Cumartesi, Kasım 28, 2009

Delta

Hava sıcak, hem de fena halde. Üzerime giydiğim pamuklu kumaşın içinden ve dışından süzülen terler her dakika bunu bana hatırlatıyor; tuzdan yapılmış yollar çizerken üzerimde. Buranın güneşi hep böyle yakar zaten, birkaç yıl önce birilerinin öldüğünü duymuştum. Yanımdaki zenciye sordum; "kaç yılıydı o?" , öylece bakıyor suratıma, çok konuşmayı hiç sevmedi zaten. Umarım güneş onun o kara tenini de benimki kadar kavuruyordur, şeytan alsın canını... Tam iki haftadır kucağında o eski gitarla yanımda yürüyor, şarkı söylemediği zamanlarda konuştuğu cümle ya üç ya beş... Meymenetsiz herif, tanrı tükürsün suratına... Adından bahsetmek istemiyorum, mevcut durumumuzda isimlerden bahsetmek yanlış olacaktır. Geldiği yerde "Çivi" diyorlarmış zenciye; "demiryolu çivisi". Penisiyle ilgili olsa gerek diye düşündüm, hiç bir zaman sorgulamadım. Bana kalırsa bir tabut çivisi o piç kurusu. Sert,sağlam bir tabut çivisi. Hava sıcak ve yere tükürüp devam ediyorum,ağzım kuru. Duyduğum tek ses bok herifin ayağını yere sürümesi.

Oturuyoruz, yağmur yağıyor. Kafamızı sokabildiğimiz ilk yerde oturduk bu gece. Zenciden gitarını bana uzatmasını istedim. Onların müziğini çalıyorum; pis kölelerin buralara getirdiği tek güzel şey bu ya, bundan bahsetmek yersiz olur şimdi. Yüzündeki ifade "beyaz adam benim gibi asla çalamayacak" der gibi, beni izliyor. Yakmayı saatlerce cebelleşmeden sonra becerdiğimiz ateş aydınlatıyor şeytan suratını; sakince izliyor. Dinliyor beni. Duyguyu onun kadar anlayamadığım doğru, köle olan o. Pis herifin kabullenmiş bakışları başka sebepten. Bu topraklarda ona ait olan tek şeyi ondan çalıyormuşum gibi bakıyor bana, yine de kızgın değil. Kadınını çal, parasını çal, özgürlüğünü çal, işkence et, süründür, kırbaçlayıp çalıştır; hepsini kabulleniyor zenci, müziğini çalamazsın ama, ruhunu ondan alamazsın. Alamıyorum da zaten. Aynı şeyi çalsak da onunki başka bir şey anlatıyor, benimki başka. Gitarı bırakıyorum yere, şapkamı gözlerimin önüne indirip arkamı bir kayaya yaslıyorum. Zenci alıyor gitarı eline, uzaklarda bir tarladaki bir kadından söz etmeye başlıyor, bir silahtan ve bir başka adamdan. Bu aralar bu öyküyü anlatmayı çok seviyor sanırım. Yine dinliyorum onu, uykuya teslim olmadan önce.

Yağmurun ıslattığı toprakta yolculuk etmek için erken kalkıyorum. Ayağa kalkması birkaç dakika alıyor yol arkadaşımın ve yine yoldayız. Güneş doğuyor, yürüdüğümüz yolda birkaç saatte bir bir ya da iki araba geçiyor, parmaklarımızı kaldırmıyoruz. Neden bilmiyorum. Bugün yüzü neşeli zencinin, bok gibi bakmıyor etrafa, konuşacak gibi; umursadığımdan değil ya... Gitarını iplerden yaptığı bir bağ ile boynuna asıp dokunuyor tellere, adımlarımı yavaşlatıyorum. Bir yoldan bahsediyor Afrikalı, bir hapishaneye giden bir yoldan, onbir dolar için vurulmuş bir adamdan ve uzaktaki bir hapishaneden.

Deltaya yaklaşırken yollarımız yakında ayrılacak,biliyorum. Üzgün müyüm? Hayır. Ona verdiğim söz buydu çünkü. Uzakta sonbaharın geldiğini belli eden tepeleri görüyorum, ıssız yolları, bana bir anlam ifade etmiyorlar ama Afrikalı mutlu. Gitarı ellerinden düşmüyor bu aralar. Birkaç kilometre sonra ne olacak merak etmeye başlıyorum. Başladığı gibi sessizce bitecek her şey. Yola çıktığımız gibi bitireceğiz. Nehrin kenarında duruyoruz. Zenci karşımda dikiliyor. İblis suratlı, ifadesiz yine, arkamdan büyük bir gürültüyle geçen treni izliyor. Bana bakıyor sonra ve ağzını açıyor; son kez.

