Cuma, Kasım 30, 2007

Şov Devam Etmeli, Ne Olursa Olsun

Bu kez giriş kısmımız Freddie'nin (şimdi bizi izlediği yerde, gülümsüyo olsun) ağzından...

Empty spaces-what are we living for?
Abandoned places-i guess we know the score...
On and on!
Does anybody know what we are looking for?

Another hero-another mindless crime...
Behind the curtain-in the pantomime
Hold the line!
Does anybody want to take it anymore?
The show must go on!
Inside my heart is breaking
My make up may be flaking
But my smile still stays on!

Whatever happens, I'll leave it all to chance
Another heartache-another failed romance...
On and on!
Does anybody know, what we are living for?
I guess I'm learning, I must be warmer now
I'll soon be turning, round the corner now...
Outside the dawn is breaking
But inside in the dark, I'm aching to be free...

The show must go on!

My soul is painted like the wings of butterflies...
Fairy tales of yesterday, will grow but never die
I can fly, my friends!

The show must go on!
I'll face it with a grin!
I'm never giving in!
On with the show...

I'll top the bill!
I'll overkill!
I have to find the will to carry on!
On with the...
On with the show!

The show must go on.
(*)


Freddie Mercury'nin ölmeden bikaç zaman önce yazdığı bu şarkının hayatımda hiç bu kadar anlam kazanacağına inanmazdım aslında. Ama dinlerken kafamda çaktı şimşekler...

İnsanın dayanabileceği raddeler vardır. Sevebileceği olgular vardır. Nefret edebileceği olgular vardır. Ben genelde değişik bir adam olduğum için bunlar farklılık gösterebilir tabi ki ben de, hatta gösterir de. Şu an hepsinin dışındayım. Renton kontrolü kaybedince Holland'ın dediği gibi; "He's in the Rider's High, no, it's way past that..."(**)

Şu an tüm o sınırların dışındayım. Belki çok sakinim belki patlamak üzereyim. Hiç bir fikrim yok.
Makyajım akıyor, kalbim ağrıyor ama gülümsemem hala yüzümde kalmaya devam ediyor...

Bana ne kalıyor peki?
Şovu devam ettirmek.
Kurduğum tüm hayaller için.
Bana çok inanan insanlar için, başka kimse için olmasa bile.
Ömrümün geri kalanında pişman olmamak için, şimdi şovu devam ettirmeliyim sahneye çıkıp.
Geçmişin peri masalları asla ölmeyecekler... Ve ben uçabilirm dostlarım!

Artık yerinden kalkıp bir şeyler yapma vakti. Bu değişimi hissedebiliyorum kendimde, oturup üzülmek yerine artık şovu devam ettirmeliyim.

Fedakarlık ne olursa olsun.
Göğüsleyeceğim, gideceğim yollar ne kadar olursa olsun.
Kalbimi geride bıraksam bile
Makyajıp akıp, kalbim ağrısa bile
Gülümsememi bırakmalıyım
Şov devam etmeli...

Etrafımdaki insanlara bakınca kendimde bu gücü buluyorum, çoktan her şeyini yitirmiş insanlar, sahneden seyircilere bakınca kendimde bu gücü buluyorum, bir beklentisi olan insanlar, beni bekleyen insanlara akınca bu gücü buluyorum... Gidebilme gücünü, uzaklarda tek başına savaşabilme gücünü...

Tek silahı hayalleri olan yalnız savaşçı. Tek desteği bir avuç hayal ve daha da az insan...
Devam et o zaman...
Hiç bir amaç daha kutsal olamazdı senin için...

Hepsini bir sırıtışla karşılayacağım,
Asla pes etmiyorum...
Şovla birlikte...
Şov devam etmeli!

