Çarşamba, Mayıs 30, 2007

Düşçü...

Ben genelde sevdiğim, anlık duygumu en iyi yansıtan şarkılarla giriş yapmayı severim... Ama bu sefer bi şarkı yerine sevdiğim bir yazarın sözleriyle giriş yapmak istiyorum...

"Bir "düşçü" olarak hatırlanmak isterim- kendisinin ötesine gidebilmek, etin ve kanın ötesine gidebilmek, hatta yaşamın ötesine gidebilmek ve böylece düzensiz gibi gözüken bir evrende, bir çeşit düzen yakalayabilmek için hayalgücünü kullanan bir düşçü. Hayalgücümü bir anlam vermek için kullanıyorum..." -Clive Barker

Neden mi bununla başlamak istedim? Bilmiyorum... Daha doğrusu bazen bazı yerlerden ilham alıyorum yazmak için bu sefer de ilham Barker üstattan geliverdi işte...

O kadar güzel söylemiş ki aslında ifade etmek istediklerini... O sözlerin içnde kendime de anlamlar buldum... Etin ve kanın ötesine gidebilmek... Bu ölümsüzlüğün ta kendisi değil midir?

Hep anlatır dururum büyük düşlerimi... Hep onları bir sonuca bağlamaya çalışırım... Bazen düşnüyorum galiba sonuç bu, varmak istediğim nokta bu... Bir anlam verebilmek... Sınırsız bulduğum hayalgücümle bir anlam verebilmek... Kendimin ötesine geçmek belki gerçekten, Büyük Yaratıcı'ya biraz olsun yaklaşabilmek...

Katillerin ünlü sözlerini okumuştum bir yerlerde... Birisi demiş ki; "Kurbanım olan kadının boğazına yaslanıp da bıçağı elime aldığım an, işte o an Tanrı benim!! Neden mi? Çünkü yaşama veya öldürme yetkisi benim elimde, benim kararım dahilinde..." Çok düşündüm bunu... Ne kadar da sapıkça bir düşünce... Ama yine de bir yerde Yaratıcı'ya yaklaşma çabasını takdir ediyorum... Çünkü bu çaba Yaratıcı'yı nasıl algıladığımıza göre değişir ve bir katilin nasıl algıladığını da böyle görebiliriz...

Ben Tanrı'yı oynamak istemiyorum... Bunu kim ister ki? Benim istediğim şey; beni yaratanı geçmekten çok O'nun diğer yarattıklarını geçmek... Neden mi? Eğer hepimiz eşit yaratıldıysak neden mi bu geçme çabası? Belki bilmiyorum, belki çok iyi biliyorum tam olarak bir fikrim yok. Ama bir anlam yüklememe gerek de yok, tek istediğim sınırları zorlamak ve bu dünyaya gelişime bir anlam vermek... İşte hayallerimin başlangıç noktası... Aklımda dönüp duran binlerce, milyonlarca düşüncenin çıkış noktası... Neden mi? Çünkü ben bir düşçüyüm...

Pazar, Mayıs 27, 2007

Çırpındıkça Batan Bir Rüya Bu...

Yeşil bir deniz, uçuyor duvarlardan...
İçeriye yıkılıyor camlardan sarhoş bir rüzgar
Zemin; düşen bir tarla...
Beyaz gölgeler içimde çemberler çiziyor...
Beklenti...

Batan bir dünya bu...
Yıpranmış çamların ardında, her bir evin kafatasında
Fırıl fırıl dönüyor kör bir öfke...
Batan bir dünya bu, bir kuşkuyu alıyor ellerime
Batan bir dünya bu, etime...

Yanıp yok oluyor bir cümle
Tümce doğuruyor...
Bense bir desenden başka bir şey değilim
Balık sırtına çizilmiş...


Batan bir dünya bu, batmış etime...
Yağmur sonu birikintilerde yüzen bir balık...
Sırtına çizilmiş...
Batan bir dünya bu!
Batmış etime...


Bense bir balık sırtına çizilmiş bir desenden
Bir de senden bir desene...
Bir de sensen...
Sen desen, ben başka bir şeysin...


Yırtıldıkça bütün mavilerin turuncuları
Kayboluyorsun bu gölgelikte
Sonsuzluktan bahseden gölgelerle...
Sonsuz...


Ölülerin sesleri sonsuz, ardıç kuşunu susturacak kadar...
Sessiz ve derinden, sessiz ve kimsesiz
Kör bir öfke...


