Pazar, Haziran 24, 2007

Distorted Waves

Nasıl olduğumu şu an nasıl açıklasam ki size? Ya da açıklasam mı ki acaba? Kesin bir yargım yok bu konuya ama canım konuşmak istiyor işte... Kafamın içinde distortionlı gitarlar çalınıyor sanki, göz bebeklerim bağırarak patlamak istiyor ama ben yalnızca yerimde oturuyorum, çok sinir oluyorum...


Bu aralar gitmek istiyorum, gidemiyorum... Elim kolum bağlı mı? Kİm bağlıyor, neden gidemiyorum? Bilmiyorum...


Uykusuzluktan kan çanağı olmuş gözlerimi ovuşturuyorum şimdi ve bana yorgun olduğumu hatırlatıyorlar... Hatta tüm bunlar bana eski bir şarkıyı anımsatıyor...


"Hepsiyle savaşacağım...
Yedi ulusun ordusu tutamadı beni...
Arkamda zaman geçirerek kendilerini parçalayacaklar...

Ve geceleri kendimle konuşuyorum,
Çünkü unutamıyorum...
Aklımın içinde ileriye ve geriye
Bir sigaranın ardında...
Ve gözlerimden gelen mesaj
Bırak gitsin diyor...


Hiç bir şey duymak istemiyorum!
Herkesin anlatacak bir hikayesi var...
Cehennemin köpeklerinden İngiltere kraliçesine kadar
Herkes her şeyi biliyor...


Ve eğer gelirken yolda onu yakalarsam
Sana getireceğim...
Biliyorum duymak istediğin bu değil ama
Ben tam olarak böyle yapacağım...
Ve kemiklerimden gelen bir his
Artık bir ev bul diyor...


Witchita'ya gidiyorum...
Bu operadan çok, çok uzağa...
Samanı çalıştıracağım
Tüm deliklerimden ter gelene kadar...
Ve Tanrı'nın önümde kanıyorum, kanıyorum, kanıyorum...
Tüm kelimeleri kanatıp akıttığım zaman
Şarkı söylemeyi keseceğim...
Ve kanımdan çıkan buharlar
Artık eve dön diyor..." (*)



Her zamanki gibi siz sevgili okurlar için bir çeviri yaptım şarkının kendisini yazmak yerine... Bu şarkıyı şu an çevirip çevirip tekrar dinliyorum... Çünkü her satırda bağırarak söyleyecek bir şeyler bulabiliyorum... Bu aralar o kadar yorgunum ki... Gerçekten de artık evi bulmalıyım... Ev nerde? Nerde? Evde kim var? İnanın hiç birini bilmiyorum... Son baktığımda orada duruyordu öyle hatırlıyorum...


Ama dedim ya çok yorgunum eve ihtiyacım var... Sonunda gözlerimi kapatabileceğim bir yere ihtiyacım var...


Belki de hiç bulamayacağım evimi... Belki ben çok önceleri evimi yaktım, belki de evim çok önceleri beni içinden attı... Belki ben evimi sokağa attım, belki evim benden bıktı ve beni çöplerle birlikte dışarı çıkardı... Belki de ben sadece evimi kaybettim...



Aklım çok karışık bugünlerde... Tek bildiğim artık kendimi taşıyamadığım yollarda... Aklımın kıvrımlarında kendime yol gösteremediğim... Artık hiç uyuyamıyorum... Aynı düşüncelerle uyanacak olmaktansa uyumayıp hep düşünüyorum... Bir gün bir yerde buluşucam tüm kaybettiklerimle...

Ve şimdi gidiyorum bu operadan çok, çok uzağa... Kendim dışında her şeyden kurtulabilmek için... İzninizle...

(*)Seven Nation Army-The White Stripes



Perşembe, Haziran 21, 2007

Farewell Mates...