(*)Queen-Show Must Go On
(**)Eureka Seven-Episode 20

Çarşamba, Kasım 28, 2007

Yalnızlık Kalem

Koşuyorum... Koşuyorum...
Peşimde cehennemin kendisi varmışçasına koşuyorum...
Bir anda bildiğim, çok iyi bildiğim sıcacık bir yer.
Karanlığın içinde, karanlıktan karanlık bir pelerin...
Bana tüm evlerden daha çok kucak açan, tüm kalabalıklardan daha fazla, tüm kucaklardan daha sıcak.
Buz gibi soğuğun içinde, soğuktan daha keskin aynı zamanda...
Kendimi en iyi hissettiğim yer.
Aslında düşününce kendimi en iyi hissettiğim yerler ne çok da değişmiş. Evim, basketbol sahası, odam derken en sonunda gerçek olanı bulmuşum.
En çok tanımaya çalışıp aynı zamanda en çok tanıdığım şeyle konuşabildiğim tek yeri bulabilmişim.
Kendimle.
İnsanlar bunu asla anlayamadılar. Tecavüz ettiler buna.
Evet! Tecavüz...
Bilip bilmeden geldiler üstüne, boş sözleriyle, sözde arkadaşlıklarıyla, çürümüş bilinçleriyle...
Birer birer gelip istediklerini alamadan geri döndüler.
Çarpık diyarımda kendi düz beyinleriyle kayboldular, yok oldular.
Anlamaya çalıştılar burayı, haritalar çıkarmaya çalıştılar, beceremediler.
Hiç beceremediler.
Anlayamadılar insanın seçtiği yolun bu olabileceğini.
Hiç biri bunu seçebilecek kadar kendine güvenli değildi çünkü. Hiç biri bunun yaşamın kendisi olduğunu anlayabilecek kadar açık değildi.
Bu öyle bir şeydi ki, hiç biri bunu söyleyebilecek kadar açık sözlü değildi...
Ve tecavüz ettiler.
Ölüm korkularıyla, dolu elleriyle, aptal nasihatleriyle, büyük hayat anlayışlarıyla, yüksek bilgileriyle...
Tecavüz ettiler.
Yıkmaya çalıştılar.
Ama hiç ulaşamadılar.
Nereye bakacaklarıyla ilgili en ufak bir fikirleri bile yoktu çünkü.
Ben kapattım gözlerimi.
Karanlığın içinde, karanlıktan karanlık bir pelerin. Sarıyorum etrafıma.
Burda benim, burda sakinim, burda tüm kalabalıkların içinde hepsinden uzaktayım.
Burda yalnızım.
Yalnızlık kalem.
Gelin şimdi buraya, bunu anlayabilirseniz, idrak edebilirseniz.
Gelin şimdi buraya, sonuçlarına katlanabilirseniz.
Gelin şimdi, sizin gibi yaşamayı ölüme seçebilirseniz.
Büyük dertlerinizden kurtulabilirseniz.
Eğer burda yazanları anlamadıysanız, sakın bunu sorun etmeyin. Bu, tamamen benden daha çok şey bildiğiniz için kaynaklanan bir durum, benden daha fazla yakın dostlarınız olduğu için, benden daha iyi anlaşabildiğiniz için insanlarla veya ne bileyim bunun gibi bişey işte, dedim ya anlamadıysanız sorun etmeyin, sağ yukarıda bir çarpı olucak tıklayın ve kapatın bu pencereyi.

Salı, Kasım 06, 2007

Road Trippin

Yine gecelerden, hiç bitemeyen bi gece...

Yine sarhoşum galiba, artık rüyayla gerçeği ayırt edecek kadar bilge hissetmiyorum kendimi.

Ve bir SiyaSiyaBend videosu arkada durmadan dönüyorken açtığım anda gözüme çarpan ilk yazı; "Kendini Bilmekle Başla İşe"

Yüzüme öyle bir çarpıyor ki, alıp beni yere vuruyor... 1 tonluk ağırlığın altında ezilmiş gibi eziliyorum bu sözün karşısında...

Kendini bilmekle başla işe...

Kendini bilmekle başla işe...

