Çarşamba, Aralık 15, 2010

You remember that guy?

Hayatınızda ara sıra saklanmak için küçük bir yer istiyorsanız, sadece 2 saatliğine etrafınızda zaman dursun ve siz bir nefes alın diyorsanız, problemleriniz var demektir.
Ele geçiriliyorsunuz demektir. Size doğru geliyorlar demektir.
Dün, bugün ve yarın birbirinden çok farklı.

"Kaplan'ın gözü"nü yitiriyorsunuz demektir.

Biraz nostaljik olacak belki ama bu bana Mick'i hatırlatıyor. Der ya Rocky'ye;

"Senin başına bir savaşçının başına gelebilecek en kötü şey geldi; medenileştin."

Rocky hayatının dayağını yer. Gözündeki bakışı, içindeki ateşi, kendisini hiç ellerini kaldırmadan gard almamasına rağmen on beş raund boyunca dayak yerken ayakta tutan inancı kaybeder. Hayatta kalan değil, yaşayan olur. Medenileşir. Gerçekten de başına bir savaşçının başına gelebilecek en kötü şey gelir.

Rocky hayatının dayağını yer.

Ve bir gün ciğeri beş para etmez bir herif Rocky'e duvardaki kocaman bir resmi gösterip sorar;

"You remember that guy Rock?"

Rocky bakar, şampiyonluk maçından önce çekilmiş kendi resmidir.

Rocky hayatının dayağını yer.

Salı, Haziran 01, 2010

Death By Misadventure

Bu gece çok fazla içki içtim. Gereğinden daha fazla. O kadar ki, en sonunda bakkaldaki pos makinesine şifreyi giremiyordum.

Brian Jones. Nedense aklıma o geliyor. O kadar özel bir adam ki aslında, küçük bir çocukken babamın bana ilk Rolling Stones albümümü hediye edişini hatırlıyorum, tek bir adam ilgimi çekiyordu. Brian Jones, herkesin düşündüğünün aksine Mick Jagger tam bir kolpadır onun yanında. Keith Richards kim olduğunu bile şaşırır Brian Jones gitarını çaldığı zaman, tabi ki çalarsa.

Brian Jones her zaman bir dahi olmuştur. Gitarı elimize aldığımızda yeni bir şeyler yazmak konusunda onu ağlatabilirdim, eğer yaşasaydı. Ama gitarı çalmak konusunda ustadır abimiz.
Tüm gitar safsatasını geçersek, Jones özel bir adamdır. Rolling Stones'u kurmuştur bir kere. "Blues purist" derler Jones için, her zaman bluesa sadık kalmıştır. Beatles'a karşı gelmiştir. Ve bir gece doğu Sussex'deki evinin havuzunda ölür Jones, 27 klübüne katılır. Bu küçükken hepimizin hayali değil miydi?

Anita'sını arar Jones hayatı boyunca, artık grupta kardeşi gibi sevdiği adamın koynunda olan Anita'sını, telefonları "Nita?" diye açar, kafası güzel olduğunda "I'm ok Nita" der tanımadığı kadınlara, Anita'sını bekler, gitarını ve mızıkasını Anita'sı için çalar. Jones özel bir adamdır. Uyuşturucuyu hayatı boyunca kaldıramaz, Anita'sını arar.

Ben bazı günlerde elime gitarı alıp koltuğumda Brian Jones taklidi yaparım, başka birinin taklidini değil. Brian Jones olduğundan o, başkası değil.

Aslında evi yoktur Jones'un. Evini arar belki de hayatı boyunca. Bulamaz ne yazık ki.

Bir gün şöyle der hiç tanımadığı bir adama;

"Basın ne kadar yalan söylerse söylesin, bir şey doğru; benim en büyük düşmanım her zaman bendim. Ailem beni evden kovduğunda yalnızca ben kaldım geriye, ben ve müziğim."

Keşke onun kadar cesur olabilsem.

Neredeyse okumayı yeni öğrendiğimde tanıdığım bu adam gibi olabilsem.

Ben bazı günlerde elime gitarı alıp koltuğumda Brian Jones taklidi yaparım. Dudaklarımdan dizeler dökülür.