"Teşekkür ederim" diyor, başımı sallıyorum sadece. Cevap beklemiyor zaten. Düşünüyorum da bana gemilerle gelen o siyah kadınları anımsatıyor bir anda, hiç konuşmayıp kaderini bekleyen, ama tüm vücuduyla yapsa da bakışlarıyla asla boyun eğmeyen, herkesin becermek isteyip hastalanmaktan da ölesiye korktuğu, zihnimi tekrar odaklayıp düşünceleri uzaklaştırıyorum. Sahi ya zenci neden geldi buraya? Hep o bahsettiği kadın için mi? Müzik için mi? Evi burası olduğu için mi? Söylemiyor, artık merak da etmiyorum. Birkaç saniye duraksayıp elindeki gitarı uzatıyor bana. Alıyorum. "Son bir şarkı çal" diyor. Çalmaya başlıyorum, düşünmeden. Şarkı biterken başıyla son bir selam verip arkasını dönüyor ve boyun bağını çözüp yürüyor, gitarını almadan. Adımları sert ama hızlı değil. Arkasına bir kez olsun bakmıyor. Yere tükürüyorum. Özleyeceğim iblis suratlı Afrikalıyı. Elimdeki gitara bakıyorum, arkasına bir şeyler kazınmış; "tını her zaman yolculuk edecektir". Başımı kaldırıp son kez bakıyorum, arkamı dönüp gidiyorum kendi yoluma. Bir kaç hafta sonra aklıma geliyor; ne yapıyor acaba Afrikalı? Yalnızca iyi olduğunu umuyorum.

Salı, Kasım 03, 2009

Lucid

4.30 Mide sancısı. Uyanış.

5.30 Yatakta kıvranış, bir sürü gerçek mi rüya mı olduğunu ayırt edemediğim görüntü kafamın içinde,gözlerim kapalı,pencerenin önündeki turuncu ışığı göremiyorum ama orada olduğunu biliyorum. Kötü şeyler olmak üzere. Çok geç, oluyorlar ve kafama birer birer saplanıyorlar. Superman bu gece uçamayacak.

6.00 Aynı görüntüler kafamın içindeler, gözlerimi açamıyorum. Uyumaya çalışıyorum. Gözlerimi açıyorum. Işık orada. Ortalık aydınlanıyor. "Başka bir sabah olmalıydı" diyorum, "bambaşka bir yerdeki bambaşka bir sabah, bambaşka bir günışığının aydınlattığı bambaşka kokan bir yerde". Gözlerimi kapatıyorum, ağrıyorlar. Görüntüler kayboluyor.

6.30 Gözlerim artık açık. Beyaz çarşaf, beyaz yorgan, beyaz yastık. Hepsi bembeyaz. Ne de olsa yarın gelip değiştiricekler. Sürpriz. Yine beyaz olacak. Görüntüler tamamen kayboldu, olmalarını istediğim gibi. Bana başka bir yaşamı hatırlatıyorlar. Hava tamamen aydınlık. Son kez kafamı yastığa gömüyorum, yorganı atıp soğuğu karşılıyorum ve aynı sözleri tekrar ediyorum; "başka bir sabah olmalıydı, bambaşka bir yerdeki bambaşka bir sabah".

7.00 Kahve vakti. Kafein bağımlılığı. Elim olması gerekenden daha fazla kahveye ve şekere gidiyor. Durdurmaya çalışmıyorum. Su ısıtan dünya dışı alet inanılmaz sıkıcı sesler çıkarıyor, yanına çöküp bekliyorum. Son nefesini veriyormuş gibi son gürültüsünü yapıp duruyor. Birkaç dakika sonra alışık olduğum sıvı boğazımı yakıp mideme doğru kısa bir yolculuk yapıyor. Sonraki safha; aynayla karşılaşma. Yüzümü yıkıyorum, suyun tadı kötü, iyi olması da gerekmiyor. Diş fırçası, nedense diş macunu tadının üzerine kahve içmekten zevk alıyorum. Sakallarımı kesmek falan gibi komik düşünceler geçiyor aklımdan, ışığı kapatıyorum.

7.30 Yorgunluk. Şimdiden kendimi gelmekte olan gün için yorgun hissediyorum. Ne dedikleri pek de umrumda değil, yorgunum işte. Dolabı açıyorum. Ceket, pantolon, iç çamaşırı, çorap, tişört. İç çamaşırı da tuvalete lavabo demek gibiymiş. Boxer işte. Oturup kahveye devam ediyorum, yorgunluk hissi gitmiyor. Başka bir sabah olsaydı ya da başka bir yer; aslında her ikisi de, olmayabilirdi belki. En azından böyle düşünmek beni mutlu ediyor. Düşüncelerimi bir kenara itmeye çalışıyorum, gitmiyorlar. Çok sevdiğim beynimin belirli başlı bazı şeyler karşısında aciz kalması beni her zaman şaşırtıyor.

