Pazar, Aralık 27, 2009

Insanity

Then I smelled the night air. Or this was just one way to dramatise the scent of the cheap perfume coming from the lady that walked past, the horrendous smell of car fumes, some trees and some soil. But,anyways,then i smelled the night air. That's the point where i started thinking. You can't imagine the things ethanol lets you do. But no,not tonight. My mind was clear as much as the cloudless sky. My face bathing in the moonlight, and stars just above; gazing upon my very own body, always watchful. I took up the pace but i just didn't know why. I had no rush, neither anywhere to attend. As I mentioned; my mind was clear; as much as it could be. Working like the perfect machine it is, right behind my eyes. This could be a journey, to the emptiness within myself, or this could be the fact that I denied from the very beginning. The night could be the emptiness itself. I tried to stop thinking. Just another pointless attempt. For just once I tried to get out of myself. I just tried to take a glance upon the future, the past and the present that I had lost. Then I felt like losing control. Another crysis, a sickness or a trauma was on the way; moving like thunder to strike my mind. I could begin praying at that exact minute. Desperate more than I could imagine. But thanks to whatever saved me, I kept my sanity,my mind where it should be.

Stopped for a minute or two. Smelled the night air again. Some scotch spreading from my clothes, but sure as hell I didn't drink even one bit. I was not loaded. This time there were people coming down the road. Loneliness is always an option. Not the being alone in the center of the crowd bullshit. But whatever, loneliness is always an option; but ignorance is not. So i could not just ignore them. Looking at their faces, I could see myself. A fool getting colder every minute, harder like a stone. Hmm a riddle! I love them actually... Let us see... What gets colder,harder,and uglier by the minute? A corpse! Right answer. No, not a metaphore unfortunately... Then I started running, felt like a martyr. Funny.

Everything went black by the minute I got where I was trying to reach. My place, my Fortress of Solitude, my dearest coffin. Turned key in the lock, and stepped inside I did. Now I could pass out. Insanity was another option, and it was drawing me towards itself like flies to the shit. Trying to resist I turned on the TV. No use. I went to the bathroom and looked at the mirror. To my surprise, I encountered nothing, nothing at all. That's the end of it, then I passed out right there on the floor.

Cuma, Aralık 04, 2009

Bi' Dur

Ya dedim o anda kendime, olm dedim, orda bambaşka yerler var lan. Bildiğin bambaşka kafalar var. Hiç yaşamayı aklından bile geçiremediğin -basit bir vizyon problemiyle- inanılmaz değişik şeyler var. Sonra sordum; ee o zaman? O zaman öyle işte. Ama anladım sonra, o zaman öyle değil işte. O zaman şikayet etme, sorma da.
Olm, orda bambaşka yerler var lan, hiç daha görmediğin resimlerini bile.

Cumartesi, Kasım 28, 2009

Delta

Hava sıcak, hem de fena halde. Üzerime giydiğim pamuklu kumaşın içinden ve dışından süzülen terler her dakika bunu bana hatırlatıyor; tuzdan yapılmış yollar çizerken üzerimde. Buranın güneşi hep böyle yakar zaten, birkaç yıl önce birilerinin öldüğünü duymuştum. Yanımdaki zenciye sordum; "kaç yılıydı o?" , öylece bakıyor suratıma, çok konuşmayı hiç sevmedi zaten. Umarım güneş onun o kara tenini de benimki kadar kavuruyordur, şeytan alsın canını... Tam iki haftadır kucağında o eski gitarla yanımda yürüyor, şarkı söylemediği zamanlarda konuştuğu cümle ya üç ya beş... Meymenetsiz herif, tanrı tükürsün suratına... Adından bahsetmek istemiyorum, mevcut durumumuzda isimlerden bahsetmek yanlış olacaktır. Geldiği yerde "Çivi" diyorlarmış zenciye; "demiryolu çivisi". Penisiyle ilgili olsa gerek diye düşündüm, hiç bir zaman sorgulamadım. Bana kalırsa bir tabut çivisi o piç kurusu. Sert,sağlam bir tabut çivisi. Hava sıcak ve yere tükürüp devam ediyorum,ağzım kuru. Duyduğum tek ses bok herifin ayağını yere sürümesi.

Oturuyoruz, yağmur yağıyor. Kafamızı sokabildiğimiz ilk yerde oturduk bu gece. Zenciden gitarını bana uzatmasını istedim. Onların müziğini çalıyorum; pis kölelerin buralara getirdiği tek güzel şey bu ya, bundan bahsetmek yersiz olur şimdi. Yüzündeki ifade "beyaz adam benim gibi asla çalamayacak" der gibi, beni izliyor. Yakmayı saatlerce cebelleşmeden sonra becerdiğimiz ateş aydınlatıyor şeytan suratını; sakince izliyor. Dinliyor beni. Duyguyu onun kadar anlayamadığım doğru, köle olan o. Pis herifin kabullenmiş bakışları başka sebepten. Bu topraklarda ona ait olan tek şeyi ondan çalıyormuşum gibi bakıyor bana, yine de kızgın değil. Kadınını çal, parasını çal, özgürlüğünü çal, işkence et, süründür, kırbaçlayıp çalıştır; hepsini kabulleniyor zenci, müziğini çalamazsın ama, ruhunu ondan alamazsın. Alamıyorum da zaten. Aynı şeyi çalsak da onunki başka bir şey anlatıyor, benimki başka. Gitarı bırakıyorum yere, şapkamı gözlerimin önüne indirip arkamı bir kayaya yaslıyorum. Zenci alıyor gitarı eline, uzaklarda bir tarladaki bir kadından söz etmeye başlıyor, bir silahtan ve bir başka adamdan. Bu aralar bu öyküyü anlatmayı çok seviyor sanırım. Yine dinliyorum onu, uykuya teslim olmadan önce.