Batan bir dünya bu...
Çırpındıkça batan bir rüya bu...


Batan bir dünya bu
Çırpındıkça battığın bir rüya bu...
Detone detone haykırışlarına karışan
Güya bu.(*)

Ben daha ne diyebilirim ki? Siyasiyabend yine... Ve o kadar güzel yazılmış bir şarkı/şiir ki... Dinlerken dalıp gitmemek dalıp gidip kendine geldikten sonra da tekrar dinlememek için başa almamak mümkün değil... Daha denecek şeylerim anlatılacak hikayelerim bile olsa bunun üzerine anlatmak istemiyorum şu an... Çünkü dalıp gitmek istiyorum...


(*)Siyasiyabend-Birdesen


Cumartesi, Mayıs 26, 2007

Pis 7li Revisited or It's been a long time mates?

O kadar uzun zaman oldu ki "bizim çocuklar"la şöyle bi toplanıp oturup konuşmayalı... Geçen reklamlarda gördüm "Kavak Yelleri" diye dizi çekiyorlarmış... Hem de bizim lisede geçiyo hikaye- 60.Yıl'da!!!

Biz de Mert'le oturduk baya konuştuk keşke biz de oynasaydık falan geyikleri geldi aklımıza... Uzun uzun yad ettik...

Nerden esti diyeceksiniz? Dizinin reklamını izlerken taa zamanında duvara yazdığımız "Pis 7li Üniversiteye Gitti Gelicek" yazısı çarptı gözümüze... Bi fena oldu içlerimiz yahu... Oysa ki hiç bitmeyecek gibiydi lise... Piçliğin sonu asla gelmeyecek gibiydi... Ama bitti işte... Bu noktada susucam ve Mert'in yazdığı yazıdan bir alıntı yapıp öyle devam edicem yazıma...

"Lise nedir? Lise bir grup gencin belirli bir ortamda toplaşıp yaramazlık yapmasıdır ki bunu müdüriyet denen kutsal birlik “ disiplin ” ile ödüllendirir. Hepimiz liseyi okuduk neler atlattık kimbilir? ( Neden böyle duygusal yazıyom lan direk konuya gireyim ben ) Sizin yapamadığınızı yaptık ( OH BE rahatladım )... Müdürü tehditte ettik, müdür yardımcısının odasının önünde sigarada içtik, sıkılınca okuluda yaktık, azınca temizlik odasına kız da attık kısaca okulun ağzına sıçtık. Hiç örnek adam rolü yapamıycam. Böyle yaşayın lan liseyi müdüriyet illalah desin sizden ama abartmayın da nerde durcağınızı bilin mesela kendi çişinizi içtiğiniz için atılmayın okuldan."

Böyle bişeydi işte lise bizim için... Çünkü biz Pis 7liydik... Biz efsaneydik... Her şeyin en ortasındaki hiç yakalanmayan, yakalansa da kurtulan suçlular... 60. yıl'ı süsleyip Kabataş formatına sokun dizi çekin ne fark eder ki? Biz olmadan olur mu hiç? Neyse, ben yaşlandım artık galiba ya çok eski zaman yad etmesi modundayım yine bu gece... Şimdi aklımda o günlerden yaptığımız şeyler, kurduğumuz sonsuz yüce dostluklar var... Ve asla bitmeyecek, silinmeyecek... Mutluyum, çünkü istediğim her şeyi yaptım galiba lisede(hemen hemen belki de emin değilim)...

Bu yazıya kadim pis 7li nin adlarıyla ve şu resimle veda ediyorum...



Ata, Anıl, CemDeniz, Cenk, Doğuş, Erdal, Mert, MustafaCan(Mcan)

DipNot: Tam bu yazının yayınlanacağı sırada Mert'le isimleri sıraya sokarken saatten midir nedir eksik saydık ve tam sonrasında gelen "Oğlum bu kadar senedir Pis 6lı'ymışız da 7li zannediyomuşuz kendimizi lan..." geyiği müthişti ikiye ayırdı bizi...