Ne kadar zaman oldu Kıbrıs'a gideli ben? Hatırlamıyorum pek ama gittiğim günü adım gibi hatırlıyorum... Babam vardı işte, ilk gece hayatımızda kaldığımız en kötü otelde kaldık, ikinci gece daha da kötüydü yurt odasında sonraki üç ay için babamla son kez aynı yerde kaldık, ve sonraki gece daha da kötüydü hayatımda ilk kez ailemden kilometrelerce uzakta yattım... Neyse, bu pek de önemli değil demeliyim burda yazının selameti için ama demiyeceğim... Çünkü ne bileyim işte düşünüldüğü kadar kolay olmuyo bazı şeyler...


İlk dönemler cehennem gibi sıkıcıydı işin doğrusu... Tüm dostlarımdan, ortamımdan, bildiğim topraklardan koparılmıştım çünkü... Çok rahatsızdım, ne bileyim seviğim insanlar yanımda değildi, pişmanlığım vardı, huzursuzluğum vardı... Bu yüzden hayatımda bolca şarap ve vodka vardı... Yeni yeni baş gösteren insominam vardı falan filan işte... Zaten o dönemlerde yazdığım yazılarım da pek çok şeyi açıklıyor... Neyse sonraları hayallerimle tanıştım... Kimilerinin nefret ettiği şu kör hırsımla tanıştım... Bir oku yaydan hedefe fırlatınca okun yön değiştirmden gitmesi gerektiğini öğrendim... Öyle bir hırstı ki bu gözlerimi kapatmayı öğrendim tüm canımı sıkan olgulara karşı... Ama sadece hırsım oralarda yaşamama, kendimi korumama, aklımı yerinde tutmama yardımcı olamazdı tabi ki( aklımın pek de yerinde olmadığı doğru olabilir, ne olmuş ki?)... Bu yolda edindiğim birkaç önemli dostum da her zaman istese de istemese de,ben istesem de istemesem de yanımdaydı... Bu yazı belki de onlara bir tribute olmalı bilmiyorum ama birkaç fotoğrafla devam etmek istiyorum...



Atıl... Vazgeçilmez dostum Kıbrıs'taki... Özellikle o ikişer şişe şarabı içtiğimiz geceki halimizden sonra daha da birer kardeş gibi olmuştuk... Bu da çizim dersi maceralarımızdan birisi... De o bıyıklar ne be abi? Soğuktan korunmak için yapmış olmalıyız gerek diyorum ve muhabbeti bağlıyorum... Ama hiç unutamam kütüphane, elektronik müzik, akdeniz 412, atıl, ben, muhittin böcek, hiç unutmayacağım be dostum... O şarap şişelerini, -3 derece havada donmadan t-shirtle duruşumuzu unutmak mümkün mü? Zaten daha senelerimiz geçicek oralarda...








Soldan başlayarak; Ali Galip, Erkin, Nevzat ve Mert. Erkin zaten oda arkadaşım... Hayatımda ilk kez aynı adamla aynı odada bu kadar uzun süre yattım, tüm acılarımı paylaştım ve onun tüm acılarını da tabi... Nevzat ve Mert baş arızalar zaten her konuya arıza çıkarmalarıyla ve Ali Galip... Onu anlatmam çok zor... Nefis adam Atıl'ın deyişiyle... Geç bulunan dostlardan kendi deyişiyle de...Mafya, Bebek, Al Capone, şişman, aşçı falan filan... Zaten şu an tek aklımda olan bana veda ederkenki son sözleri; "Oğlum Cenk lan... Gömse miydik sence?"...