"You raise up your head
And you ask 'Is this where it is?'
And somebody points you and says
'It's his'
And you say 'What's mine?'
And somebody else says
'Where what is?'
And you say,
'Oh my God, am I here all alone?'
But something is happening here
And you don't know what it is
Do you, Mister Jones?"

Cumartesi, Mayıs 15, 2010

Verge

Here. I'm sitting right here, on a sofa not mine, not ours, a red, soft, comfortable sofa which I really don't know whom it belongs to. But I'm sitting on it. No, no. I'm lying on it. The beer can hanging in my hand, ready to spill all of the contained, precious liquid onto the luxury carpet. God. My head's swinging and crashing through the walls of an endless hallway. I take a look at my surroundings, the house is decorated so nice that I wish it was mine. I take another sip from the can and rest my head on the extremely nice arm of the sofa. There are some magazines scattered through the floor. But then, and this is a big, hairy "but" by the way, which is supposed to draw your attention; so many things happen at the same time. It feels like an earthquake. I hear a key turning in the lock. Fuck. Suddenly I remember why I'm here. Everything gets clear by the minute. I hear screams of joy coming from the room next door. A deep state of orgasm can be sensed through the air. Then I remember, fuck I remember... Mr. E. is inside with that girl. Which girl? That girl. The girl from last week. And what am I doing here? Isn't it obvious? I'm riding shotgun. Keeping an eye out, you know. Besides, that's one very nice try at putting "I don't have anything else to do, and you have booze in the house i presume" that way. Everything makes perfect sense but, this manor we are in has a lord and that guy definitely is not Mr. E. I wish that we could own the place, though. The guy is approaching faster than the speed of light. I get up, jet through the room and I step inside the love palace. Mr. E and the lady both do not give a damn about me, I can understand as much from the way they both scream. They really don't give a damn, not until I grab Mr. E by his shoulders and whisper;

"Yo, E., the guy's here."

"The guy? Who?"

"The lord of the manor idiot, the fucking King Henry the fucking 8th or something"

My eyes sweep through the room like the man would storm in any minute to beat the crap out of us with a cock-shaped iron bar.

"So what?" He is laughing terribly and the crazy hysteria gets its hold of me. We both crumble by the bed as the not-so-gracious-now lady gets her clothes while she runs into the bathroom.

He asks if I've got any beer with me, this makes me laugh even more, then I pass the can to Mr. E. As he drinks the booze we both cock our ears just to hear the approaching footsteps with an annoying yell; "Honey! I'm home."

I turn to Mr. E. "How many guys still shout 'Honey I'm home' when they get in?"

"Only those with ladies this beautiful and houses this great I suppose" We stick with laughing, still sitting beside the bed. He goes on; "You know that if we beat up the guy, we shall be arrested and charged for breaking and entering, too, right?"

"Yeah I know. But I won't let him touch us anyway, especially in your naked, I-just-had-sex-I'm-so-sensible-right-know state. "

"Oh, nice reminder" He barely puts all of his clothes on right when the door opens slowly.

The guy is a fat douchebag. I can notice a douchebag where ever I see one. This one's a douchebag, that's for sure. Short length, overweight, the remainders of useless hours spent in a gym, money earned not by brains, but silver spoons up in an ass, ah come on, the fucking man even has flowers in his hand. I just want to ask; "Who were you fucking tonight just as your wife was wrecking the brains out of Mr. E.?"

All three of us look at each other. Then we start running. Through the balcony door and onto the wet grass, cold night air and so many other beautiful things I can't remember now. We're laughing so loud that every bit of it reminds me of the God that created us.(*)





(*) Quoted from 'Verge of Breakdown', some scribbling I scrabbled. Still It turned out to be nice, I suppose.

Ayar Vermek

Aslında neler anlattığıma bakma, hepsini boşver, o kadar güzel anılarım var ki, o kadar muhteşem dostlarım, o kadar mucizevi, ihtişam dolu anlarım, sen gerçekten bakma neler anlattığıma benim.

Benimki biraz mavi olmakla ilgili.

