Cumartesi, Nisan 17, 2010

Nos-tal-feratu

Patlamış mısır, bira ve sigara kokusu burnuma doluyor, ellerim acıyor biraz ve boğazım yanıyor ama neşem yerinde.
Saçlarım uzun, biraz da yağlılar. Kafam biraz iyi işte, neşeliyim.
İki elimle saçlarımı başımın ardında birleştirip, lastikle bağlayıp topluyorum.
Hep yapmadığım bir şey yapıyorum bu gece, mikrofona doğru yürüyorum, gitarımı boynumdan sıyırıp dayıyorum bir köşeye, arkadaşlarım izin veriyorlar.
Başımı biraz geriye çekip boğazımı temizliyorum, kendi kulaklarımla deniyorum; sesim çıkıyor. Dudaklarım mikrofona yaklaşırken klavyeden sesler duyulmaya başlıyor ve sonra ben başlıyorum.

I've paid my dues,
Time after time...
I've done my sentence,
But committed no crime.

Şarkının bu kısmını çok seviyorum, bu bir tür iç dökme gibi, akorların rengi pembe ve sarı arasında zaten, sesimi duymuyorum bile, sözler aklımın duvarlarında yankılanıyorlar. Ve devam ediyor;

And bad mistakes
I've made a few...
I've had my share of sand kicked in my face
But I've come through!

Son sözler dudaklarımdan dökülürken kendi hayatımla ilgili düşünceler kafamın içinde dönüyorlar. Kendi payıma düşen kumu yüzüme tekmelediler, ama ben yine de sıyrıldım... İçimde ulaşmayı sevdiğim zafer ve ihtişam dolu o "yer"e ulaşıyorum, daha sonra nakarat başlıyor, hayatımla eş zamanlı.

We are the champions - my friends
And we'll keep on fighting - till the end...
We are the champions
No time for losers
'Cause we are the champions - of the world!

Bu hepsinden çok, basit bir açıklama gibi aslında. Bana dünyada sözünü dinlediğim tek insanı hatırlatıyor. Biz şampiyonlarız ve kaybedenler için zamanımız yok, bu kadar basit bir açıklama işte akorların renkleri kırmızıya çalarken şarkı tekrar düşüncelerime döndürüyor.

I've taken my bows
And my curtain calls...
You brought me fame and fortune and everything that goes with it,
I thank you all...

Tam olarak açıklamalar devam ederken, en çok da kendime, şarkının en güçlü, en sevdiğim yeri geliyor, sesimi biraz yükseltiyorum. Gözlerimi açamıyorum bile, insanlar yumurta atıyor olsalar dahi umurumda olmayacak ya, ben zaten şarkıyı söylemiyorum, şarkının içinde bir yol bulmaya çalışıyorum;

But it's been no bed of roses
No pleasure cruise...
I consider it a challenge before whole human race,
And I ain't gonna lose!

Bu bir meydan okuma. Ağzımdan dökülüp de bir mesaj olarak evrene iletilmesine izin veriyorum.

Daha sonra tekrar nakarat geliyor, ne olduğunun farkına varamadan bitiveriyor şarkı. Gözlerimi açıyorum, etrafıma bakıyorum, yumurta atmıyorlar, alkışlıyorlar bile, o kadar coşku doluyum ki ne kadar istesem de çok önemseyemiyorum. Kafam öylesine dolu ki düşüncelerle,durduramıyorum.

Saçlarımı açıyorum ve kendimi arkalarına gizliyorum tekrar, kulağıma belirli belirsiz gelen bir ses adımı söylüyor, gitarımın ağırlığını omuzlarımda hissedince içim rahatlıyor, penamı cebimden çıkarıyorum, köprü manyetiğine geçiyorum, tonu biraz kısıyorum, davulcuya bakıyorum ve ellerim gerekli akorları buluyorlar...

Ve şimdi üzerine güneşin ışığı düşüp de aydınlanan gitarıma bakıyorum, toz içinde, manyetik değiştiren zımbırtısı kırık, telleri paslı, perdelerinde ter izleri var, ses düğmeleri sonuna kadar kısılmış, penası da tellerine sıkıştırılmış, amfiye dayalı duruyor. Birkaç metre yürüyüp aynada kendime bakıyorum, pek farklı değilim açıkçası. Yine de bir şeyler duymaya ihtiyaç hissetmiyorum, bir şeyler söylemeye de öyle. Düşünüyorum, kafamın içinde yolculuklarım asla bitmiyorlar. Hepsinin ötesinde, en çok da biliyorum sanırım. Bilmek o kadar önemli ki benim için. Beni bilmek. Dudaklarım kilitli. Tellerin üzerine elimi sürtüyorum, çok anlamsız sesler çıkıyor. Gülümsüyorum, pek farklı değilim açıkçası.