Bu da Yasin... Aslında Yasin'le ilgili de pek çok şey söyleyebilirim ama kısa keseceğim... Nasıl anlatsam... Çok kavga etmişliğimiz, fikirlerini çok dışlamışlığım vardır kendi bünyemden Yasin'in ama ne bileyim belki Doğuş'un dediği gibi ortak geçirdiğimiz vakti bir kenara atamayız... Kaleci Wakabayashi, Kakashi'yi Gaara döverin Kakashi destekleyicisi(ben tabi ki her zaman Gaara döver diyorum, döver de...), tembel adam, 2 de kahvaltı eden koala, iş yaptırmayı seven insan( bu son 3 özellik yüzünden bi gün bi temiz dövücem o ayrı...), yedek anime partnerim ve daha bir sürü şey... ( Ayrıca bleach çok kral anime oğlum laf ettirmem hadi ordan!)
Ve bu da Ajdar'ların sonunusu Doğuş... Burada bir kimya lab. maceramız sırasında aldığımız bir görüntüyü göstermek istedim... Doğuş'la da o kadar çok hayalimizi paylaştık, geceler boyu o kadar çok konuştuk ve bana o kadar çok ingilizce ödevini yaptırdı ki ne kadar anlatsam az okuyucular... Sabahladığımız ve ders çalışmadığımız her sınav öncesi gece için kendisine lanet ederken onun da şu sözleri kulağımda; "Eh be abi şu hocalar not düşse ya şu defterlere; eğer finaller için son gece sabahlıyosanız buralara çalışmayın, zaman kaybedersiniz burdan sormayız... Valla hepsini çalışırsak bitmez oğlum Cenk..."



Resimleri olmadığı için buraya koyamadığım Ajdar'lardan da özür diliyorum... Yoldaşlarımız Makine'nin ilk 11 Ajdarlarından; Özgün,Cemal,Bilge,Ahmet,Seçkin ve diğerleri... Hepinize eyvallah, hepinize teşekkürler... Neden mi? Bu noktada bir soru daha soracağım çünkü bir sonraki bu cevap iki sorunun cevabı... Neden bu adamları yazdım bu kadar uzun? Neden Barış değil? Pis 7'li değil de Kıbrıs'taki dostlarım? Çünkü ben bu adamlarla yalnızlığımı paylaştım... Biz bu adamlarla evlerimizden uzakta birbirimize destek olarak yaşadık... Yeri geldi paramızı paylaştık, yeri geldi yemeğimizi, yeri geldi derdimizi... Hepinize eyvallah beyler, hepinize teşekkürler yanımda olduğunuz ve olacağınız için o kilometrelerce uzaktaki topraklarda...


Ve son olarak da Kıbrıs'ın ilk senesine veda... Yine başlangıçtaki gibi babam vardı yanımda... Ama bu sefer o ücra otelde değil Girne'de çok güzel bir oteldeydik... Yine de ne fark ederdi ki? Kıbrıs'tan gidiyordum kısa bir süre için ve yanımda en yakın dostum vardı... Korkularım geçici de olsa geride kalmıştı... İşte o son haftasonundan bir görüntü... Niye koyuyorum bilmiyorum ama "madem Girne'deyiz, güneş, deniz, liman falan filan... Neden sarhoş olmuyoruz ki?" adını verdiğim bu çalışmayı da sizle paylaşmak istedim...



P.S.: Babam da ben de kör kütük sarhoştuk... Ve evet ayrıca göbeğim var ama onunla ilgili bakım-onarım çalışmalarım başladı...

Dükkanı Açtık Yeniden...

Amanın da!!! Teeeaaah en son ayın bilmemkaçında yazı yazmışım ben buralara... Şimdi de teee ayın kaçları olmuş... (Evet aslında tarihler üzerinde kesin bir yargım olmadığı için böyle salak cümleler kuruyorum sevgili okuyucular...) Ama sonunda silkindim ve kendime geldim! Hemen şimdi başlıyorum yeniden yazmaya tabi henüz okumadıysanız geride kalan kırk küsür yazıyı okuyarak başlayabilirsiniz hemen ben yenilerini yazadurayım...

Bir de bloguma ilk kez girdiyseniz ve benle bi ilginiz yoksa bana karşı bi gıcığınız varsa falan salak salak commentler bırakmayın,yayınlanmaz zaten, anlamadığınız yazılara balık balık bakarken klavyelerinize salya akıtmayın ok? Biraz sert oldu ama sevgili okuyucu sıkıldım bu bana küfreden gizemli comment yazarlarından yahu... Bir de sırf beni gıcık etmek için blog açıp hevesi geçinceye kadar yazı yazanlar var onlara da şiddetle güldük gençler hadi bakalım...

