Çarşamba, Ocak 30, 2008

Incoming Transmission...

---
Jack sokaklarda yürüyor... Ve düşünüyor, düşünüyor... Galiba artık Jack kalabalığın içindeki yalnız adam olmamayı seçiyor yavaş yavaş... Bir süreliğine yalanların arkasına sığınmayı seçiyor... Her sabah uyanıyor Jack artık, saçlarını yıkayıp, tarayıp sakallarını düzeltiyor... Sonra dışarı çıkıyor 9'da kahvaltısını edip, düzgün bağladığı ayakkabılarının bastığı sokaklarda insanlara gülümseyerek dolaştıktan sonra 1'de yemek yiyor ve öğleden sonra "so called mate"leriyle bara falan gidiyor... Akşam da eve dönüp her şeyden zevk alarak televizyon izliyor ya da internette falan geziyor biraz... Gece olunca da uyuyor artık Jack. Hayatındna çok memnun, gerçekten. Bu aralar hayatı seçmiş taklidi yapıyor biraz daha. Çünkü anlamış bulunmaktayız ki, Jack artık yalanların arkasında yaşamanın sadeliğini çözmüş durumda. İnsanlar bunu talep ediyor ondan. Bohem mi? O da ne? İnsanların taleplerini karşılamak zorundasınız! Sorunsuz bir Sparta kalkanı gibi; herkes birbirinin isteğini bir yalanla karşılarsa Jack de bunu yapmalı ki düzen devam etsin. Kalabalığa karışıyor bu kez Jack. Uzun zamandır ilk defa. Evinin varlığına inanıyor, eve döneceğine inanıyor. Yolları sevmediğini iddia ediyor Jack artık. Yorulduğunu söylüyor. İkili insan ilişkilerinde hep tekil olmak yerine bu kez ikilideki ikinin teki olmaya karar veriyor pek sevgili Bay Jack. Çünkü etrafındaki herkes bunu talep ediyor ondan. Ve tüm bunları yaparken bir kez olsun kafasını kaldırıp da "bakın istediğiniz gibi oldum" diye bağırmıyor Jack. Çünkü bu bir yalan ve bu hareketinin yalanı bozmak anlamına gelebileceğini biliyor. Sadece şapkasını çıkartıp, kalabalığın arsına karışıyor. Artık normal insan taklidi yapıyor Jack. Proleteryayı kabullenip, bohemyayı sallıyor. Son kozunu oynayıp, o çok sevdiği maça ası'na veda ediyor ve gidiyor Jack. Hayatı seçmiş taklidi yapıyor.
---

Beyin kıvrımlarından aldığım son mesaj Bay Jack'in artık ne yaptğını belirtti bana. Ve işte, bu mesaj da burada sona eriyor. Artık "istediğiniz gibi olma" taklidi yapıyor Bay Jack. Dönüp size gülümsüyor.

Pazartesi, Ocak 21, 2008

Pile Misery Upon Misery...

"Our response was to keep on going and fuck everything... Pile misery upon misery... Heat it up ona spoon and dissolve it with a drop of bile then squirt it into a stinking purulent vein and do it all over again... Keep on going, keep getting up, going out, fucking people over... Propelling ourselves with longing towards the day it would go wrong... Because no matter what you do, you never have enough... You always need to get up and do it all again..."

(Trainspotting'den)

Pazar, Ocak 20, 2008

Little Miss Sunshine...

Little Miss Sunshine... Son zamanlarda belki de izlediğim en iyi filmdi... Bana birkaç tane dyguyu ard arda bu kadar iyi hissettirebilmiş bir film şu an hatırlayamıyor bile olabilirim... Amacım tabi ki filmi burda anlatmak değil, sadece duyguya giriş için, biraz filmden bahsetmem gerek...

Bir aile düşünün, baba bir sürekli kazanma manyağı, ne kadar hep kazanan olmaya çalışsa da, kazanma hırsı onu kaybeden yapıyor. Bir oğul, 15 yaşında ve yaşının getirdiği tüm ağırlığı en sert şekilde yaşıyor. Bir anne, aileyi toplamaya çalışan ve sürekli sigara içen. Bir büyükbaba, uyuşturucu bağımlısı ama sevgi dolu yaşlı bir adam, bir amca, eşcinsel bir akademisyen, henüz intihar edip, ölmeyi becerememiş olan ve son olarak da bir kız çocuğu, henüz yedi yaşında... Tek isteği California eyaletinde küçük kızlar için düzenlenen "Little Miss Sunshine" güzellik yarışmasını kazanmak... Kırılmanın eşiğindeki bu aile yaklaşık bin mil öteden yola çıkıyor, eski bir minibüsle, yalnızca küçük kızları Olive'in hayalini gerçek kılabilmek için...