Yağmurun ıslattığı toprakta yolculuk etmek için erken kalkıyorum. Ayağa kalkması birkaç dakika alıyor yol arkadaşımın ve yine yoldayız. Güneş doğuyor, yürüdüğümüz yolda birkaç saatte bir bir ya da iki araba geçiyor, parmaklarımızı kaldırmıyoruz. Neden bilmiyorum. Bugün yüzü neşeli zencinin, bok gibi bakmıyor etrafa, konuşacak gibi; umursadığımdan değil ya... Gitarını iplerden yaptığı bir bağ ile boynuna asıp dokunuyor tellere, adımlarımı yavaşlatıyorum. Bir yoldan bahsediyor Afrikalı, bir hapishaneye giden bir yoldan, onbir dolar için vurulmuş bir adamdan ve uzaktaki bir hapishaneden.

Deltaya yaklaşırken yollarımız yakında ayrılacak,biliyorum. Üzgün müyüm? Hayır. Ona verdiğim söz buydu çünkü. Uzakta sonbaharın geldiğini belli eden tepeleri görüyorum, ıssız yolları, bana bir anlam ifade etmiyorlar ama Afrikalı mutlu. Gitarı ellerinden düşmüyor bu aralar. Birkaç kilometre sonra ne olacak merak etmeye başlıyorum. Başladığı gibi sessizce bitecek her şey. Yola çıktığımız gibi bitireceğiz. Nehrin kenarında duruyoruz. Zenci karşımda dikiliyor. İblis suratlı, ifadesiz yine, arkamdan büyük bir gürültüyle geçen treni izliyor. Bana bakıyor sonra ve ağzını açıyor; son kez.

"Teşekkür ederim" diyor, başımı sallıyorum sadece. Cevap beklemiyor zaten. Düşünüyorum da bana gemilerle gelen o siyah kadınları anımsatıyor bir anda, hiç konuşmayıp kaderini bekleyen, ama tüm vücuduyla yapsa da bakışlarıyla asla boyun eğmeyen, herkesin becermek isteyip hastalanmaktan da ölesiye korktuğu, zihnimi tekrar odaklayıp düşünceleri uzaklaştırıyorum. Sahi ya zenci neden geldi buraya? Hep o bahsettiği kadın için mi? Müzik için mi? Evi burası olduğu için mi? Söylemiyor, artık merak da etmiyorum. Birkaç saniye duraksayıp elindeki gitarı uzatıyor bana. Alıyorum. "Son bir şarkı çal" diyor. Çalmaya başlıyorum, düşünmeden. Şarkı biterken başıyla son bir selam verip arkasını dönüyor ve boyun bağını çözüp yürüyor, gitarını almadan. Adımları sert ama hızlı değil. Arkasına bir kez olsun bakmıyor. Yere tükürüyorum. Özleyeceğim iblis suratlı Afrikalıyı. Elimdeki gitara bakıyorum, arkasına bir şeyler kazınmış; "tını her zaman yolculuk edecektir". Başımı kaldırıp son kez bakıyorum, arkamı dönüp gidiyorum kendi yoluma. Bir kaç hafta sonra aklıma geliyor; ne yapıyor acaba Afrikalı? Yalnızca iyi olduğunu umuyorum.

Salı, Kasım 03, 2009

Lucid

4.30 Mide sancısı. Uyanış.

5.30 Yatakta kıvranış, bir sürü gerçek mi rüya mı olduğunu ayırt edemediğim görüntü kafamın içinde,gözlerim kapalı,pencerenin önündeki turuncu ışığı göremiyorum ama orada olduğunu biliyorum. Kötü şeyler olmak üzere. Çok geç, oluyorlar ve kafama birer birer saplanıyorlar. Superman bu gece uçamayacak.

6.00 Aynı görüntüler kafamın içindeler, gözlerimi açamıyorum. Uyumaya çalışıyorum. Gözlerimi açıyorum. Işık orada. Ortalık aydınlanıyor. "Başka bir sabah olmalıydı" diyorum, "bambaşka bir yerdeki bambaşka bir sabah, bambaşka bir günışığının aydınlattığı bambaşka kokan bir yerde". Gözlerimi kapatıyorum, ağrıyorlar. Görüntüler kayboluyor.