Neyse uzun lafın daha da uzunu; yeniden klavyemin başındayım galiba biraz daha içimdekini akıtmak ya da geyik yapmak için...

Cuma, Haziran 08, 2007

Hiç Bir Şeyin Önemi Yokmuş Gibi Devam Et...

Yine müzik dinleyip yolda boş boş yürürken aklıma yine bikaç düşünce aynı anda doluştu... Öyle dalgın dalgın yürümeye devam ettim aklımda dönüp duran bir sürü şeyle yine...


Anne, seni ağlatmak istememiştim,
Eğer yarın bu zamana dönmezsem
Hiç bir şeyin bir önemi yokmuş gibi yaşamaya devam et, devam et...
Vakit çok geç, zamanım doldu
Bu düşünce beni titretiyor
Tüm vücudum ağrıyor...
Elveda herkese, gitmeliyim...
Hepinizi geride bırakıp gerçekle yüzleşmeliyim
Anne, ölmek istemiyorum...
Bazen keşke hiç doğmasaymışım diyorum...(*)


Tabi aslında şarkı ingilizce ben sizin için ufak bir çeviri yaptım, neyse konumuz bu değil şimdi...

Bazen düşünüyorum da Sofokles o kadar güzel söylemiş ki "Belki de hiç doğmamış olmak bahşedilebilecek en büyük lütuftur..." diye... Bu sözün üzerine laf bile edilmez aslında ya yine de var bir iki lafım... Düşünmeye devam ediyorum yürürken... Bu kadar acı, bu kadar üzüntü veya bu kadar sevinç neden diye... Sorgulamıyorum, yalnızca düşünüyorum... İnsan yüzü neden asılır ki? Kimse bana burda nasihat veren yorumlar yapmasın şimdi yayınlamam çünkü... Yok üzülmezsek sevinemeyiz ki bilmemne... Düşündüğüm şey çok farklı... Bilmiyorum işte ya... Yürümeye devam ediyorum...

Yine çok yorgun, durgun dönemlerimden birindeyim... Bohemian Rhapsody çaldıkça sevdiklerimi, dostlarımı, biraz da şarkıdan dolayı annemi düşünüyorum belki... Gerçekten de onu ağlatmak istemezdim, gerçekten eğer yapmışsam kimseyi hayal kırıklığına uğratmak istemezdim, elveda demek istemezdim kimseye, ölmek istemezdim, kimse ölsün istemezdim, kimseyi bırakıp gitmek, kimseden ayrı kalmak istemezdim... Ama hayat bu, seçim bu, yol bu işte... Küçük bir çocuk gibi buna mızmızlanmak yerine bir şeyler yapabilmeyi isterdim ya, elimden ne gelir ki?

Hayallerime karşı koymak elimde mi? Dünyayı ekseninden, yörüngesinden çıkarmamak elimde mi? Bence değil... Hepimizin bir doğum amacı varsa ben benimkinin ne olduğunu az çok tahmin edebiliyorum... Bunu yaparken herhangi birini üzdüysem üzgünüm, yarın gidiyorsam üzgünüm, eğer bir daha yüzünüzü göremeyeceksem üzgünüm... Anne... Üzgünüm gözlerinden gelen yaşlar için... Üzgünüm... Belki bir gün, ölene dek yollarımızı ayıracağım için bazılarınızla... Gerçekten üzgünüm hep dediğim gibi daha basit biri olamadığım için... Ve eğer bazıalrınız için umudu kaybettiysem, umut edecek kadar bile değeriniz yoksa sizin için de üzgünüm... Üzgünüm, kendim için... Bu dünyaya doğduğum için... Kocaman boyumdan bile daha uzun hayallerle tutuştuğum için... Ama mutluyum da... Baba... En yakın dostum... Mutluyum... Sana verdiğim tüm sözleri tutacağım için... Anne, mutluyum... Her damla göz yaşın için kendimi hayallerime daha da adayacağım için... Ve yollarda geride kalan dostlarım, mutluyum... Çünkü ölüm var en sonunda ölüm! Biz onu sevinçli kucaklarla karşılarız... Bizi o ağacın altında buluşturacağı için... Umarım o kadar beklemek zorunda kalmayız... Ve mutluyum... Bu dünyaya doğduğum için... Bana kocaman boyumdan daha büyük hayaller kurma fırsatı verildiği için... Mutluyum, kendim için... Belki yarın yine kalkıp gideceğim için... Çünkü hayat bu, seçim bu, yol bu işte...