8.00 Gözlüklerimi takıp dışarı çıkıyorum. Cool olmaya çalışmıyorum aslında. Kışın en güzel yanının ceketler ve kocaman gözlükler olduğunu söyleyen birisi vardı bir zamanlar. Kulağa güzel geliyor. Ama gözlerim ağrıyor, bunun da ötesinde gözlerimi kendime saklamak istiyorum, ifadesiz kalsınlar istiyorum, görünmezlerse ifadesiz olurlar değil mi? Yürüyorum, aynı yollar, onlar da ifadesiz, sert, sıkıcı. Tüm dünyadaki her sabah yürünen yollar böyle mi acaba? Aksini düşünmek istiyorum; böylesi beni mutlu ediyor. Burası böyle olmalı sadece, başka bir yer olmamalı. Başka insanlar başka yerlerde benim zevk almak istediğim şeylerden zevk alıyor olmalı, burada zevk almadığım şeylerden zevk alan insanlar gibi değil. O insanlar bana benziyor işte. Hemen hemen hiç birinin varlığından haberdar olmasam da orada olduklarını bilmek beni mutlu ediyor. Orada bir yerde güzel insanlar var. Yıldızlar kadar uzaklar ve bazıları her gece kayıyorlar. Gerizekalının teki otomobiliyle yanımdan geçerken su sıçratıyor. Uyarayım, böyle durumlarda çok çeviğimdir. Küfür etme konusunda. Hayatında bir değişiklik yapmıyor, arabadan inmiyor mesela. Düşüncelerime geri dönmem bir iki saniyemi alıyor sadece. Tekrar beynimin kutuplarındaki yalnızlık kaleme dönüyorum. Düşünmeye devam ediyorum. Başım ağrıyor. Yorgunum demiştim. Başımı kaldırıp gökyüzüne bakacakken tam Faculty of Mechanical Engineering yazısını görüyorum. Başka bir sabah olmalıydı.

8.30 Çevremdeki insanlar arkadaş canlısı davranıyorlar. İnanılmaz yetenekliler aslında. Bir kız not istiyor, iki dönem öncesinden tanıyor olmalıyım, adını çıkaramıyorum. Bir çocuk gelip yanıma oturuyor, bahis oynamış,para kazanamamış,anlatıyor, kafamı sallıyorum, kahvemi içiyorum, ben de çok yetenekliyim sanırım. Bir başkası arkadan omzuma dokunup haftasonunu soruyor, standart cevaplar veriyorum. Hoca içeri giriyor. Hiç bir şey söylemeden bilgisayarını açıp slideları duvara yansıtıyor ve konuşmaya başlıyor. Her söylediği sözde başka yerlere gidiyor kafam, başka şeyler düşünüyorum. Akşam bir şeyler içmeye mi gitsem? Böylesi daha iyi olacaktır sanırım. Kendimi "eskitmek". Fena fikir değil.

9.30 Hoca quiz yapacağını söylüyor ve kağıtları dağıtıyor. Kalemim olması gerektiği gibi. İsmimi yazıyor, numaramı yazıyor. Sorulara bakıyorum. Cevapları biliyorum, biraz düşünmem yetiyor, düşünmekle bile uğraşmadan yazıyorum. Yanımda oturan aynı çocuğun gözleri kağıdımda, inanılmaz başarılı bir şekilde yazdıklarımı geçiriyor kendi kağıdına. Görmemiş gibi davranıyorum, birkaç dakika bitirsin diye bekleyip kalemi cebime koyuyorum. Hocaya "iyi günler" derken dönüp gülümsemiyor bile.

Tekrar yürümeye başladığımda hala yorgunum, düşüncelerim geri geliyor. Bir şeyler yesem mi? Aslında fark etmez. Mide sancısı,tekrar,bu binanın kantini nerde diye düşünüyorum çok kısa bir süre, elim cebime gidiyor; kahve bozuklukları. Güneş biraz daha yükselip de gölgemi biraz daha büyütürken kitaplarım kolumda ağırlaşıyor, gözlerim kısılıyor, midem fenalaşıyor, küfürlerim sertleşiyor, kendimi o ucuz çizgi romanlardaki aksi karakterler gibi hissediyorum. Eve geldiğinde ucuz parfüm ve kalitesiz viski kokan. Öyle olmadığımı biliyorum aslında, yine de olsam ne fark eder ki? Devam etmeye karar veriyorum, yapacak başka bir şeyim olmadığı için, bu başka bir sabah,başka bir gün veya başka bir gün ışığı olmadığı için. Adımlarım birbirini takip ediyor. Düşünmekten vazgeçmeye çalışıyorum. Hayal kurmaktan da öyle. Artık sırtımda birer kırbaç gibiler;tüm hayallerim. Bir zamanlar beni motive ederken şimdilerde sırtımda yepyeni yaralar açan. Derin bir nefes alıp biraz çam,biraz egzoz gazı kokan havayı içime çekiyorum. Kulağımı insanların alışılmış gürültüsüne kabartıyorum ve devam ediyorum.

Bambaşka bir yerde, bambaşka bir sabah olmalıydı aslında bu.

S.O.T.W.

Sol majör sürekli ve ritmik (klavyeden olacak)
Sol notası üstteki o işte kalın olan mi den 3 sonra olan ve ritmik (basstan olacak)
Çık çıkı çık çıkı çık çıkı... (simballerden ve aynı ritmle)
Sonra da ben;
Daat dat daaaaat daat dat da daaaaaaat...

We all came out to Montreux,
On the Lake Geneva shoreline...
To make records with a mobile,
We didn't have much time...

Falan filan işte.

Ya o değil de, Water bi kasabanın adıymış, çok ayıp.