6.30 Gözlerim artık açık. Beyaz çarşaf, beyaz yorgan, beyaz yastık. Hepsi bembeyaz. Ne de olsa yarın gelip değiştiricekler. Sürpriz. Yine beyaz olacak. Görüntüler tamamen kayboldu, olmalarını istediğim gibi. Bana başka bir yaşamı hatırlatıyorlar. Hava tamamen aydınlık. Son kez kafamı yastığa gömüyorum, yorganı atıp soğuğu karşılıyorum ve aynı sözleri tekrar ediyorum; "başka bir sabah olmalıydı, bambaşka bir yerdeki bambaşka bir sabah".

7.00 Kahve vakti. Kafein bağımlılığı. Elim olması gerekenden daha fazla kahveye ve şekere gidiyor. Durdurmaya çalışmıyorum. Su ısıtan dünya dışı alet inanılmaz sıkıcı sesler çıkarıyor, yanına çöküp bekliyorum. Son nefesini veriyormuş gibi son gürültüsünü yapıp duruyor. Birkaç dakika sonra alışık olduğum sıvı boğazımı yakıp mideme doğru kısa bir yolculuk yapıyor. Sonraki safha; aynayla karşılaşma. Yüzümü yıkıyorum, suyun tadı kötü, iyi olması da gerekmiyor. Diş fırçası, nedense diş macunu tadının üzerine kahve içmekten zevk alıyorum. Sakallarımı kesmek falan gibi komik düşünceler geçiyor aklımdan, ışığı kapatıyorum.

7.30 Yorgunluk. Şimdiden kendimi gelmekte olan gün için yorgun hissediyorum. Ne dedikleri pek de umrumda değil, yorgunum işte. Dolabı açıyorum. Ceket, pantolon, iç çamaşırı, çorap, tişört. İç çamaşırı da tuvalete lavabo demek gibiymiş. Boxer işte. Oturup kahveye devam ediyorum, yorgunluk hissi gitmiyor. Başka bir sabah olsaydı ya da başka bir yer; aslında her ikisi de, olmayabilirdi belki. En azından böyle düşünmek beni mutlu ediyor. Düşüncelerimi bir kenara itmeye çalışıyorum, gitmiyorlar. Çok sevdiğim beynimin belirli başlı bazı şeyler karşısında aciz kalması beni her zaman şaşırtıyor.

8.00 Gözlüklerimi takıp dışarı çıkıyorum. Cool olmaya çalışmıyorum aslında. Kışın en güzel yanının ceketler ve kocaman gözlükler olduğunu söyleyen birisi vardı bir zamanlar. Kulağa güzel geliyor. Ama gözlerim ağrıyor, bunun da ötesinde gözlerimi kendime saklamak istiyorum, ifadesiz kalsınlar istiyorum, görünmezlerse ifadesiz olurlar değil mi? Yürüyorum, aynı yollar, onlar da ifadesiz, sert, sıkıcı. Tüm dünyadaki her sabah yürünen yollar böyle mi acaba? Aksini düşünmek istiyorum; böylesi beni mutlu ediyor. Burası böyle olmalı sadece, başka bir yer olmamalı. Başka insanlar başka yerlerde benim zevk almak istediğim şeylerden zevk alıyor olmalı, burada zevk almadığım şeylerden zevk alan insanlar gibi değil. O insanlar bana benziyor işte. Hemen hemen hiç birinin varlığından haberdar olmasam da orada olduklarını bilmek beni mutlu ediyor. Orada bir yerde güzel insanlar var. Yıldızlar kadar uzaklar ve bazıları her gece kayıyorlar. Gerizekalının teki otomobiliyle yanımdan geçerken su sıçratıyor. Uyarayım, böyle durumlarda çok çeviğimdir. Küfür etme konusunda. Hayatında bir değişiklik yapmıyor, arabadan inmiyor mesela. Düşüncelerime geri dönmem bir iki saniyemi alıyor sadece. Tekrar beynimin kutuplarındaki yalnızlık kaleme dönüyorum. Düşünmeye devam ediyorum. Başım ağrıyor. Yorgunum demiştim. Başımı kaldırıp gökyüzüne bakacakken tam Faculty of Mechanical Engineering yazısını görüyorum. Başka bir sabah olmalıydı.

8.30 Çevremdeki insanlar arkadaş canlısı davranıyorlar. İnanılmaz yetenekliler aslında. Bir kız not istiyor, iki dönem öncesinden tanıyor olmalıyım, adını çıkaramıyorum. Bir çocuk gelip yanıma oturuyor, bahis oynamış,para kazanamamış,anlatıyor, kafamı sallıyorum, kahvemi içiyorum, ben de çok yetenekliyim sanırım. Bir başkası arkadan omzuma dokunup haftasonunu soruyor, standart cevaplar veriyorum. Hoca içeri giriyor. Hiç bir şey söylemeden bilgisayarını açıp slideları duvara yansıtıyor ve konuşmaya başlıyor. Her söylediği sözde başka yerlere gidiyor kafam, başka şeyler düşünüyorum. Akşam bir şeyler içmeye mi gitsem? Böylesi daha iyi olacaktır sanırım. Kendimi "eskitmek". Fena fikir değil.

