Pazartesi, Nisan 30, 2007

Öyle Parlak Yani ki Tüm Dünya Kör Olsun...

Etrafımda umudunu yitiren insanlar görüyorum... Çoktan her şeyden vazgeçmiş, umutsuzluğunu kabullenmiş ve sinmiş insanlar... Eskiden olsa ederdim ama hayır, nefret etmiyorum onlardan. Eskiden olsa acırdım onlara ama hayır acımıyorum da onlara. Niye acıyayım ki? Zaten onlar kendilerine yeterince acıyorlar... Onlar için kaygılanmanın anlamı yok... Etrafımdaki bu insanları görünce bir iç sorgulamaya gidiyorum istemeden... Acaba diyorum durmalı mıyım? O kadar çoklar ki acaba diyorum onlar gibi olmalı? Ama düşününce çoğunluk oldukları için sineklerin yaptığını yapıp pislik yeseydik sonumuz nice olurdu... Hiç bir zaman çoğunluğa uyamadım ki zaten...

Dediğim gibi etrafımda umudunu kaybetmiş çok insan var, hayallerimi küçümseyen... Kendi hayallerini çoktan unutmuş olanlar. Dedim ya artık kızmıyorum onlara, suçlamıyorum onları. Ben yalnızca hayallerimin peşinden gidiyorum... Hiç kimseyi sallamadan dümdüz ileri...

Ve ben hayallerime yaklaştıkça bu hayallerimin içine daha da çok giriyorum ve ne kadar ne olacağından korksam da bu sefer daha kararlıyım daha hırslıyım...

Benim adım Cenk... Ve "Cenk" eski türkçede savaşmak, çatışmak demek... Ben yaşama gelmek için savaşmışım neredeyse annemi ve kendimi öldürüyormuşum... Ama yalnızca yaşamak bu hayata adım atmak için savaşmışım. Babam bu yüzden bu adı vermiş bana; Cenk. Ve eğer hayallerinin peşinden koşmayacaksan bu hayatta yanmadan bir odun olarak kalacaksan yaşamanın, bu dünyaya gelmenin hiç bir anlamı yok. Kazanmadıktan sonra savaşmanın, savaşmadıktan sonra yaşamanın ne anlamı var ki? Benim adım Cenk... Ve ben bu hayata gelmek için savaştım, tıpkı şimdi savaştığım gibi... Hiç bir zaman da bırakmayacağım... Bunun için yemin ettim, Tanrı'ya değil, Tanrı'ya veya diğer insanlara vermem gereken hiç bir söz yok çünkü... Kendime ettim yeminimi. Tüm hayallerimi gerçek kılıp kendi yaktığım ateşin ortasında en parlak şekilde yanacağım, o kadar parlak ki tüm herkes kör olacak...

Cumartesi, Nisan 07, 2007

The Good, The Bad and the Gudubet...

Nedendir bilinmez uyumadım dün gece... (aslında bal gibi de biliyorum süper geceydi ama biz buna edebiyat aleminde gizem yaratmak adına palavra yaratan yazar sendromu diyoruz... evet güzel diyomuşuz...)

