Cumartesi, Mayıs 15, 2010

Verge

Here. I'm sitting right here, on a sofa not mine, not ours, a red, soft, comfortable sofa which I really don't know whom it belongs to. But I'm sitting on it. No, no. I'm lying on it. The beer can hanging in my hand, ready to spill all of the contained, precious liquid onto the luxury carpet. God. My head's swinging and crashing through the walls of an endless hallway. I take a look at my surroundings, the house is decorated so nice that I wish it was mine. I take another sip from the can and rest my head on the extremely nice arm of the sofa. There are some magazines scattered through the floor. But then, and this is a big, hairy "but" by the way, which is supposed to draw your attention; so many things happen at the same time. It feels like an earthquake. I hear a key turning in the lock. Fuck. Suddenly I remember why I'm here. Everything gets clear by the minute. I hear screams of joy coming from the room next door. A deep state of orgasm can be sensed through the air. Then I remember, fuck I remember... Mr. E. is inside with that girl. Which girl? That girl. The girl from last week. And what am I doing here? Isn't it obvious? I'm riding shotgun. Keeping an eye out, you know. Besides, that's one very nice try at putting "I don't have anything else to do, and you have booze in the house i presume" that way. Everything makes perfect sense but, this manor we are in has a lord and that guy definitely is not Mr. E. I wish that we could own the place, though. The guy is approaching faster than the speed of light. I get up, jet through the room and I step inside the love palace. Mr. E and the lady both do not give a damn about me, I can understand as much from the way they both scream. They really don't give a damn, not until I grab Mr. E by his shoulders and whisper;

"Yo, E., the guy's here."

"The guy? Who?"

"The lord of the manor idiot, the fucking King Henry the fucking 8th or something"

My eyes sweep through the room like the man would storm in any minute to beat the crap out of us with a cock-shaped iron bar.

"So what?" He is laughing terribly and the crazy hysteria gets its hold of me. We both crumble by the bed as the not-so-gracious-now lady gets her clothes while she runs into the bathroom.

He asks if I've got any beer with me, this makes me laugh even more, then I pass the can to Mr. E. As he drinks the booze we both cock our ears just to hear the approaching footsteps with an annoying yell; "Honey! I'm home."

I turn to Mr. E. "How many guys still shout 'Honey I'm home' when they get in?"

"Only those with ladies this beautiful and houses this great I suppose" We stick with laughing, still sitting beside the bed. He goes on; "You know that if we beat up the guy, we shall be arrested and charged for breaking and entering, too, right?"

"Yeah I know. But I won't let him touch us anyway, especially in your naked, I-just-had-sex-I'm-so-sensible-right-know state. "

"Oh, nice reminder" He barely puts all of his clothes on right when the door opens slowly.

The guy is a fat douchebag. I can notice a douchebag where ever I see one. This one's a douchebag, that's for sure. Short length, overweight, the remainders of useless hours spent in a gym, money earned not by brains, but silver spoons up in an ass, ah come on, the fucking man even has flowers in his hand. I just want to ask; "Who were you fucking tonight just as your wife was wrecking the brains out of Mr. E.?"

All three of us look at each other. Then we start running. Through the balcony door and onto the wet grass, cold night air and so many other beautiful things I can't remember now. We're laughing so loud that every bit of it reminds me of the God that created us.(*)





(*) Quoted from 'Verge of Breakdown', some scribbling I scrabbled. Still It turned out to be nice, I suppose.

Ayar Vermek

Aslında neler anlattığıma bakma, hepsini boşver, o kadar güzel anılarım var ki, o kadar muhteşem dostlarım, o kadar mucizevi, ihtişam dolu anlarım, sen gerçekten bakma neler anlattığıma benim.

Benimki biraz mavi olmakla ilgili.

Eğer mavilerde dans edip, parmaklarından onu çıkarmak istiyorsan acıyı sevmen gerekir cümlesi çok yanlış. Acıyı asla sevmemelisin. Acıdan nefret ettiğin sürece mavilerde yer bulacaksındır. Ben sadece acıya alışığım. Başımı kaldırıp bakıyorum. O kadar derin bir pislik gördüm ki, artık bir daha iyi şeyler göremeyeceğimi söyleyen genel kanının aksine güzel şeyler daha çok dikkatimi çekiyor. Evrene inanılmaz büyük bir kara deliğin içinden baktım ve sonra da kendi içimden kara deliğin kendisine. Karanlığın içinde kendimi gördüm. Kendi karanlık yüzümü. Onunla yüzleştim, onunla savaştım, onun gözünü oydum, onun ağzını kırdım, kulağını ısırdım, yere düştüm, tekrar kalktım, tekrar vurdum, hayalarına tekme attım, onunla seviştim, içime çekip bıraktım, sarılıp tuttum kollarımda. Karanlıkta genel kanının söylediği şeyin aksine; hiç bir cevabı bulmadım. Karanlıkta karanlığı buldum. Karanlıkta karanlığın bulunması gerekiyordu çünkü.

Karanlığı alıp kendimi baştan aşağıya siyaha boyadım. İnanılmaz bir kamuflajdı bu. Ta ki, ta ki güneş doğana kadar.