Cuma, Mayıs 25, 2007

Gidiyorum Sizin Olsun Buralar

Nasıl başlasam ki? Tam iki saattir monitöre bakıp da bunu düşünüyorum... Kafamın içine balyozlarla vuran düşünceleri neresinden tutsam da çekip yazsam? Aslına bakılacak olursa hala bilmiyorum başlamış olmama rağmen... Bunlar kafamda dönerken açtım en sevdiğim filmlerden birinin en sevdiğim sahnelerini karıştırmaya başladım... (hayır gecenin bu saati oluşundan dolayı Tinto Brass'ın Cheeky' si gelmesin aklınıza gayet de Fatih Akın'ın Crossing the Bridge'i...) SiyaSiyaBend' den "Dede" o kadar güzel bi laf etti ki orda... "Sokak; çok romantik bir şeydir abi, bunu yaşayan adam bilir... Taş yani... Taş taştır... Oraya kafayı koyduğun zaman anlarsın taşın taşlığını..." Düşünüyorum da ne kadar anlamlı sözler... Özellikle de dün sabah yazdıklarımla da bağdaştırınca... Ve tüm bunları düşününce yine içimdeki gitme isteği kabarıyor...

Ben galiba sıkıldım ya bu aralar... Dönüp durmaktan sıkıldım... Bir robotun işini yapmaktan sıkıldım... Hem oku hayatımda hem özel hayatımda rekabet etmekten sıkıldım insanlarla... Belki bu son dediğimi yapım gereği engelleyemiyorum... Ama çok sıkıldım... Ve işte tüm insanları bir yapan o hemzemin ortamı çok özledim... Sokağı... Beni diğerlerinden ayıran tüm vasıflarımı çok sevsem de, o vasıfları sıfırlayan o ortamı çok özledim...

Ben, galiba, gerçekten çok sıkıldım bu aralar... Sıkıntımı atacak yerler ve insanlar ararken daha da sıkıldım... Anlamsız bir koşuda en önde yer almaya çalışmaktan sıkıldım...

Ama az kaldı... Sesleri duymaya başladım bile... Hayatımı düzene sokamama az kaldı... Biraz daha bunalım belki biraz daha sıkıntı... Biraz daha karartı ve biraz daha gölge... Ama hepsini bir sonuca bağlamama az kaldı... Bunu hissediyorum... Buz gibi suyun altında ıslanırken, yakan güneşin altında kavrulurken, odamda yüzüm avuçlarımın içindeyken bunu hissediyorum... Az kaldı...


Ve, bilmiyorum neden, bu noktada da şu şarkının sözlerini yazmak istedi canım... Konuyla belki biraz derin düşününce ilgisi var, belki ruh halimle ilgisi var, belki de sadece sözleri çok basit ama çok güzel... Yine kesin bir fikrim yok... Herneyse...

Ela gözlerini sevdiğim dilber
Gidiyorum sizin olsun buralar...
Ah çekerim kara bahtım ezilir
Eksik olmaz şu sinemden yaralar...

Çay küçük ama vermez avını
Sen erittin yüreğimin yağını
Sarayıdım yar'in usul boynunu
İsterlerse kollarımdan kırsınlar...

Karac'oğlan der ki halimiz nice
O yar'in sevdası gönlümden yüce...
Sarayıdım yar'i bari bir gece
İsterlerse kefenime... Sarsınlar...(*)


(*)Karac'oğlan türküsü-Ela Gözlerini Sevdiğim Dilber (SiyaSiyaBend)


"Gidiyorum sizin olsun buralar..."

Perşembe, Mayıs 24, 2007

Yolculuk Nereye Bu Sefer?

İyice monologa dönüştüğünden neredeyse emin olduğum bu blog denemelerimden birini daha yazarken yine bir şarkıyla başlamak istiyorum...

Hiç hiç bir şey bilmiyorlar
Bilmek istemiyorlar...
Hiç hiç bir şey görmüyorlar
Görmek istemiyorlar...
Şu cahillere bak dünyanın sahibi onlar...
Onlardan değilsen sana zalim derler,
Onlara aldırma Hayyam, dostum...
Dostum...
Hiç hiç bir şey bilmiyorlar
Çünkü bilmek istemiyorlar...
Şu cahillere bak dünyanın sahibi de onlar...(*)


Bu aralar neden bilmiyorum (belki de biliyorum, bilmiyorum...) bir şeylere ihtiyacım var... Damarlarımda dolaşan, ordan beynimin kıvrımlarına akan aynı duygu... Kalbimden çıkıp ruhumu okşayan... Sabah rüzgarının boynunu okşaması gibi... Son paranı biraya verip yanındaki dostunla aynı şişeden içmek gibi... Ya da hepsi birden.... Tam bir fikir sahibi değilim... Bu duyguya bazen yalnızlık diyorum... Bazen ruhun açlığı... Bazen de bi ad veremiyorum... Ne olursa olsun orada öylece duruyor...