9.30 Hoca quiz yapacağını söylüyor ve kağıtları dağıtıyor. Kalemim olması gerektiği gibi. İsmimi yazıyor, numaramı yazıyor. Sorulara bakıyorum. Cevapları biliyorum, biraz düşünmem yetiyor, düşünmekle bile uğraşmadan yazıyorum. Yanımda oturan aynı çocuğun gözleri kağıdımda, inanılmaz başarılı bir şekilde yazdıklarımı geçiriyor kendi kağıdına. Görmemiş gibi davranıyorum, birkaç dakika bitirsin diye bekleyip kalemi cebime koyuyorum. Hocaya "iyi günler" derken dönüp gülümsemiyor bile.

Tekrar yürümeye başladığımda hala yorgunum, düşüncelerim geri geliyor. Bir şeyler yesem mi? Aslında fark etmez. Mide sancısı,tekrar,bu binanın kantini nerde diye düşünüyorum çok kısa bir süre, elim cebime gidiyor; kahve bozuklukları. Güneş biraz daha yükselip de gölgemi biraz daha büyütürken kitaplarım kolumda ağırlaşıyor, gözlerim kısılıyor, midem fenalaşıyor, küfürlerim sertleşiyor, kendimi o ucuz çizgi romanlardaki aksi karakterler gibi hissediyorum. Eve geldiğinde ucuz parfüm ve kalitesiz viski kokan. Öyle olmadığımı biliyorum aslında, yine de olsam ne fark eder ki? Devam etmeye karar veriyorum, yapacak başka bir şeyim olmadığı için, bu başka bir sabah,başka bir gün veya başka bir gün ışığı olmadığı için. Adımlarım birbirini takip ediyor. Düşünmekten vazgeçmeye çalışıyorum. Hayal kurmaktan da öyle. Artık sırtımda birer kırbaç gibiler;tüm hayallerim. Bir zamanlar beni motive ederken şimdilerde sırtımda yepyeni yaralar açan. Derin bir nefes alıp biraz çam,biraz egzoz gazı kokan havayı içime çekiyorum. Kulağımı insanların alışılmış gürültüsüne kabartıyorum ve devam ediyorum.

Bambaşka bir yerde, bambaşka bir sabah olmalıydı aslında bu.

S.O.T.W.

Sol majör sürekli ve ritmik (klavyeden olacak)
Sol notası üstteki o işte kalın olan mi den 3 sonra olan ve ritmik (basstan olacak)
Çık çıkı çık çıkı çık çıkı... (simballerden ve aynı ritmle)
Sonra da ben;
Daat dat daaaaat daat dat da daaaaaaat...

We all came out to Montreux,
On the Lake Geneva shoreline...
To make records with a mobile,
We didn't have much time...

Falan filan işte.

Ya o değil de, Water bi kasabanın adıymış, çok ayıp.

Salı, Haziran 23, 2009

Her Şey Bitmeden

Ölümden bahsetmek ya da ölümü düşünüp durmak bir çeşit obsesyon mu? Bilmiyorum ki... Yine de obsesif bir yapıya sahip olduğumu söyleyebilirim,bazen...

Yine de, ne dersem diyeyim, ölümü çok fazla düşünüyorum yüksek sesle söylemesem de ,dile getirmesem de hiç, çok fazla düşünüyorum. Hemen bir kaç dakika sonra ölebilmeyi de altmış yıl sonra ölebilmeyi de çok fazla düşünüyorum. Genelde ikisi arasında pek fazla seçim yapamıyorum aslında. Hangisi daha iyi kim söyleyebilir ki? Düşünüyorum huzurlu anılarımı, içimde sarı renklerle işaretlenmiş, turuncu pastel boyalarla daireler içine alınmış,kırmızı ve mavi keçeli kalemlerle boyanmış hatıralarımı, bir noktada siyah bir pilot kalem komşunun arsız çocuğunun eline geçmiş de üzerlerini umarsızca çiziyormuş gibi... Yediğim eriklerin daha dişlerime o garip hissi verdiğinin farkına varamadan dişlerimi elime alıyorum, kırılıyorlar...

Bana ölünce geride kalanların acısından bahsediyorlar; bunu daha da fazla düşünüyorum. Acımasızlık? Bunu da bilmiyorum. Yansıtabileceğim kadar merhamet görmedim hiç etrafta, ama yaratabildiğim kadarını yaratmaya çalıştım,bunu biliyorum.

Çok değil bir kaç ay evvel bir arkadaşım birkaç kat yüksekten kendini yerdeki taşla buluşturmaya karar verdiğinde daha da fazla düşündüm. Onu değil,seçimini değil, kızgınlığımı,üzüntümü falan değil. Kendimi düşündüm, bencilce kendimi düşündüm. Ben yapabilir miydim diye düşündüm. Eğer hayat daha da zor gelse,bundan daha da fazlası olabilecekse, ben yapabilir miydim aynısını? Cevabı veremedim. Gerçekten hep ayağa kalkmak, hep taş gibi sert olmak bu kadar önemli mi? Ayağa kalkmaya çalışırken neler kaybediyoruz? Sadece çok büyük taşaklarımız varmış gibi gösterebilmek için kendimizden neler veriyoruz? Amacı düşünürken, bizi götüren yollardaki yabancıların yüzleri bir bir silinip gidince aslında neleri feda ediyoruz?