Eğer mavilerde dans edip, parmaklarından onu çıkarmak istiyorsan acıyı sevmen gerekir cümlesi çok yanlış. Acıyı asla sevmemelisin. Acıdan nefret ettiğin sürece mavilerde yer bulacaksındır. Ben sadece acıya alışığım. Başımı kaldırıp bakıyorum. O kadar derin bir pislik gördüm ki, artık bir daha iyi şeyler göremeyeceğimi söyleyen genel kanının aksine güzel şeyler daha çok dikkatimi çekiyor. Evrene inanılmaz büyük bir kara deliğin içinden baktım ve sonra da kendi içimden kara deliğin kendisine. Karanlığın içinde kendimi gördüm. Kendi karanlık yüzümü. Onunla yüzleştim, onunla savaştım, onun gözünü oydum, onun ağzını kırdım, kulağını ısırdım, yere düştüm, tekrar kalktım, tekrar vurdum, hayalarına tekme attım, onunla seviştim, içime çekip bıraktım, sarılıp tuttum kollarımda. Karanlıkta genel kanının söylediği şeyin aksine; hiç bir cevabı bulmadım. Karanlıkta karanlığı buldum. Karanlıkta karanlığın bulunması gerekiyordu çünkü.

Karanlığı alıp kendimi baştan aşağıya siyaha boyadım. İnanılmaz bir kamuflajdı bu. Ta ki, ta ki güneş doğana kadar.

Güneş doğarken başımı kaldırıp bakmak zorundaydım. Yüz yüze geldiğimizde karanlığım yere aktı, çırılçıplaktım artık. Bu bir dersti. Bu dersi öğrendim.

Gerçekten neler anlattığıma bakma, o kadar güzel anılarım var ki...

Aşağı yukarı yirmi küsür yıldır nefes alıp veriyorum. Dönüp bakınca geri dönmek istediğin anlar olur ya, benim "ya bunlar iyiydi de, biraz sonra öyle bir şey yapacağım ki bu anılar yanında kötü prodükte edilmiş filmler gibi olacak " dediğim zamanlarım oluyor.

Mavi olduğuma bakma, bu benim iletişim kurma şeklim, mavi olmak kaderimde var sanırım. Karanlığın içinde durduğuma bakma, kaybolup gitmeyeceğim, burası benim oyun alanım. Burada kılıcım karanlıktan bile daha parlak, zırhım daha sert. Burası benim "dur" dediğim yer, burası benim 'ayarı verdiğim' yer, burası benim meydan okuduğum yer, güneşe.

Çarşamba, Mayıs 05, 2010

Mind Jockey

Haftalar süren ve zihnimi tehdit eden bir hastalık sürecinden sonra kendime geliyorum, hayatım benim için anlam kazanmaya başlıyor. Ayılıyorum da.
Hayatımı özetlemem gerekirse...

Okulu bitirmeme tam olarak (son değişikliklerden sonra) 12 ders yani 12 final, 24 mid-term, yaklaşık olarak 60 tane rapor, 7 farklı öğretim üyesi, 10 farklı asistan, 1 bitirme projesi, imzalanacak 12 farklı attendance kağıdı ve içilecek birkaç litre kahve var. En azından elimde sayısal veriler varken kendimi huzurlu hissediyorum, kim beni suçlayabilir ki?

Babam yatırımının güvenli olup olmadığını kontrol ediyor sürekli, lanet olsun biliyorum bir gün dönüp bunu okuduğumda kendimi suçlu hissedeceğim, utanacağım, kızacağım kendime ama yapabileceğim bir şey yok, ihtiyar hala beni her gün biraz kızdırıyor, galiba ben de onu biraz kızdırıyorum. Bir ailenin olmayışı böyle bir şey sanırım, sadece kızgınlıklar ve kızgınlıkların geçişleri ve kaliteli zaman geçirme diye adlandırılan kısa süreli eğlenceli olması ihtimaline aşık olunası zamanlar var.