Anne, eğer yarın bu zamana dönmezsem hiç bir şey olmamış gibi yaşamaya devam et, devam et...

(*) Bohemian Rhapsody - Queen

Perşembe, Haziran 07, 2007

Post Mortem

Ölüm; basit olgu aslında düşününce... Bununla ilgili daha önce bir kaç defa yazdım... Ama merak ediyorum öldükten sonra ne olur acaba diye? Belki hepimiz o hikayedeki yaşlı cüce Flint gibi en sevdiğimiz ağacın altında oturup dostlarımızı bekleriz, belki Raistlin gibi sonsuza dek uyuruz... Bana kalsa ben Flint gibi beklerken elimin altında şarap şişem kulağımda kulaklıklarım oturup müzik dinlerim... Kaç yıl sürdüğünün pek de önemi yok... Hem duyduğuma göre orda zaman hızlı geçermiş... Zaten tanışmaya can atacağım bir sürü insan olacağından da eminim...

Sonra yine birlikte çıkarız yola yol arakdaşlarımla... Yine birlikte adımlarımızı atarız... Zaten onları yanıma bağlayan yeminlerinden dolayı yanıma gelmeleri pek de uzun sürmez... Belki çok istediğim sepetli motorum da olur bu sefer... Biner ve patırdayan motorun gürültüsünde yine gün batımına yol alırız... Yolda Sem Amca ve Edward'ı görürüz belki... Onlar da yolcu ya zaten? Onlar da yine yollarda 17 yaşında İzmir delikanlıları... Nasıl derdi Mazhar şarkıda? "Biraz deniz, biraz uyku... Bütün istediğim buydu..." Buluruz kendimize yine bir kumsal ve yine uzanırız kumlara yıldızlara bakarken yine gökleri izleriz ve yarın şarabı nerden alacağız diye düşünürüz... Eğer bazılarının anlattığı gibi cennet insanın en güzel anının tekrar tekrar yaşamasıysa bu cennet olur... Şayet bizi haklı sebeplerden cennete almazlarsa da cehennemi deneriz bu sefer... Ne fark eder ki?

Post Mortem benim için bunu ifade ediyor düşününce galiba... Bilmiyorum hiç biri olmayabilir de... Ha, ilk gidince Tanrı'ya iki çift lafım var sormak istediğim o ayrı...

Bir de acaba giderken öldüğüm gibi mi gideceğim? Post Mortem de vücudun katılaştığını var sayıyorum, bir de belki istediğimiz gibi ölemeyiz? Yüzümün katı olmasını ve ifadesini kaybetmesini istemem, ve eminim çok bozulurum, badi de bozulur tabi ki... Ne de olsa Marilyn Monroe ile falan tanışacağız...

Eğer ölüm hayatta yaşayamadığım tek maceraysa ölüm insanın yaşayabildiği en büyük macera olmalı... Çünkü yaşayabilmek için tek şansın var bunu... Ne güzel ironi? Ölümü yaşamak... Ama bence bu çok doğru, kelimelerin önemi yok... Bu son bir maceraysa bırakalım da post mortem en şanlı maceramız, en büyük yolculuğumuz olsun vakti gelince...