Güneş doğarken başımı kaldırıp bakmak zorundaydım. Yüz yüze geldiğimizde karanlığım yere aktı, çırılçıplaktım artık. Bu bir dersti. Bu dersi öğrendim.

Gerçekten neler anlattığıma bakma, o kadar güzel anılarım var ki...

Aşağı yukarı yirmi küsür yıldır nefes alıp veriyorum. Dönüp bakınca geri dönmek istediğin anlar olur ya, benim "ya bunlar iyiydi de, biraz sonra öyle bir şey yapacağım ki bu anılar yanında kötü prodükte edilmiş filmler gibi olacak " dediğim zamanlarım oluyor.

Mavi olduğuma bakma, bu benim iletişim kurma şeklim, mavi olmak kaderimde var sanırım. Karanlığın içinde durduğuma bakma, kaybolup gitmeyeceğim, burası benim oyun alanım. Burada kılıcım karanlıktan bile daha parlak, zırhım daha sert. Burası benim "dur" dediğim yer, burası benim 'ayarı verdiğim' yer, burası benim meydan okuduğum yer, güneşe.

Çarşamba, Mayıs 05, 2010

Mind Jockey

Haftalar süren ve zihnimi tehdit eden bir hastalık sürecinden sonra kendime geliyorum, hayatım benim için anlam kazanmaya başlıyor. Ayılıyorum da.
Hayatımı özetlemem gerekirse...

Okulu bitirmeme tam olarak (son değişikliklerden sonra) 12 ders yani 12 final, 24 mid-term, yaklaşık olarak 60 tane rapor, 7 farklı öğretim üyesi, 10 farklı asistan, 1 bitirme projesi, imzalanacak 12 farklı attendance kağıdı ve içilecek birkaç litre kahve var. En azından elimde sayısal veriler varken kendimi huzurlu hissediyorum, kim beni suçlayabilir ki?

Babam yatırımının güvenli olup olmadığını kontrol ediyor sürekli, lanet olsun biliyorum bir gün dönüp bunu okuduğumda kendimi suçlu hissedeceğim, utanacağım, kızacağım kendime ama yapabileceğim bir şey yok, ihtiyar hala beni her gün biraz kızdırıyor, galiba ben de onu biraz kızdırıyorum. Bir ailenin olmayışı böyle bir şey sanırım, sadece kızgınlıklar ve kızgınlıkların geçişleri ve kaliteli zaman geçirme diye adlandırılan kısa süreli eğlenceli olması ihtimaline aşık olunası zamanlar var.

Doğduğum şehre gitmeyeli ilk kez bu kadar uzun süre oldu. Sanırım artık orada olmak istemiyorum. Öyle bir hayat sürdürüyorum ki, kendi şehirlerimi kendi anılarım ve geçmişimle tüketip oralara adım atamaz hale geliyorum. İçlerinde sevilesi insanlar kalıyor, bölünüyorum. Bir gün, bir yerde güzel anılarım çirkin olanların sayısını aştığı an yerleşeceğim hiç düşünmeden. Bohemya'da da olsa, Amerika'nın batı kıyısında da olsa yerleşip hareket etmeyeceğim. Ben ve doğduğum şehir, artık seksten başka paylaşacak bir şeyleri kalmamış iki eski sevgili gibiyiz.

Geçen gün biri bana sordu, "yazdığın zamanlarda ilham kaynakların neler?" diye. Düşündüm, milyarlarca cevap buldum, hiç birini söyleyemedim, bay E.'yi, bayan E.'yi, 21 yılın hatırlayabildiğim 17-18 yılını gün gün sayamadım, kafamın nerelere savrulduğunu hatırlayamadım, anlamsızca bakıp "hmm.. Bukowski?" dedim, soran benle dalga geçti. Biliyor olsa gerek.

Yine taşınıyorum. 50 metre ileriye, bay E.'nin yanına, "oğlum seni doğuran fahişe, seni doğurmamış bile, fırlatmış." dediğimde beni dövmeyi aklından bile geçirmeyip küfrü basıp devam eden sevgili bay E. ile çıktığımız büyük bir yolculuğun (evlenecekmişiz gibi olmadı mı?) prototipi olarak görüyorum bu süreci, garip.

Bir de bana geçenlerde "kadın düşmanı" dediler.

Burası bok gibi sıcak. Dün akşamüstü laboratuarda baktım sayaç dış sıcaklığı 30 derece gösteriyordu, etrafımdaki insanları bir kokladım, kendimi kokladım, sayaca tekrar baktım, alnımdaki teri sildim, küfür ettim.

Kendi içimde çıktığım uzun yolculuğun hemen hemen sonuna geldim. Hey, bir saniye, bu jam session kokusu mu? Biraz yeni tel, biraz eskimiş kablo,nasırlı parmak belki? Bir defter dolusu not alınmış fikir? Hmm...

Şimdi tüm bu bilgilerin ışığında en sevdiğim punk şarkısından cümlemin içine alıntı yapıp sana soruyorum bebeğim;
Should I leave? Or should I rock the Casbah?