Doğduğum şehre gitmeyeli ilk kez bu kadar uzun süre oldu. Sanırım artık orada olmak istemiyorum. Öyle bir hayat sürdürüyorum ki, kendi şehirlerimi kendi anılarım ve geçmişimle tüketip oralara adım atamaz hale geliyorum. İçlerinde sevilesi insanlar kalıyor, bölünüyorum. Bir gün, bir yerde güzel anılarım çirkin olanların sayısını aştığı an yerleşeceğim hiç düşünmeden. Bohemya'da da olsa, Amerika'nın batı kıyısında da olsa yerleşip hareket etmeyeceğim. Ben ve doğduğum şehir, artık seksten başka paylaşacak bir şeyleri kalmamış iki eski sevgili gibiyiz.

Geçen gün biri bana sordu, "yazdığın zamanlarda ilham kaynakların neler?" diye. Düşündüm, milyarlarca cevap buldum, hiç birini söyleyemedim, bay E.'yi, bayan E.'yi, 21 yılın hatırlayabildiğim 17-18 yılını gün gün sayamadım, kafamın nerelere savrulduğunu hatırlayamadım, anlamsızca bakıp "hmm.. Bukowski?" dedim, soran benle dalga geçti. Biliyor olsa gerek.

Yine taşınıyorum. 50 metre ileriye, bay E.'nin yanına, "oğlum seni doğuran fahişe, seni doğurmamış bile, fırlatmış." dediğimde beni dövmeyi aklından bile geçirmeyip küfrü basıp devam eden sevgili bay E. ile çıktığımız büyük bir yolculuğun (evlenecekmişiz gibi olmadı mı?) prototipi olarak görüyorum bu süreci, garip.

Bir de bana geçenlerde "kadın düşmanı" dediler.

Burası bok gibi sıcak. Dün akşamüstü laboratuarda baktım sayaç dış sıcaklığı 30 derece gösteriyordu, etrafımdaki insanları bir kokladım, kendimi kokladım, sayaca tekrar baktım, alnımdaki teri sildim, küfür ettim.

Kendi içimde çıktığım uzun yolculuğun hemen hemen sonuna geldim. Hey, bir saniye, bu jam session kokusu mu? Biraz yeni tel, biraz eskimiş kablo,nasırlı parmak belki? Bir defter dolusu not alınmış fikir? Hmm...

Şimdi tüm bu bilgilerin ışığında en sevdiğim punk şarkısından cümlemin içine alıntı yapıp sana soruyorum bebeğim;
Should I leave? Or should I rock the Casbah?

Cumartesi, Nisan 17, 2010

Nos-tal-feratu

Patlamış mısır, bira ve sigara kokusu burnuma doluyor, ellerim acıyor biraz ve boğazım yanıyor ama neşem yerinde.
Saçlarım uzun, biraz da yağlılar. Kafam biraz iyi işte, neşeliyim.
İki elimle saçlarımı başımın ardında birleştirip, lastikle bağlayıp topluyorum.
Hep yapmadığım bir şey yapıyorum bu gece, mikrofona doğru yürüyorum, gitarımı boynumdan sıyırıp dayıyorum bir köşeye, arkadaşlarım izin veriyorlar.
Başımı biraz geriye çekip boğazımı temizliyorum, kendi kulaklarımla deniyorum; sesim çıkıyor. Dudaklarım mikrofona yaklaşırken klavyeden sesler duyulmaya başlıyor ve sonra ben başlıyorum.

I've paid my dues,
Time after time...
I've done my sentence,
But committed no crime.

Şarkının bu kısmını çok seviyorum, bu bir tür iç dökme gibi, akorların rengi pembe ve sarı arasında zaten, sesimi duymuyorum bile, sözler aklımın duvarlarında yankılanıyorlar. Ve devam ediyor;

And bad mistakes
I've made a few...
I've had my share of sand kicked in my face
But I've come through!

Son sözler dudaklarımdan dökülürken kendi hayatımla ilgili düşünceler kafamın içinde dönüyorlar. Kendi payıma düşen kumu yüzüme tekmelediler, ama ben yine de sıyrıldım... İçimde ulaşmayı sevdiğim zafer ve ihtişam dolu o "yer"e ulaşıyorum, daha sonra nakarat başlıyor, hayatımla eş zamanlı.

We are the champions - my friends
And we'll keep on fighting - till the end...
We are the champions
No time for losers
'Cause we are the champions - of the world!