Bir de bu aralar ölümü düşünüyorum... Son zamanlarda olan bir kaç olaydan sonra yakınımdaki insanlara daha da sıkı sarılıyorum...( iyi ki varsınız hayatımda bitanecik babanne ve sevgili badi... siz olmasanız çoktan kaybolurdum galiba) Ve en yakınını kaybeden dostumun gözlerinde beni bırakıp gittin ifadesini görüyorum... Daha da çok söz veriyorum , ben bırakıp gitmiycem... Çünkü bu öyle boktan bi duygu ki anladığımı asla söyleyemem, hayalini dahi kuramıyorum...


Tüm bunları uzun süre düşündükten sonra aradım kadim yol arkadaşımı ve rüzgarın sonunda yeniden aynı yönden estiğini söyledim... O da hissetmişti... Yol çizgilerini saymak için vakit tekrar gelmişti...

Hemen küçük çaplı bir ön program yaptık... Ekipmanlarımız belli... Hasır, bir kaç parça giysi, 104 tane oyun kartı falan filan... Üssümüz belli, rotamız her zamanki gibi değil... Ne zaman oldu ki?

Şimdi yol yine çağırıyor... Aynı şeyi tekrar damarlarımda hissediyorum... Bu insanın ne içki masasında, ne bir kadının kollarında, ne de evinin sıcak huzurlu ortamında hissedebileceği bir şey... Bu yol çünkü, bu kaldırım, bu taş, bu kumlarda yarın nereye gideceğini bilmeden yatarken hiç de iplemeden yıldızları izlemek... Bu, gerçekten vazgeçtiğin anda bir ezgi mırıldanıp, haykırarak şarkı söyleyip yola devam etmek... Bu, yanındaki dostuna her şeyden çok güvenmek, tanımadıklarına da... Bu, yol, başka bildiğin hiç bir şeye benzemez...

Evet, işte yine geliyor... Ama başlamadan önce 25 Haziran için tutmam gereken bir söz var... Her şey sırasıyla ama öyle değil mi?

Hatta geçenlerde quizilla da yaptığım bi testin sonunda bu sonuca ulaşmıştım... Galiba karakterimi biraz olsun açıklar...

Which element rules your life?(pics)



Wind
Take this quiz!


Quizilla |

target="quizilla" href="http://www.quizilla.com/redirect.php?statsid=21&url=http://www.quizilla.com/register">Join

| Make A Quiz | More Quizzes | Grab Code



Bu arada neden bu şarkıyla girdim bilmiyorum... Belki de sokak müziği bana tüm bu anlattıklarımı çağrıştırıyor... Neyse...

(*) SiyaSiyaBend-Hayyam

Blog! Öze Dön!

An itibariyle blogumuzun rengini yine siyah yapmış bulunmaktayız sevgili okurcuklar... Öze dönüş çalışmamı tamamladım böylece, yine orjinal rengim olan siyaha... Ah ah yeterli destek olsa daha neler yapıcam ben ama...

Bir de artık yazıalrımı Ace diye imzalıyorum... Ace'in anlamıyla ilgili bir yazı da karalarım bilare...

Cumartesi, Mayıs 19, 2007

İleri Geri... İleri Geri...

Ve işte gözlerimden yaşların bir anda boşaldığı o an kendimle gurur mu duymalıydım? Yoksa kendimden nefret mi etmeliydim, bilmiyorum... Öyle bir bokun içine batmıştım ki... Tüm hayata lanet olsundu, tüm insanlara lanet olsundu... Kimsenin yüzünü görmek, sesini duymak istemiyorum... Mümkünse Pasifiğin orta yerinde bir adaya koyuverin beni...

Hayatım artık o kadar çıktı ki rayından... Düşlerim, benliğim, kendim... Hepsi birbirine girdi... Belki de o kadar büyük düşler kurdum ki hepsini üst üste koyarken devrilip üzerime düştüler... Kendi hayatıma uyan o kadar güzel bir yalan uydurdum ki kendime onun içinde yaşamaya başladım... Sıkı dümendi... Gerçekten de güzeldi... Ama sonra ne oldu? Her şeyin yıkılmaya başladığı o kaosun ortasında durup izledim... Ne gelirdi ki elimden? Her şeyi yaptığım bu ellerimden, bu beynimden daha ben ne yapabilirdim?

Sonra dönüp arkama baktım... Neler yapmışım? Hayatıma neler almışım? Bir bir saydım hepsini... Canım sıkıldı...