Ve bu insanlar uzun yollarında aile'nin, gençliğin, hayallerin ve çoğunlukla da yaşamın ne olduğunu öğreniyorlar... Aslında anlatıp isteyip de anlatamadığım o kadar çok şey var ki... Filmden bir diyalog karalarım belki, olur o zaman...

...
Dwayne(oğul): Bazen 18 yaşıma gelene dek uyumayı diliyorum... Bütün bu saçmalıkları, liseyi ve her şeyi geçmeyi...

Frank(amca):Marcel Proust'u biliyor musun?

D:Hakkında ders verdiğin adam?

F:Evet, Fransız yazar, tam bir kaybeden... Asla düzgün bir iş edinememiş, karşılıksız, eşcinsel aşkları olmuş... Kimsenin okumadığı bir kitap için neredeyse 20 yıl uğraşmış... Ama aynı zamanda muhtemelen Shakespeare'den sonraki en büyük yazardır... Her neyse, hayatının sonuna gelir, geçmişe bakar ve en çok acı çektiği senelerin hayatının en güzel seneleri olduğuna karar verir... Çünkü o yıllarda kendini bulmuştur... Mutlu olduğu yıllar tamamen boşa gitmiş, hiç bir şey öğrenememiş... Yani 18 yaşına dek uyursan, ah, kaçıracağın acıları bir düşün! Yani lise... Lise, senin en iyi acı çekme yıllarındır! Bundan daha iyi acı çekemezsin...

D:Biliyor musun ne var? Güzellik yarışmasını sikeyim! Hayat zaten bir biri ardına takip eden bir güzellik yarışmaları bütünü... Okul, üniversite ve sonra iş... Sik bunu... Hava Akademisini de sik... Eğer ben uçmak istersem, bir yolunu bulurum! Sevdiğin şeyi yap ve gerisini siktir et!
...

Bu aslında filmde insana bir şeyler anlatmayı başaran bir sürü kareden yalnızca biri... (Bir de filmin sonu var ki, işte o her şeyi anlatmayı başaran, ağlatan kare)

Filmi izledikten sonra oturdum düşündüm, zaten saat bu saat olmuş, kendime bi çay koydum ve dedim ki aynen Dwayne gibi, "I hate everyone..." Evet an itibariyle herkesten nefret ediyordum... Ama düşününce, hayat da sevmeye değer olgular da vardı, sevmeye değer üç beş tane insan... Midemi kaldırmayan üç beş tane insan sadece... Daha da az sayıda olgu... Ve çekilecek daha çok acı vardı... Önümdeki yola baktım da, daha şimdiden şikayet etmeye başlamışım, aslında çekilecek daha çok acı vardı... Sonra da dedim ki yine Dwayne gibi, "Sik hepsini, sevdiğin şeyi yap ve gerisini siktir et!.." Kendime geldim, baktım, uykum gelmiş...

Ve gecenin şu saatinde yanımda amcam olsun istedim, babam olsun... Evin yıkılmamış ve yerine yenisi yapılmamış küçük balkonu olsun... Ben hayata küfür eden 15 yaşındaki ben olayım, onlar da eski onlar... Sonra Ece arasın, trip yapsın... Annem arasın, akşam yemeğine çağırsın ama babamların bar önerisi ondan daha çekici geldiği için Ece niye annenlere gitmedin diye tekrar trip yapsın... Olmaz mı? Galiba bir kaç kısmı dışında olmaz ya... Siktir et hepsini... Daha çekecek çok acı var...

Salı, Ocak 08, 2008

Good Morning Vietnam!

Aslında başlık ve yazı arasında pek bağlantı olabileceğini zannetmiyorum. Başlık belki de bunu yazdığım saat nedeniyle gelmiştir aklıma, belki de radyonun switch on yazan düğmesine basınca "Good morning Vietnam!" diyecek bir dj'in istekleri içerisindeyimdir,bilmiyorum açıkçası. Tipi Robin Williams'a benzemese de olur, zaten çoğunlukla dj'in tipini bilemezsiniz, sözlerini dinlersiniz, sabah sizi uyandıran bağırışını duyarsınız ya da... Of, ben bu saatte hiç çekilmiyormuşum...

Hayat, bir looptan ibaret şu sıralar... Uyu kalk, ders çalış, uyu kalk gez, uyu kalk evde otur, uyu kalk sınava git... Belirli bir program kodunun devamına yazılmış beş ya da maksimum altı farklı koddan ibaret bir loop... Bu, aslında üniversite hayatımın özeti, bu aralar dediğime bakmayın. Beni bu looptan önümüzdeki 4 sene kadar çıkarabilecek bir şey olduğunu zannetmiyorum. Loop,loop,loop... Reddedilemeyen, içinden çıkılamayan... Memnun muyum? Hayır...