Bu hepsinden çok, basit bir açıklama gibi aslında. Bana dünyada sözünü dinlediğim tek insanı hatırlatıyor. Biz şampiyonlarız ve kaybedenler için zamanımız yok, bu kadar basit bir açıklama işte akorların renkleri kırmızıya çalarken şarkı tekrar düşüncelerime döndürüyor.

I've taken my bows
And my curtain calls...
You brought me fame and fortune and everything that goes with it,
I thank you all...

Tam olarak açıklamalar devam ederken, en çok da kendime, şarkının en güçlü, en sevdiğim yeri geliyor, sesimi biraz yükseltiyorum. Gözlerimi açamıyorum bile, insanlar yumurta atıyor olsalar dahi umurumda olmayacak ya, ben zaten şarkıyı söylemiyorum, şarkının içinde bir yol bulmaya çalışıyorum;

But it's been no bed of roses
No pleasure cruise...
I consider it a challenge before whole human race,
And I ain't gonna lose!

Bu bir meydan okuma. Ağzımdan dökülüp de bir mesaj olarak evrene iletilmesine izin veriyorum.

Daha sonra tekrar nakarat geliyor, ne olduğunun farkına varamadan bitiveriyor şarkı. Gözlerimi açıyorum, etrafıma bakıyorum, yumurta atmıyorlar, alkışlıyorlar bile, o kadar coşku doluyum ki ne kadar istesem de çok önemseyemiyorum. Kafam öylesine dolu ki düşüncelerle,durduramıyorum.

Saçlarımı açıyorum ve kendimi arkalarına gizliyorum tekrar, kulağıma belirli belirsiz gelen bir ses adımı söylüyor, gitarımın ağırlığını omuzlarımda hissedince içim rahatlıyor, penamı cebimden çıkarıyorum, köprü manyetiğine geçiyorum, tonu biraz kısıyorum, davulcuya bakıyorum ve ellerim gerekli akorları buluyorlar...

Ve şimdi üzerine güneşin ışığı düşüp de aydınlanan gitarıma bakıyorum, toz içinde, manyetik değiştiren zımbırtısı kırık, telleri paslı, perdelerinde ter izleri var, ses düğmeleri sonuna kadar kısılmış, penası da tellerine sıkıştırılmış, amfiye dayalı duruyor. Birkaç metre yürüyüp aynada kendime bakıyorum, pek farklı değilim açıkçası. Yine de bir şeyler duymaya ihtiyaç hissetmiyorum, bir şeyler söylemeye de öyle. Düşünüyorum, kafamın içinde yolculuklarım asla bitmiyorlar. Hepsinin ötesinde, en çok da biliyorum sanırım. Bilmek o kadar önemli ki benim için. Beni bilmek. Dudaklarım kilitli. Tellerin üzerine elimi sürtüyorum, çok anlamsız sesler çıkıyor. Gülümsüyorum, pek farklı değilim açıkçası.

Salı, Mart 23, 2010

Dokunuş

Hava soğuk. Üşüyorum. Eldivenlerimin kapladığı ellerimle sardığım paslı tabancada ölümün kokusu var. Yürüyorum, her şey çok sessiz. Tüneller karanlık ve ben yürümeye devam ediyorum, kaskıma takılı fener ışığının aydınlığında. Korkuyorum, çok korkuyorum. Etraf hazırlıksız yakalayıp etimi yemeyi bekleyen binbir çeşit düşmanla dolu. Sadece yirmi yaşındayım ve elimde paslı bir tabanca var, korkuyorum. En ufak bir ses için tetikte beklerken karanlık bir tünelden duymayı en son bekleyeceğim seslerden biri geliyor. Bir çocuk ağlaması. Bunu göz ardı etmeyi düşünüyorum. Bu dünyada merhamet kalmadı. İki adım attıktan sonra kendime küfrediyorum, yere tükürüyorum ve pişman olacağımı bilerek o tünele giriyorum. Birkaç metre ileride bir ışık var, bu bir tuzak olabilir, silahımı biraz havaya kaldırıp yavaşça sese doğru yürüyorum.