Belki de daha önce söylediğim gibi, gerçekten öldüm daha önce,biyolojik olarak değil.

Çok düşündüm, dakikalar,saatler,günler boyu belki. Tadabildiğim tek şey boyumun yetmediği ağaçlardan düşen çürük meyveler de olsa, yeni bir şeylerin tadını aramak ne kadar doğru bilmiyorum ama tek yaptığım bu. Daha ne kadar dayanabilirim, kestiremiyorum açıkçası...


Ama bildiğim bir şey var.


Ölmek istemiyorum, henüz ilk gerçek kahkahamı atmadan ölmek istemiyorum, hayatın karşısında pantolonumu indirip ona kıçımla gülmeden ölmek istemiyorum, komşunun arsız çocuğunun kıçına tekmeyi atıp annemden azar yemeden ölmek istemiyorum, güneşi görmeden ölmek istemiyorum, ağaçlara tırmanamadan ölmek istemiyorum, gerçekten kavgaya giremeden henüz bu arkamdan gelen sinsi darbelerle ölmek istemiyorum, savaşmadan ölmek istemiyorum, savaşı değil belki ama bir kez bile olsa çatışmayı kazanmadan ölmek istemiyorum, mutsuz bir rüyanın tam ortasında uykumda ölmek istemiyorum, belki buruşarak değil ama aşınmadan ölmek istemiyorum.

Şimdi ölmek istemiyorum.


Kolumdaki güç, kalbimdeki sevgi, içimdeki inanç, ciğerimdeki nefes,kafamdaki sözler,dilimdeki cümleler bitmeden.

Cumartesi, Haziran 20, 2009

Karanlık Çöktüğünde

Gerçekten,ben gerçekten ne zaman öldüm? Biyolojik ölüm saatimi sormuyorum, ben ne zaman öldüm? Okul sıralarında mı? Mikrofona sarılıp ilk kez bağırdığımda mı? Çelik tellere var gücümle vururken ellerim acıdığında mı? Kitaplarımı okuduktan sonra mı? Benden büyük bir bedenin bana sarf ettiği,bağırdığı,haykırdığı anlamsız sözleri duyduktan sonra mı? Tavandaki ipe bakarken içimdeki korkuyu dinlerken mi? Ben ne zaman öldüm? Ben ne zaman öldüm? Ben gerçekten ne zaman öldüm?

Saydığım günler saymak üzere olduklarımın birer parçası olmadan hemen evvel, her şeyim birbirine karışmadan bir önce...

Ben hayaller kurmaya başlarken tam... Birileri gelsin ve bu hayalleri buradan alsın.

Her sabah ölüp her gece tekrar dirilirken metaforlar ve alaycı sözlerin tam ortasında içimden geçen kör bakışlı,kem gözlü öfke ve umutsuzluk topluluğu benimle yok olsun isterdim. Zor öğrendim kendim yaratmadığım şeylerin benimle son bulmadığını...

Kontrolü kaybettiğim an okul sıralarım nerdeydi? Bana o ağızlar dolusu sözleri bağıranlar neredeydi? Kitaplarım neredeydi? Kucaklar dolusu sevgilerinize, bulutlar ve güneş ışıkları dolu huzur anlarınıza, dudaklar dolusu gülüşlerinize benim üzerimden kavuşmayı beklerken zaten bunları kendi kendinize yitirdiğinizin hiç mi farkına varmadınız?

O albümü kaset çalara takıp, sesi de sonuna kadar açtığımı hatırlıyorum...

Sonra,çok sonra, karanlık çöktüğünde; sadece çöktüm,parçalandım ve ağlamaya başladım.

İnandım aslında biliyor musun? Fena halde inandım. Birileri gelsin ve bu hayalleri buradan alsın. Kalbimin atmakta olduğu vücuduma ve acınası derecede küçük,küçücük varoluşuma çok büyük ve yüce geliyorlar.