Bu döngünün içinde kendime güzel bir hayat kurmaya çalıştıkça bazen daha da batıyorum, daha da zor hale getiriyorum her şeyi... Herkesi aynı loopun içinde zannediyorum, herkesi kendim zannediyorum, bildiğim terimlere uygulamaya çalışıyorum, bildiğim kalıplara... Ama üniversitenin size verdiği ilk kredisiz ders bu aslında, özellikle ebesinin şeyinde okuyorsanız, kimse senin tarafında değil, tıpkı sen olmadıkları gibi. Sen onların tarafında oldukça onlar da senden. Ne kadar da benim ideolojilerime uyan bir ders değil mi? Neyse ben de A almayı beklemiyorum zaten... Bir kez daha kendime dönüyorum...

Aslına bakarsanız, bu son dediğimden ölesiye korkuyorum biliyor musunuz? Hani derim ya hep, cehennem gibi korkuyorum... Kendi içimde, kendime özgü o kadar büyük bir dünya kurdum ki, bazen içinden asla çıkamayacağım diye çok korkuyorum... Beni rahatlatan şey, beni çekip alabilen insanların olması... Ne yazık ki hepsinin toplamı bir elin parmakları kadar bile değil, ve hiçbiri yanıbaşımda değiller... Kendime dönüyorum...

Ah, bakın sabah olmuş... Uyanıp ders çalışmalıyım, ya da kalkıp oturmalıyım şimdi... Mark Renton'un "my so-called-mates" dediği türden dostlarımla takılabilirm de... Sınırlı seçenekler arasında seçme şansım sınırsız... Elimi radyoya götürüyorum, "Good morning Vietnam!".. Ah radyo yokmuş ki başucumda... Bu, yalnızca kafamda duyduğum bir ses. Umursamıyorum pek fazla... Seçeneklerden birini seçip program kodunun çalışmasına izin veriyorum... Hangisini seçtiğimin bir önemi yok...

Cuma, Ocak 04, 2008

Başlığı Yazarsam Olmaz...

Evet! Son bikaç ayı sarhoş gibi geçirdikten sonra ayılmış gibi (bu gibi tamamen cümlenin başındakine uysun diye) olunca geldim blogger'ın başına... Ve evet, yine evet! Bu bir ordan burdan yazısı! Ordan Burdan V3.0! İşte asıl başlık bu! (bu arada evde açlık baş göstermeye başladı...)



Ordan Burdan V3.0



İlk olarak tekrar burlarda olmak güzel. Yazı yazıyodum ama tabi defterime. Hani Ece varken aldığım zen notebook var ya... Onun da her sayfasında zen mesajları var sakin ol doğru konuş ağzını kırarım gibilerinden sakinleştirici mesajlar... Yazarken deli oldum ben de...



Evde dediğim gibi yılbaşı sonrası açlık baş gösterdi... Yılbaşı da çılgındı bi taraftan... Arkada Victoria's Secret varken Barış'ın striptiz şovu yapması apayrı bi bombaydı, Seçkin,Ege,Atıl,Doğuş,Yasin falan derken zaten kendimizi unutmuşuz... Fotoğraflarla anlatabilirdim tabi ama bluetooth u açmaya üşenmekteyim idare et artık okuyucu... (bu arada bulaşıklar da hala duruyo...)



Güzel bir bayandan aldığım bir habere göre, bir başka güzel bayan olan Pelin Teyzem özlemiş beni! Acilen İzmir'e gidile, kendileriyle program yapıla! (vala yağ değil ya gayet de içimden geldi, pis yağcı dediğini duymadım sanma hanımefendi!)



22 sinde İstanbul'dayım... Uzun zaman olmuştu doğrusu çok özledim... Ama 22'sine kadar büssürü final falan var... Sonra çöküyorum Ata'ya yine...



Work&Travel a gidiyorum gibi yazın... Amerika'nın doğu kıyısına... Her şey bir Gibson Les Paul Classic için... (voodoo da olur...) Hatta başvurduğum şirketteki hatun beni aradı, konuştuk falan bi noktada sordu bana, "Peki Cenk, neden gitmek istiyosun Amerika'ya bu yaz?" diye, ben de "Gitar almak için" deyince belli bi süre yarılma süreci yaşadık kendisiyle birlikte... Bi de tabi New York falan güzel olur diye düşünüyorum...

Ege şu an en küçüğümüz olmasın rağmen baba olmuş durumda bütün evi kendisi besliyo sağolsun dostum benim...

Bu kısmı yazmazsam olmaz, bilenler bilir; aşırı ihtiraslanıp iğrençleşenlerden, düzelip takılanlardan, finallerden, "eeh tipo'ya mı binilirmiş?" diyenlerden, hayallere inanmayanlardan, salaklardan nefret ediyorum... İlk aklıma gelenleri yazdım yine...


Kaşıma piercing yaptırmak istiyorum!

Şimdilik kendinize iyi bakın... Geri döndüm, yine yazıyorum sevgili bloggera...