Neyse... Dediğim gibi uyumadım sonra sabaha karşı arkadaşın odasından kendi odama geldim, oturdum bilgisayarımın başına ne yapayım diye bakınırken( ki uyumak aklımın ucundan bile geçmiyordu...) oturdum ve açtım youtube'u... Orda da bakınırken yıllar yıllar öncesinden, aslında pek de öncesinden değil, hatırladığım üç büyük adamı andım bu sabah... Barış Manço, Cem Karaca ve Gökhan Semiz... Videolar arasında ondan ona atlarken Barış Manço, Cem Karaca ve Cahit Berkay'ın içinde olduğu "Uzun İnce Bir Yoldayım" düetini izledim, " Müsadenizle Çocukları"ı izlerken oradaki 3 adam dikkatimi çekti ve hemen "vitamin" yazıverdim youtube un search bar ına... Orda çıkan videoları da izledikten sonra Gökhan Semiz için hazırlanan bir fan sitesine girdim biyografi falan okurken duygulandım bir an... Daha sonra Barış Manço ve Cem Karaca'nın zamanın TRT programlarından Dolu Dizgin'de halka verdikleri cevapları izledim... Manço'nun, Karaca'nın saçları ve şapkasıyla dalga geçmesi falan derken iyice duygulanmıştım artık... Sonra biraz daha klip izledim Turkish Kovboylar, Zalım Sultan konser kaydı falan derken bıraktım... Artık canım duygularımı yazıya dökmek istiyordu çünkü... Sevgili Ece ve Eda'nın eksiklğinde anime partnerim olan Yasin'le sabaha karşı da yapıyorduk bu geyiği ( ki tecrübeyle sabit kazan gibi kafayla sakın girmeyin böyle geyiklere... demedi demek yok...) biz küçükken bambaşka şehirlerde coğrafyalarda aynı şeyler izleyip aynı şeylerle büyümüşüz diye... Tsubasa, Barış Manço, Tom&Jerry, Looney Tunes, Grup Vitamin, Atari Salonları ve şimdi aklıma gelmeyen daha yüzlerce şey... Şimdiki nesli düşündük bir de... Belki onlar bu saydıklarımın hiç birini tanıyamayacak bile... Gerçekten üzüldük... Neyse sonra ben eeh be abi yorgunum zaten yorma beni yeni nesil falan deyip odama geldim ama neyse o işin duygusal yanı...

Son olarak şöyle bitirmek istiyorum sevgili okur... Ne olacak acaba bu işlerin sonu? Kot kumaştan yapılmıştır kovboyun donu... (mu desem yoksa silahı vardır kullanmaz, bu ne biçim kovboy? mu desem diye düşünürken buna karar verdim ama ufak bi hileyle ikisini de yazdım işte.. Ha ha okur, ha ha...)

(not: Bu Turkish Cowboys klibinde Gökhan Semiz bizim Aksel'in uzun saçlı haline amma da benziyor değil mi ama??)

Cuma, Nisan 06, 2007

Resim...

Geçen yazın sıcak bir gecesiydi galiba... Masada bira vardı, fıstık falan filan daha bir sürü şey vardı... Bizim evin o büyük terasındaydık, havada hafif bir esinti vardı bahçedeki ağaçları ve saçlarımı okşayıp giden... Daha dünmüş gibi hatırlıyorum bahçenin kokusunu rüzgarın yumuşaklığını... Hatırlıyorum çünkü masada benim sahip olduğum en değerli hazinelerin ikisi vardı... Babam ve Amcam... (amcam derken Galler Prensi Edward da diyebileceğimiz Murat'tan başka kimden bahsediyor olabilirim?) Okula başlamama birkaç hafta kalmıştı, ben tüm zamanımı izmir & İzmir Fiestası konulu bir gez-toz sürecine ayırmıştım ama o gece bambaşkaydı... Şu klasik babanın oğlunu karşısına alıp tavsiyeler verme konuşması gibi gelebilir size, belki de öyle olabilirdi ama burda söz konusu olan ben ve babam ise öyle değil diyebilirim rahatça... Üstelik bir de Edward olunca... Biz babamla ve kaçınılmaz olarak Edward la et ve tırnak gibiyizdir eğer bunu karşılayan daha vurgulu bir terim yoksa... Edward a amcam derim çünkü babamın en değerli dostudur lisede tanıştıklarından beri... Daha da ötesi amcam derim çünkü amcamdır kapı komşumuz, ortağımız Bodaral organizasyonlarının belkemiği... Nasıl amcam demem ki?
Kusura bakmayın galiba konuları iç içe geçirerek anlatıyorum ama ne yapayım o gece ve bu iki değerli dostum aklıma geldikçe tutamıyorum kendimi... Babama dostum derim çünkü... Aslında çünkü falan yok... Çünkü olmadığı için o benim dostum zaten...