Çarşamba, Mayıs 27, 2009

Ellerim

Ellerim, varoluşumun vazgeçilmez parçaları.
Bu ellerle yarattım,hayat verdim, dokundum değiştirdim; müziğe şekil verdim.
Bu ellerle düşündüm, toparlandım, döküldüm, kalem tuttum.
Bu ellerle kendi sonumu,yeniden doğuşumu,yaşamımı şekillendirdim.
Bu ellerle dokundum,hissettim, içime çektim, ittirdim.
Bu ellerle tuttum,bıraktım,kırdım, yapıştırdım.
Bu ellere soğukta nefesimi verdim, bu ellerle soğukta nefes olmaya çalıştım.
Yeri geldiğinde bu elleri kırmaya,durdurmaya çalıştılar. Başarılı oldukları da oldu.
Onları asla istediğim gibi kullanamadığım zamanlar gibi tıpkı.
Bu ellere bir gün silah tutuşturmaya kalkacaklar, ateş etsinler diye, yaşamlara son versinler diye, yine sadece bu ellerle bunu sonuna kadar, kaçabildiğim yere kadar reddedeceğim.
Zamanı geldiğinde bu ellerle bir yaşam yaratacağım, ona da kendi ellerini vereceğim.
Dokunsun,değiştirsin, daha da iyi bir yer yaratsın diye.
Yeri geldiğinde bu ellerle uzanan bir el olacağım bana ihtiyacı olan insanlar için.
Bazıları için umut, bazıları için coşku, kimileri için de, kim bilir, belki de bir kabus olacağım; yalnızca bu ellerle.
Bazen yalnızca veda eden bir el, bazen uzak bir hatırayı çağrıştıran bir tını, bazen de omuzda duran destek olacağım.

Salı, Mart 31, 2009

Yedi Farklı Ses,İki Kanat ve Milyonlarca Düşünce Demeti

Kanatlarım olduğunu fark ettiğimde tam olarak 10 yaşımdaydım. Buna fark etmekten çok, şüphelenmek de diyebiliriz pek tabi. Zira gerçek anlamda fark etmem daha sonraya denk geliyor ki ona da geleceğim. İlk başlarda sadece bir his vardı sanırım. Kaşıntı? Acı? Sırtımda? Göğsümde? Başımda? Bilmiyorum. Ama 10 yaşımdaydım,adım gibi eminim. Adım demişken? Hiç kendi adını düşündün mü? "Cenk" diye düşününce örneğin milyonlarca korelasyon dolusu yol ve düşünce oluşuyor kafamın içinde. Bu isme sahibim, bu gözlerin gerisinden dünyayı izliyorum ve bu ciğerlerle tüketiyorum dünyayı. "Cenk", başka bir şey de olabilirdi ama "Cenk". Sen busun işte,adın kadarsın ve buna karar vermek de sana düşmüyor, sen busun; o ismin arkasından dünyaya bakıp, o isimle dünyaya iz bırakıyorsun gibi şeyler düşünürken, o düşünce demetini izlemekten vazgeçip kendime dönüyorum. Tam 10 yaşımdan beri belirli aralıklarla hep bunu düşünüyorum. Cenk. Başka bir isim, başka birisi de olabilirdi, ama Cenk, ve kanatlarım olduğunu fark ettiğimde 10 yaşımdaydım, üzerimde hala mavi önlük vardı.

Onüçüme gelene kadar çok fazla düştüm ama hiç birisi o kadar da yüksekten değildi. Ve trapeze çıkan o sirk cambazlarının kullandığı ağlar hep geriliydi altımda. Ama onüçümde sanırım, boşluğa doğru kafa üstü düştüm ve süzüldüm. Düşmek ve süzülmek derken; 9.81 metre bölü saniye kare yerçekimi ivmesi olan bir yerde düşmek başınıza kötü işler açıyor genelde. Düşeceksiniz ayda düşün ve vurulacaksanız bir hastanenin içinde vurulun ki bunun konumuzla hiç bir ilgisi yok, Hugh Laurie'ye ithafen söylemek istedim,neyse. Düştüm ve süzüldüm. Yerçekimi normaldi, düşüş anormaldi,ani olmuştu gibi geldi ama hiç öyle değildi aslında geri dönüp düşününce. Tek anomali şuydu aslında; düşmeye mahkumsanız ve düşmeye alışmışsanız hiç bir düşüş anormal gelmiyor. Örneğin profesyonel bir paraşütçü olsam,uçaktan atlamaktan sıkılırdım sanırım ki bundan sıkılabileceğimi hayal bile edemiyorum. Bu da bana eski bir animasyonu hatırlatıyor. Elinde tüfek olan bir adam bembeyaz bir yerde bulur kendini, elindeki silahı ve boşluğun ortasında olan bir televizyonla. Televizyondaki adam sürekli konuşuyor. Adam dinlemekten sıkılıp yürümeye başlıyor. Dayanamayacak kadar sıkılınca silahıyla kafasına ateş ediyor,ölüyor ve yine aynı beyaz boşlukta diriliyor. Aynı televizyonun yanında. Defalarca aynı çevrimi tekrarlayıp aynı yere geri dönüyor. En sonunda yeter artık deyip televizyona ateş ediyor ve hiç bir şey olmadığını görünce televizyonu da kaybettiğini anlayıp ağlamaya başlıyor. Çıkış yok,üzgünüm dostum.

