Salı, Haziran 23, 2009

Her Şey Bitmeden

Ölümden bahsetmek ya da ölümü düşünüp durmak bir çeşit obsesyon mu? Bilmiyorum ki... Yine de obsesif bir yapıya sahip olduğumu söyleyebilirim,bazen...

Yine de, ne dersem diyeyim, ölümü çok fazla düşünüyorum yüksek sesle söylemesem de ,dile getirmesem de hiç, çok fazla düşünüyorum. Hemen bir kaç dakika sonra ölebilmeyi de altmış yıl sonra ölebilmeyi de çok fazla düşünüyorum. Genelde ikisi arasında pek fazla seçim yapamıyorum aslında. Hangisi daha iyi kim söyleyebilir ki? Düşünüyorum huzurlu anılarımı, içimde sarı renklerle işaretlenmiş, turuncu pastel boyalarla daireler içine alınmış,kırmızı ve mavi keçeli kalemlerle boyanmış hatıralarımı, bir noktada siyah bir pilot kalem komşunun arsız çocuğunun eline geçmiş de üzerlerini umarsızca çiziyormuş gibi... Yediğim eriklerin daha dişlerime o garip hissi verdiğinin farkına varamadan dişlerimi elime alıyorum, kırılıyorlar...

Bana ölünce geride kalanların acısından bahsediyorlar; bunu daha da fazla düşünüyorum. Acımasızlık? Bunu da bilmiyorum. Yansıtabileceğim kadar merhamet görmedim hiç etrafta, ama yaratabildiğim kadarını yaratmaya çalıştım,bunu biliyorum.

Çok değil bir kaç ay evvel bir arkadaşım birkaç kat yüksekten kendini yerdeki taşla buluşturmaya karar verdiğinde daha da fazla düşündüm. Onu değil,seçimini değil, kızgınlığımı,üzüntümü falan değil. Kendimi düşündüm, bencilce kendimi düşündüm. Ben yapabilir miydim diye düşündüm. Eğer hayat daha da zor gelse,bundan daha da fazlası olabilecekse, ben yapabilir miydim aynısını? Cevabı veremedim. Gerçekten hep ayağa kalkmak, hep taş gibi sert olmak bu kadar önemli mi? Ayağa kalkmaya çalışırken neler kaybediyoruz? Sadece çok büyük taşaklarımız varmış gibi gösterebilmek için kendimizden neler veriyoruz? Amacı düşünürken, bizi götüren yollardaki yabancıların yüzleri bir bir silinip gidince aslında neleri feda ediyoruz?

Belki de daha önce söylediğim gibi, gerçekten öldüm daha önce,biyolojik olarak değil.

Çok düşündüm, dakikalar,saatler,günler boyu belki. Tadabildiğim tek şey boyumun yetmediği ağaçlardan düşen çürük meyveler de olsa, yeni bir şeylerin tadını aramak ne kadar doğru bilmiyorum ama tek yaptığım bu. Daha ne kadar dayanabilirim, kestiremiyorum açıkçası...


Ama bildiğim bir şey var.


Ölmek istemiyorum, henüz ilk gerçek kahkahamı atmadan ölmek istemiyorum, hayatın karşısında pantolonumu indirip ona kıçımla gülmeden ölmek istemiyorum, komşunun arsız çocuğunun kıçına tekmeyi atıp annemden azar yemeden ölmek istemiyorum, güneşi görmeden ölmek istemiyorum, ağaçlara tırmanamadan ölmek istemiyorum, gerçekten kavgaya giremeden henüz bu arkamdan gelen sinsi darbelerle ölmek istemiyorum, savaşmadan ölmek istemiyorum, savaşı değil belki ama bir kez bile olsa çatışmayı kazanmadan ölmek istemiyorum, mutsuz bir rüyanın tam ortasında uykumda ölmek istemiyorum, belki buruşarak değil ama aşınmadan ölmek istemiyorum.

Şimdi ölmek istemiyorum.


Kolumdaki güç, kalbimdeki sevgi, içimdeki inanç, ciğerimdeki nefes,kafamdaki sözler,dilimdeki cümleler bitmeden.

Cumartesi, Haziran 20, 2009

Karanlık Çöktüğünde

Gerçekten,ben gerçekten ne zaman öldüm? Biyolojik ölüm saatimi sormuyorum, ben ne zaman öldüm? Okul sıralarında mı? Mikrofona sarılıp ilk kez bağırdığımda mı? Çelik tellere var gücümle vururken ellerim acıdığında mı? Kitaplarımı okuduktan sonra mı? Benden büyük bir bedenin bana sarf ettiği,bağırdığı,haykırdığı anlamsız sözleri duyduktan sonra mı? Tavandaki ipe bakarken içimdeki korkuyu dinlerken mi? Ben ne zaman öldüm? Ben ne zaman öldüm? Ben gerçekten ne zaman öldüm?

Saydığım günler saymak üzere olduklarımın birer parçası olmadan hemen evvel, her şeyim birbirine karışmadan bir önce...

Ben hayaller kurmaya başlarken tam... Birileri gelsin ve bu hayalleri buradan alsın.

Her sabah ölüp her gece tekrar dirilirken metaforlar ve alaycı sözlerin tam ortasında içimden geçen kör bakışlı,kem gözlü öfke ve umutsuzluk topluluğu benimle yok olsun isterdim. Zor öğrendim kendim yaratmadığım şeylerin benimle son bulmadığını...

Kontrolü kaybettiğim an okul sıralarım nerdeydi? Bana o ağızlar dolusu sözleri bağıranlar neredeydi? Kitaplarım neredeydi? Kucaklar dolusu sevgilerinize, bulutlar ve güneş ışıkları dolu huzur anlarınıza, dudaklar dolusu gülüşlerinize benim üzerimden kavuşmayı beklerken zaten bunları kendi kendinize yitirdiğinizin hiç mi farkına varmadınız?

O albümü kaset çalara takıp, sesi de sonuna kadar açtığımı hatırlıyorum...

Sonra,çok sonra, karanlık çöktüğünde; sadece çöktüm,parçalandım ve ağlamaya başladım.

İnandım aslında biliyor musun? Fena halde inandım. Birileri gelsin ve bu hayalleri buradan alsın. Kalbimin atmakta olduğu vücuduma ve acınası derecede küçük,küçücük varoluşuma çok büyük ve yüce geliyorlar.