben. O canavarın asla ulaşamayacağı yere gidiyorum. Bırak dinmeyecekse fırtına dinmesin...

Bırak gelsin kocaman dalgalar, Tüm o hesapların, boğuşmanın içinde ben, bu geminin tek kaptanı dünyayı kurtarmak için oraya gidiyorum. Bırak kim ne derse desin, beğenmesinler bizi, inanmasınlar, sevmesinler, fındık kabuğu kadar gemimin içinde denizler aşmaya çıkıyorum ben. Evim çok geride artık, kaybolan bir sayfa günlüğümün ta en başlarından kalan. Evim çok uzaklarda artık, yalnızca uyanınca hatırlayamadığım rüyalarımda bir görünüp bir kaybolan. Ve ben şimdi çok uzaktayım... Nerede miyim? Kim bilir? Belki kilometreler kadar uzakta, belki milimetreler kadar yakında. Belki ruhumun içinde kendime yaptığım küçük yerdeyim, belki gemimin kaptan kamarasında gidiyorum ya da belki evimdeyim, çoktan yitirdiğim. Bırak gelsin kocaman dalgalar, bırak dinmeyecekse fırtına hiç dinmesin... Omuzlarım dik, çenem yukarıda. Bırak tuzlu gözyaşların delsin kalbini... Bırak gelsin hayat, bırak dinmeyecekse fırtına hiç dinmesin...

Korksam da endişelensem de ihtiyacım olan tek şey var, ondan gayri bırak dinmeyecekse fırtına, iliklerine kadar gelsin, hiç dinmesin... İhtiyacım olan tek şey, ruhumun içinde tek bir nokta, gölgelerden bir gölge, karanlıktan bir ses işte, o kadar....