Onaltı. Mükemmel bir sayıdır ve nedense hep kafamda açık yeşil rengi çağrıştırıyor. Tıpkı onsekizin kahverengi, onun kırmızı ve yedinin siyah olduğu gibi. Ya da dokuz lacivert, oniki beyaz,onbir sarı. Ama onaltı açık yeşil, her zaman. Nedenini bilmiyorum,sadece renklerle sayıları öğrendiğim günden beri böyle. Hayatımın açık yeşil yılına geldiğim o zamanların yavaş yavaş onyedi olan koyu renklere çaldığı günlere doğru çocukluğumdan beri üzerime bir miras gibi kalmış olan o duyguya anlamlar yükleyebiliyordum artık. Hala süzülmekte güçlükler çekiyordum, hiç göremedim onları,şekillerini kafamda canladırabiliyordum ama asla kesin bir fikrim yoktu. Renkleri beyaz mıydı? Kızıl mıydı? Bana kalsa ağaşıya doğru kıvrımlı ve uzun olmalarını isterdim, siyah ve kızıl renkli. Ama hiç bir fikrim yok,üzgünüm... Kanatlarımın olduğunu bilmekse düşündüğümün aksine hiç bir işime yaramadı. Daha sık kaybolmaya başladım. Hatırlıyorum da ben altı yaşlarımdayken babamla pazara giderdik. Ben her seferinde kaybolurdum neredeyse. Hep oyuncakçının önünde veya balıkçının çeşmesinin yanında bulurdu babam beni. Başımı okşayıp oyuncak falan alırdı sanırım. Konumuzla bir ilgisi olup olmadığından emin değilim, kaybolmak dediğim vakit hatırladım. Kanatlarımın orda olduğu ortaya çıkınca uçmamı istediler benden. İtiraf etmek zorundayım, çok zordu. Hiç anlatamadım işlerin öyle yürümediğini. Onların da anlamaya pek iştahı yoktu ya. Koşmaya başladım, koştum, daha hızlı koştum... Tam uca geldiğimde son gücümle sıçrayıp bıraktım kendimi. Rüzgar saçlarıma çarptı, gözlerim sulandı. Kendimi zorladım. Yerçekimi inanılmaz bir şey. Tam ağzımdan burnumdan kanlar akarken Golden brown çalıyordu Stranglers'dan. Hiç anlatamamıştım işlerin böyle yürümediğini. Kanın tadını da hayatım boyunca sevemedim.

Kendimi toparlayabildiğim zamanlar oldu, toparlayamadığım zamanlar da. Ama sanırım ki hiç bir zaman tam olarak iyileşemedim, kanatlarıma da asla güvenemedim. Düştüğüm yerin de neresi olduğuyla ilgili hiç bir fikrim yoktu. Bu yüzden açık yeşilden sonraki sayılara bir renk yükleyemiyorum nedense. Beynimin içinde tamamıyla boş ve anlamsızlar. On sekize kadar belki ki emin olmasam da onun ne renk olduğunu belirtmiştim.

Neresi olduğunu bilmediğim bu gri renkli koridorlarda dolaşırken bir yabancıya rastladım. Dizlerini göğsüne doğru çekmiş oturuyordu öylece. Bana bambaşka bir olguyu öğretti. Yıllardır tam orada olan, ama bir türlü farkına varamadığım olguyu. Ve bazı insanların yarı-tanrı diye basitçe adlandırılabilecek statüye geldiğini gösterdi bana. Buradan gerisinde o gri koridorlarda yürürken kafamın içinde sürekli 7 farklı sesten oluşan bir diziler topluluğu vardı. Buna da siz müzik diyorsunuz sanırım.

Müzik ve insan. Öncelikle anatomi ve biraz da nöroloji. Müziği duyduğunuz an duyu korteksimiz uyarılır ve yorumlarız. Daha sonra da anlamlandırırız. Eğer bizde bir şeyler çağrıştırıyor ve hatırlatıyorsa bu duyguları ve olguları çağrıştırır (bilimsel olmam gerekirse hipokampüs uyarılır). Eğer bize hitap ediyorsa ödül merkezimiz uyarılır. Ama bityeniği şurada; eğer dinlediğiniz şeyi oluşturan sizseniz tatmin duygusu eklenir karışıma. Bilinçsizlik ve yoğun dikkat. Bilimsel olarak orgazmdan farkı yok. Ve Dr. Mihaly Csi­kszentmihalyi gibi enteresan bir ismi olan adamın dediği gibi, bu şekilde geçen bir yaşam, yaşamaya değerdir. Üzerinde altı tane metal tel olan bir tahta parçasına dokunmaya başlarsınız, başka birisi sizinle eş zamanlı olarak iki tane tahta parçasını plastik ve metal yığınlarına vurmaya başlar, bir başkası sadece bağırıyordur. Bilinçsizlik ve yoğun dikkat. Yüzlerce insan bunu dinlerken aynı zamanlarda siz olmaya çalışıyorsa, empatik sinirleri aracılığıyla sizin gözlerinizden görüyorsa dünyayı; kanatlarınız olduğunu bilirsiniz. Sanat asla büyük paraların döndüğü bir sektörün içinde zevk düşkünü pezevenklerin yan gelip yatarak sadece parası yeten insanların ihtiyaçlarını karşıladığı bir olgu değildir. Zevk düşkünü pezevenkler lafı hoşuma da gitse, böyle olduğunu düşünmüyorum. Nöroloji bitti.