Oysa böyle mi olacaktı benim planıma göre? Hayır... Asla... Ama buyrun işte Bay Cenk... Eğer bu kadar kendinizden emin giderseniz böyle güzel patlarsınız... Hem sizin lafınız değil mi? O kadar büyük yan ki aydınlat her yeri? Şimdi yan bakalım yan da aydınlat her yeri...

Kendime kurduğum bu hayatın içinde daha ne kadar yaşayabilirim bilmiyorum... Şimdilik gördüklerimin gerisinde, gözlerimin de gerisinde beynimin içinde bir ileri bir geri... Bir ileri bir geri... Gidip geliyorum... Başka bir şey yapabileceğimi de zannetmiyorum...

İçimde bir yerlerde kalk ayağa bu senin için hiç bir şey diyen bir ses de olsa... Ayağa kalkmak istemiyorum bu sefer... Bu defa bağırmak yok, çağırmak yok... Cennette beni bekleyen o meleği bile düşünmek yok... Bu defa yalnızca oturduğum yerden izleyeceğim...

Ve bana inanmayan insanlar, böyle bir hale geldiğim için gülebilirsiniz... Ama bir gün skoru eşitleme şansımız olacak... O güne kadar defolun hadi... Zaten dedim ya, insan yüzü görmek istemiyorum...

Şimdilik kendimi fırlatıyorum sokaklara... Büyük insan kalabalıklarının içinde tek yalnız olabilmek için... Aklımın içinde ileriye ve geriye... İleriye ve geriye...

Pazartesi, Mayıs 14, 2007

Bazen Kapatamazsın Beynini

Bir yudum içkiydi sanırım kadehi dolduran... Ve ardından da dudaklarıma dokunup aşağı doğru yakarak giden... Galiba içime yapışıp kalan korku ölüm korkusu değildi... Yeterli olamama korkusuydu... Belki o da değildi... Bilmiyorum... Ağzımda kalan tat neydi peki? Acı mıydı? Tatlı mıydı? Bir yerlerden tanıdık ama bilmiyorum işte yine de...

Bir ayağımın önüne diğerini atarken ne vardı aklımda? Beynimin kıvrımlarında dönüp duran neydi? Tüm gece yürürken aklımda olan neydi? Yudum yudum içerken aklımdaki neydi? H,ç tanımadığım insanlarla konuşurken aklımdaki neydi?

İçimdeki Tanrı o saatlerde meşgul muydu? Beni uyutmak için gelmesi gereken Kum Adam o saatlerde meşgul muydu? Beni bulmasını ama rahat bırakmasını istediğim kalabalıklar o saatte meşgul muydu? Bilmiyorum...

Daha önce de demiştim ya... Saçlarım düzgündü, silahlarım doluydu ve dikti başım diye... Bu sefer yaralarımdan kan akıyordu galiba çünkü korkuyordum...Dünyadan korkuyordum belki... Belki içindekilerden, belki de kendi içimdekilerden... Evet, bu en mantıklısı...

Garip şey insan vücudu... Bazen gözlerini kapatmak istesen de kapatamazsın... Bu çok sevdiğim sözler o anlarda ne kadar da çok uyuyordu bana...

Tüm bunları düşündüm tüm gece ve sürüklendim durdum.. En son durağım olan ve burda en sevdiğim yer olan stadyuma vardığımda soluk bir kıbrıs güneşi üzerime doğuyordu... Benimle birlikte tüm korkularımın üzerine... Güneşe baktım ve bir kez daha sayıkladım içimden...

"Devam et..."

Pazar, Mayıs 13, 2007

Sayın Tanrı ve Monologlar

"Parlak Işığı ve Tanrı'yı Bulup Kamil veya Kamil Pozisyonuna Erme" adını verdiğim projemin gelişme aşamaları sırasında tuttuğum günlüğümden bir iki kesit vereyim istedim sizlere...

Sevgili Tanrı! Bak, beni deli etmenin sana hiç bir yararı olmayacağı gibi tam aksine hiç de akıl karı bir şey değildir... O yüzden, lütfen evime kitaplar göndermeyi kes artık... Onları okumak istemiyorum... Böyle bir niyetim de olmadı hiç zaten... Teşekkür ederim...

... Tanrı!!! Sen varsın! Araştırma ve deneylerime göre gerçekten var gibisin... Ben de şaka yapıyorsun veya eğleniyorsun falan zannları içerisindeydim...