Neyse... O gece oturduk o masanın etrafında ve konuştuk... Ben her zamanki gibi iki dostumun sözlerini dinledim... Ve amcam o an anlamını tam olarak kavrayamadığım bir laf etti... Belki de dedi bu bir aile olarak son toplanmamız... Belki de senin bu evden son adımını atışın ve belki bir daha hiç bir zaman uzunca birlikte olamayacağız... Konuştuktan ve önümdeki biraları içtikten sonra çıktım yukarıya, belki de bir korunma içgüdüsüyle sıcak yaz havasına rağmen sardım yorganıma kendimi... Bütün gece gözlerimi kırpmadım bile bir kez olsun... Aynı sözleri düşündüm durdum... Bu değil miydi istediğim? Genç yaşta zengin olmak? Evden çıkıp dünyayı kucaklamak... Korkuyor muydum? İpleri elimden kayıp mı ediyordum? O gece uzun uzun kendimi sorguladım... Güneş doğarken kendimle yaptığım savaşın sonuna gelmiştim... Öncelikle bir hayal kurdum... Babam hep bir resim olsun gözünde der, ve o resmi çizene kadar bırakma çalışmayı, denemeyi... O resmi çizmiştim o gece... Resimde taş evlerinin yeni ekip biçtikleri bahçesinde çaylerını yudumlayan iki tane keyif düşkünü adam vardı, onların yanında da onlardan aşağı kalmayan bir tane adam daha... Ve bu adamlar bir daha o bahçeden asla kalkmamaya yemin etmiş gibi duruyorlardı... Resmin diğer yanında da tüm dertlerinden sıyrılmış bir kadın vardı... İlk olarak bu resmi çizmiştim kafamda ve ikinci olarak da yemin ettim... Ne için mi? Kafamdaki o resmi çizmek için... İnsanlar sorarlar şu hep bahsettiğin o uykularını kaçıran seni bu hayata bağlayıp adayan o durmadan uğrunda çalıştığın hayalin ne? , diye... Benim hayalim sadece bir resim ve ben asla durmayacağım...

Son olarak küçükken hep babama ve Edward a bakıp düşünürdüm... Acaba benim de onlar gibi senelerce yanımda olan ve bir gün bile benden ayrılmayan bir dostum olacak mı diye... Şimdi anladım ki ben onlardan çok daha şanslıyım... Benim bir değil iki tane öyle dostum var...

Perşembe, Nisan 05, 2007

Ses Ver...

Ben seni sorgulamaya başladığımdan beri pek konuşmadık seninle... Zaten önceden de pek konuşmazdık... Ya ben sesini duymak için ayaklarının dibinde ağlardım, bağırırdım, ya da kahrederdim, küfrederdim sana... Hepsinin amacı aynıymış daha iyi anladım şimdi... Sonra gün geldi bu sefer de sorguladım seni... Bulmak için çabalamaktan vazgeçtim bi anda... Duymak için çabalarken bile bulmaya çalışmanın ne anlamı vardı? Ya da nerde bulacaktım ki seni? İçimde mi? Dışarıda mı? Aynaya bakınca gördüğü şeyi beğenmediği için aynayı kırmaya çalışan bakışlarımda mı? Nerede? Ve vazgeçtim... İşte o günden beri hiç duymadım sesini, duymak için pek de çaba sarf etmedim açıkçası... Ne kadar konuşmasak da galiba sendin beni sabahları veya gecenin en kör zamanında arayan, sadece orda mıyım değil miyim diye bakmak için... Belki ordaydım, belki değildim, bilmiyorum...
Çok uzun zamandır konuşmadık seninle... Belki çok sinirliydim, belki çok çaresizdim, bilmiyorum, inan... Yine de son bir kez sesleneyim dedim sana burda...Gölgemin boyu uzarken batan güneşi selamlamak için başımı kaldırınca orda göremiyorum artık seni... Yeni doğan bebeğin gülümsemesinde göremiyorum... Ama içimde bir yerde biliyorum ki sana ihtiyacım var, eğer oradaysan ses ver...