O düşüşte kanatlarımı kaybettiğimi sandım. Ama yanılmıştım aslında. Kaybettiğim şey kanatlarım değil, bilindik yollardı. O düşüşte kanatlarımın neler yapamayacağını öğrendim. Kendi yapabildiklerimi öğrenmek ise yalnızca ek bir ödüldü sanırım.

Ne anlatmaya çalıştım? Gençlik sorunlarımı mı? Metaforik örneklemeler yaparak yazdığım denemelerin bir diğeri miydi bu? Ya da müziğin veya sanatın hayatımdaki önemi konulu bir başka yazı mıydı? Boşversene. Yargıya gerek yok,yargıca da,sözlere de. Bu yalnızca bir algı problemi. Kanatlarım olduğunu ilk fark ettiğimde 10 yaşımdaydım. Onları kullanamayıp kırılınca biraz daha fazla. Kullanmaya başladığımda buralarda olmayacağım.

Pazartesi, Şubat 09, 2009

Korkunun Rengi,Kokusu,Sesi,Dokunuşu,Tadı

Çok uzun zaman olmuş ben yine bişeyler yazmayalı... Gerçi bunu neden söylüyorsam blog hesap soruyormuş gibi? Ben de bilmiyorum ki. Neyse uzatmak istemiyorum,dümdüz konuya giricem, bu kez Nietzche'nin şiiriyle başlamak istiyorum,beni anlatan bir şeylerle.



Öyle bir hayat yaşıyorum ki,
Cenneti de gördüm, cehennemi de...
Öyle bir aşk yaşadım ki;
Tutkuyu da gördüm, pes etmeyi de...
Bazıları seyrederken hayatı en önden,
Kendime bir sahne buldum oynadım.
Öyle bir rol vermişler ki
Okudum okudum anlamadım...
Kendi kendime konuştum bazen evimde
Hem kızdım hem güldüm halime
Sonra dedim ki ' söz ver kendine ';
Denizleri seviyorsan, dalgaları da seveceksin,
Sevilmek istiyorsan, önce sevmeyi bileceksin,
Uçmayı seviyorsan, düşmeyi de bileceksin,
Korkarak yaşıyorsan, yalnızca hayatı seyredersin...
Öyle bir hayat yaşadım ki, son yolculukları erken tanıdım.
Öyle çok değerliymiş ki zaman, hep acele etmem bundandı
Anladım...


Shawnshank Redemption'ın bir sahnesi var aklımda,aslında çok fazla var, ama bir replik beynimin içinde yanıp sönen ışıklı tabelalar gibi parlayıp duruyor... Şöyle diyordu Red; "Korkuyla yaşamak, sahip olabileceğin en kötü duygudur." O kadar haklı ki... Morgan Freeman'ın surat ifadesi hala aklımda, zaten aklımda olmasına da pek gerek yok,aynaya bakabildiğim sürece. Tek fark, o rolünü oynuyor,ben okuyup okuyup anlamıyorum. Sürekli okuyorum, rolünü oyna diye zorluyorlar,anlamadıkça zorluyor, zorladıkça korkutuyorlar... Korktukça da oynamak yerine izlemeye gelen insanları seyrediyorum, bir zamanlar cennetteki günlerimi düşünürken, şimdi cehennemde yaşıyorum, ama hayır çok yanılıyorum, cehennem henüz başlamadı bile. Zaten başlasa korkacak bir şeyim olmazdı,ah... Acele etmeliyim...

Yine başlıyorum işte. Susuyorum,gözlerimi kapatıyorum,ellerimi cebime sokuyorum... Zamanında benden istediğiniz gibi davranamadım, şimdi öyle davranmaya çalışıyorum, kapatıyorum kendimi... Kesin ellerimi,gözlerimi çıkarın, kulaklarımı sağır edin,derimi yüzün... Burnum? Duyacağı tek şey kesif pislik kokusu olacak zaten, içinde yüzdüğüm pisliğin derin kokusu...

Beynimin içinde kendi kendime hesap soruyorum, onlar sormaya başlamadan hemen önce, hiç bir tutar yanı yok. Hesap hiç bir zaman tutmuyor. Verebileceğim tek cevap var; özür dilerim, her şey için özür dilerim... Böyle olsun istemedim,hiç. Burda bulunmayı ben istemedim, elimden geleni yaptım,yapmaya çalıştım,biraz daha gidebilmeyi denedim ama... Bu noktada dizlerimin üzerine çöküyorum, bir damla göz yaşı yanağımdan süzülüp yere çarpıyor, yarattığı titreşim depremler yaratıyor. Kayıt düğmesine tekrar basıp bu kaydı bitiriyorum.

Korkuyla yaşamak insanın sahip olabileceği en kötü duygudur. Kanser gibidir. Kanserin kendisidir, bu yarayı saramazsınız.

Tüm bunları düşünürken aklımda gülümseyerek uyandığım güneşli sabahlar var. Sahi var mıydı öyle sabahlar? Sanırım rüyalarımın etkisinde pek fazla kalmışım...