...Çok sevgili Tanrı... "Parlak Işığı ve Tanrı'yı Bulup Kamil veya Kamil Pozisyonuna Erme" prosesimin sonlarına yaklaşıyorum artık galiba... Sadece bil istedim... Ama sana bunula ilgili hiç bir şey anlatmayacağım...

... Sayın Tanrı... Ne var ki geçtiğim zamanda umudumu yitirdim galiba... Ama yılmayacağım... Bizim çocuk cesaretimiz mi bizi bir yerlere getiren? Yoksa hepsini kaybettiren o mu? Neyse... Neden sana soruyorum ki zaten? Bazı insanlar senin cevapları önceden yolladığını savunuyorlar... İnanmıyorum onlara...

...Yüceler yücesi! Ah, sadece şakaydı... Neyseartık bu çalışmanın tamamen bir insomniyağın
saçmalama monologlarından ibaret olduğuna kanaaat getirmeye başladım... Ve galiba seni kendi içimden başka bir yerde bulamayacağım... Hoş, onu bile yapmak yeterince zor... Sonuç olarak eğer bir günlüğüne de olsa buralara bakarsan bir el salla... Sayın Tanrı... Eğer oradaysan ses ver...

Hımm evet burda bitmiş bu çalışma...

Perşembe, Mayıs 03, 2007

Bu Bir Belirsiz Gidiş...

Hayatımın öyle bir evresindeyim ki bu yazıya başlamdan önce şu şarkıyla giriş yapmak istiyorum...( Nitekim şu an o yeşil şarap şişesini hala neden sonuna kadar içtiğimi merak etmekteyim ve bana bu yazıya başlamakta yardımcı olacak her şeye ihtiyacım var...)

Yine düştük yollara,yollara...
Yine aştık dağları,dağları...

Ayağım gaz pedalında ardımda fırtına...
Dönülmez ufuklarda yollardayım...
Bu bir belirsiz gidiş,
Hem çıkış var hem iniş...
İşte şimdi burdayım yanındayım...

Sen varsın ya her şey senden önce ve enden sonra...

Yine düştük yollara, yollara...(*)

Of o kadar garip hissediyorum ki kendimi... Bir adım fazla atmadığım için kendime kızıyorum adım atmaya ölesiye korkuyorum... Gitmekten korkuyorum kalmak istemiyorum... Açıkçası hiç bir şey bilmiyorum...

Şimdi anlıyorum şarap gibi poker de zararlıymış... Pokerle birlikte gelen ya hepsindir ya hiç kuramım da öyle... rahmetli bir dostumuz şöyle derdi... "Eğer elinde iyi kartlar varsa blöf yap..." Çocukken anlam veremezdim ama sonra anladım... Şimdi de hayatımda oynadığım en zor kumarı oynuyorum hem tüm insanlığa hem de kendime karşı... İnsanlığa karşı elimdeki tek iyi kart olan kupa ası'yla blöf yapıyorum; nam-ı diğer bizzat kendim... Ama kendimle de oynuyorum çünkü hiç bilmiyorum bu kupa ası oyundaki tüm kartları geçecek kadar iyi bir el yapar mı? Dedim ya bilmiyorum... Ama adı üzerinde kumar, benim kuramıma göre yüzde doksan beş zeka ve yüzde beş de bilinmezlik ne de olsa...

Bildiğim şeylere gelince, çok az... Korku, bekleyiş, büyük hayaller, umutlar, kendime verilmiş sözler, beni bekleyen binlerce ihtimal... Beklemekten başka ne yapabilirim ki?


Birileri yardım etsin diyeceğim de kim yardım edecek? Tanrı? Yok o yeterince meşgul sağolsun yerinde şimdilik... İnsanlar mı? Onlar da çok meşgul... Ben mi kendime yardım edeceğim? Ben de meşgulum demek isterdim ama kahretsin ki diyemiyorum, dedim ya bekliyorum... Bekliyorum...

Macerayı, yolu çok severdim eskiden hayatın tam ortasına yaydan fırlamış gibi atılıvermeyi... Şimdi ne oldu bana neden duraksıyorum? Neden?...

Ama ne diyordu şarkı? "Ayağım gaz pedalında, ardımda fırtına, dönülmez ufuklarda yollardayım..." Galiba tam da böyle devam edeceğim ne kadar içimde bilinmezlik de olsa, yüreğim korku dolu olsa... Ne olursa olsun işte... Bir adım ileri veya tamamen geriye, boşluğa... Teorik olarak ikisi de benim için aynı şey, aynı son...

(*)Bulutsuzluk Özlemi-Yine Düştük Yollara