Odaya girdiğimde karşımda etleri yenmiş, iç organları parçalanmış cesetler var. Kesif bir leş kokusu burnuma doluyor, artık buna alışmış olmam gerekirken ben yine de yüzümü buruşturuyorum. Cesetlerin görüntülerine dayanamıyorum. O anda onunla karşılaşıyorum. Sasha'yla. Yaşlı bir adamın cesedinin üzerine çökmüş ağlıyor bu tünellerde görmeyi umacağım son canlı, Sasha. "Amca" diyor, "ayağa kalk, kalk hadi... Buradan birlikte gideceğiz, bizi yemelerine izin vermeyeceğim..." Amcası cevap veremiyor. Karnında ve sol tarafında boydan boya bir yara var, midesi yere açılmış. Bakmak istemezken Sasha'nın umursamadığını fark ediyorum. Beni görünce irkiliyor, ben de ona bakıyorum. Henüz bu ülkenin lanetli kışını 8 kere bile görmemiş bir çocuk o. Uzun süredir içimde dokunmadığım bir yerden bir ses yükseliyor, onu bastırıyorum. Gözlerini dikip bana bakıyor Sasha, "Annem yabancılarla asla konuşmamamı söyledi ama amcam uyanmıyor, bir silahın varsa beni buradan götürür müsün?" diyor. Sözleri o kadar ağır ki. Ağırlıkları korkusuzluğundan kaynaklanıyor. Çok cesur olduğundan değil. Bir çocuk olduğundan. Onu daha iyi görebilmek için gaz maskemi çıkarıyorum. Başımı sallıyorum yavaşça, Sasha omuzlarıma tırmanıyor ve bağırıyor, "Bensiz asla buradan çıkamazdın zaten, sen ateş et, ben arkamızı kollarım..." Yüzümdeki gülümsemeyi bir aynanın karşısında görebilmek isterdim ama Sasha varken ısınmak için buna ihtiyacım yok. Omuzlarıma yerleştiğinden emin olunca son kez odadakilerin ruhlarının artık burada olmadığı için şükredip, yoluma devam ediyorum.
Yolumuz bizi tünellerin derinlerine götürüyor. Mümkün olan ilk güvenli bölgeye götürmek istiyorum çocuğu. Konuşmaktan hiç sıkılmıyor Sasha. Bu savaş bizi etkilememiş gibi, Sasha sanki benim zamanımdaki çocukların oynadığı oyunları hep oynuyormuş gibi konuşuyor. Bana gün ışığını hatırlatıyor ağzından çıkan sözler. Yalnızlığımızı hatırlatıyor. O anda geçtiğimiz tünelin üzerindeki yarıktan bir parça gün ışığı sızıyor içeriye. Yıllardır nadiren gördüğümüz o huzme üzerimize düşüp bizi aydınlatıyor. Kulaklarıma fısıldıyor Sasha; "Tanrım... Gün ışığı... Bunu arkadaşlarıma anlattığımda ünlü olacağım..." Üşüyen yanağım ıslanıyor, elimi götürüp gözyaşımı silmek istemiyorum. Lanet ediyorum savaşa. Sasha'nın bu anını bozmak istemiyorum. Ağzımı bile açmıyorum. Yalnızca silahımı daha da sıkı tutuyorum, gözlerimi açıyorum. Sesler artıyor...

Birkaç yüz metre daha yürüdükten sonra Sasha annesine kavuşuyor, kaçıp güvenli bölgelerine sığınanların yanında onu annesine teslim ediyorum. Annesi bana bir şarjör mermi uzatıyor. Başka ne sunabilirdi ki böyle bir dünyada? Sahip olduğu en önemli varlığı da bana veriyor. Bunu kabul etmiyorum. Ona o kadar çok anlatmak isterdim ki bana verebileceği daha önemli bir şey olamayacağını... Ağzımı bile açmadan son kez çocuğun başını okşayıp devam ediyorum yoluma, savaşı savaşmaya ve yapabileceğim tek şeyi yapmaya.

Aklımın içinde çocuğa dokunuyorum. Biz seninle aynıyız Sasha. Savaş alanında cesetlerin soğuğunda bırakılmış, gün ışığının hayaliyle yaşatılmış ve savaşın kokusunu derince içimize çekmişiz biz. Gözlerimden yaşlar geliyor. Biz seninle aynıyız Sasha. Sadece sen daha korkusuzsun, sen daha ihtişamlısın, benim arkamı kollamayı teklif ediyorsun. Biz seninle aynıyız, yalnızca sen kafanı kaldırıp gün ışığına bakmaya cesaret ediyorsun. Biz seninle aynıyız, yalnızca ben dizginlenemez bir öfkeyle yoluma devam ederken, sen umutla bekliyorsun güneşin bile doğarak getirmeyeceği bir yarını. Biz seninle aynıyız...


Cumartesi, Mart 06, 2010

Fed Up

"I'm so fed up of all these moody,serious gangster-like, philosophy-pretending books. I'd just like to read something old fashioned, cheerful and set in a world with blue skies..." (*)

(*) Gary of Clover: A Curious Tale

Isn't he so right?

Cuma, Mart 05, 2010

The Saints Are Coming

When I raise my flashing sword, and my hand takes hold on judgment, I will take vengeance upon mine enemies, and I will repay those who haze me. Oh, Lord, raise me to Thy right hand and count me among Thy saints.

Now you will receive us.
We do not ask for your poor, or your hungry.
We do not want your tired and sick.
It is your corrupt we claim.
It is your evil that will be sought by us.
With every breath we shall hunt them down.
Each day, we will spill their blood till it rains down from the skies.
Do not kill, do not rape, do not steal, these are principles which every man of every faith can embrace.
These are not polite suggestions, these are codes of behavior and those of you that ignore them will pay the dearest cost.
There are varying degrees of evil, we urge you lesser forms of filth not to push the bounds and cross over, into true corruption, into our domain.
For if you do, one day you will look behind you and you will see us. And on that day, you will reap it.
And we will send you to whatever god you wish.

And shepherds we shall be, for Thee, my Lord, for Thee. Power hath descended forth from Thy hand, that our feet may swiftly carry out Thy command. So we shall flow a river forth to Thee, and teeming with souls shall it ever be.


(*No matter how facial expression changes with age, some things stay the same...)

Çarşamba, Şubat 24, 2010

Gökyüzü

Bacaklarımı soktuğum çamurda her kıpırtıyla içe doğru birazcık daha çökerken kurtarıyorum kendimi. Tam burnum da içeri girecekken çıkıyorum oradan. Hayret verici şekilde üstüm başım tertemiz. Bir işi yapcaksam, tam yapmalıyım. Tam yapıyorum.

Çamura dönüp bakıyorum, canlı gibi. Canlı bir organizma o, nefes alıp veriyor, ağzını açıp kapatıyor. Besleniyor, benimle. Besleniyor-du. Artık onu terk ediyorum. Ayakkabılarıma bakıyorum, bağcıklarım bağlı.

İki ayağımı birden hızlıca yere çarpıp kısa bir zıplayış yapıyorum olduğum yerde, tam yukarı çıkarken nefesim ağzımdan dışarı çıkıyor ve indiğimde yeni bir nefes alıyorum, ayaklarım yere çarpıyorlar, topuklarım güçle doluyor, ayak parmaklarım gergin sinirlerime destek olmak ister gibi ve koşmaya başlıyorum. Her attığım adım bir öncekinden daha uzun, ayaklarım kıçıma biraz daha yaklaşıyorlar. Ciğerlerim yanana kadar koşuyorum, içleri boşalana kadar, dalağım şişip de ağzım kuruyana kadar koşuyorum, dizlerimin üzerine düşene kadar koşuyorum. Dizlerim kanıyorlar. Ağzımdan kötü bir tat var, nefesim düzensiz. Ayağa kalkıyorum, vücudum üç gün boyunca dayak yemişim gibi ağrıyor. Koşuyorum... Koşmayı yeni öğrenmişim gibi. İki adım daha atıp, güçlüce sıçrayıp, kanatlarımı açıyorum. Soğuk hava yüzüme çarpıyor. Yere indiğimde kendime bakıyorum. Bir su birikintisi olsa da Narcissus gibi saatlerce kendimi izlesem. Kendime bakıyorum son kez ve başımı kaldırıyorum. Önümde sonsuz bir çöl, başımın üzerinde de oldukça büyük sayılabilecek gökyüzü var. Gülümsüyorum. Bunu bilmek güzel.

Beni sınırlayan şeyler geçiyor aklımdan yavaş yavaş. Milyonlarca sınır. Bir gün herkes kendi sınırlarını öğrenecek. Bir gün herkes kendini gerçeklerken kendi sınırlarını bulacak. Limitler herkes için değişken bir yapıya sahip olsa da bir gün herkes limitin ne olduğunu öğrenecek. Ya da limitinin ne olduğunu en azından. Kanatlarımı esnetiyorum, bunu yapmak hoşuma gidiyor, sonra da beni sınırlayan şeyleri düşünüyorum tekrar. Altında ağ olan bir ipte yürüyen cambaz misali, limitler...

Uzakta bir yerde güneş doğuyor.

Güneşin nerede doğduğunu merak ediyorum.

Ayaklarım yalvarıyorlar koşalım diye.

Sahip oldukları neşeyi hissetmek güzel.

Yere doğru eğilip ayak uçlarıma değerken sırtımdan gelen çatırtıyı dinliyorum.

Güneşin nerede doğduğunu merak ediyorum.

Ayaklarımı bekletmiyorum daha fazla.

Vücudum bu sene yılbaşı erken gelmiş gibi, sonsuz bir coşku içerisinde.

Güneşin nerede doğduğunu merak ediyorum. Gözlerimi yakarak bana meydan okuyor.

Bana meydan okuduğunu bilmek güzel.

Her insanın limitleri vardır. Bir gün mutlaka bunların ne olduğunu öğrenmek zorunda kalırlar.

Bir gün mutlaka bunların ne olduğunu öğrenmek zorunda kalırız.

Her insan bir gün limitlerini öğrenir ve bunları aşmamayı da.

Ben, benimkileri göz ardı ediyorum, güneşin nerede doğduğunu merak ediyorum.

Pazartesi, Ocak 18, 2010

Düşmek

Bir düş gördüm.

Düşümde gitarım 50'lerden fırlamış bir bayan vokalist gibi sesler çıkarıyordu. Evet,tam olarak böyle tanımlayabilirim.
Düşümde kimse ölmüyordu, bir noktada zaman duruyordu ve öylece kalıyorduk hepimiz.
Kaybolunabilecek, içinde çürünebilecek, ölünebilecek bir şehirde, etrafımda birlikte kaybolunabilecek, çürünebilecek, ölmekten ziyade birlikte yaşanabilecek insanlarla birlikteydik. İçime korkular salmayan insanlarla. Aklımı kaçıracaktım.
Düşümde son bir hikaye yazıyordum. Sonuncu hikaye, bir eksik ya da fazla değil.
Sonra uyandım.
Bir düş gördüm, yağmur sularına karışmış.

Pazartesi, Ocak 11, 2010

There

I'm not an addict. I'm the addict. The addict I invented to keep this show on the road. Addicted to the life? Fat chance. Addicted to the opposite, not living, maybe chaos, i don't know, actually. I am all the addicts and all the junk in the world. Now I'm using the word "junk" as an illustration. Extend it. I am reality and I'm hooked on reality. Give me an old wall and a garbage can, and i can, by god, sit there forever. Because i am the wall and i am the garbage can. That is i need a human host. I cant look at anything. I am blind. Let me take this opportunity of replying to my creeping opponents. It is not true that I hate the human species. I just don't like human beings. I don't like animals. What i feel is not hate. In your verbal garbage the closest word is "distaste". Still i must live in and on human bodies. An intolerable situation you will agree. To make this situation clearer; suppose that you were stranded on a planet populated by insects.
You are blind.
But you find a way to make the insects bring you what you need.
Even after thousands of years living there you still feel that basic structural distaste for your insect servants. You feel it every time they touch you. That is exactly what it is. Consequently since my arrival some five hundred thousand years ago i have had one thought in mind. What you call the history of mankind is the history of my escape plan.
I don't want love.
I don't want forgiveness.
All i want is out of here.





*Thanks to W.S. Burroughs