Unutmaya çalışıyorum videoyu, bu yazıyı olduğu yerde bırakıp gitmeye ve yatağa gidiyorum... Soğuk yatak... Karanlık, kapkaranlık, Tepecik'li bir fahişenin cinsel organı kadar karanlık oda... Gözlerimi kapatmama gerek yok... Karanlığa sığınsam da huzur vermiyor. Dünya artık eski göz kapatma numarasını yemiyor... Bir yatağım vardı, oralarda bir yerlerde... Annem gibi kokan, babam gibi sarılan bana. Tam olarak var mıydı onu da hatırlamıyorum, rüyayla gerçeği ayıramıyorum, gözlerimi kapatıyorum. Pek sevgili Kum Adam da gelmiyor bu gece beni uyutmaya... Uyutmaktan çok, unutmuş artık beni... Dünyada bir yerlerde bir masumiyet kırıntısı yerden havalanıyor rüzgarla uçuyor, ta kollarımı uzattığım pencerenin önüne kadar geliyor... Uzatıyorum kollarımı bir umutla, uzanıyorum, uzanıyorum, geri çekiliyor usulca, hiç belli etmeden, düşüyorum. Düşüyorum, düşüyorum... Rüzgar her şeyi alıp götürüyor... Zemin. Çok sert çarpıyorum bu defasında... Üstüm başım kan içinde. Başımı göğe kaldırıyorum, mavi değil artık, kıpkırmızı...

Tüm inandıklarım geliyor şimdi aklıma. Hayret. Unutmak için değil miydi bu kadar çaba? Ah, Mick ne güzel de diyor, hepsini siyaha boyuyorum...

Aynada kendime baktım biraz önce. Göz altı torbaları, iğrenç gözüken yağlı saçlar, onca biranın burdayım diye bağırdığı bi göbek, ifadesiz bi surat. Ayna kırılmak istiyor. Dünyada bir yerlerde hiç tanımadığım insanlar o aynalarda kravatlarını bağlıyor, saçlarını tarıyor, sevdiği kıza açılabilmek için provalar yapıyor, yattığım yerden hepsini izliyorum... Hepsinin tek tek hayranıyım... Hepsini tek tek öldüresim var.

Bir adam, dünyanın çok da iyi bildiğim bir yerinde tüm umutlarını bana bağlıyor, bir kadın, aramızda binlerce engel olan bir kadın ona hiç söyleyemediğim sözleri duyabilmek için rüzgara kulak veriyor, esip gidiyor rüzgar... Ben, ellerimde adressiz mektuplar olduğum yerde oturuyorum, penceremden düşmeden hemen önce.

Yine aynı şeyi yapıyorum tüm anlatacaklarımı birbirine geçiriyorum. Tek sebebi var, bu dünyada en çok bilmem gereken şeyi bilmiyorum... Binlerce şey bilen ben, bunu bilmiyorum işte...

Kendini bilmekle başla işe...

Yüzüm gözüm şişmiş, dayanamıyorum daha fazla... Uyuyorum, uyur gibi yapıyorum. Dünya bu göz kapatma numaramı yemiyor ama...

Duygu, biraz duygu? Mazhar ve arkadaşları da güzel demişler...Yalnızlık ömür boyu... Kendi kurduğum kalemde o kadar güzel bir hayat yaşıyorum ki... Tek nüfusun yaşadığı bu kalede her gün bir cenaze kaldırıyorum.

Kollarım iki yana açılmış, kırmızı halıdan içeri düşüyorum ve Swanney soruyor; "Beyefendi taxi çağırmamı isterler mi?" Ambulansın sesini duyabiliyorum.

Bir anda merdivenlerde buluyorum kendimi. Dört basamak sonrasında bir kapı var, ellerimde de anahtar. Zar zor çıkıyorum merdivenleri, anahtarı deliğe sokuyorum, açmıyor. Kapıyı yumrukluyorum son gücümle, kimse açmıyor, kimse açmıyor...

"Acınası hayat tarzı, sınavlar ve ilham vermeyen öğütler artık geride kaldı, önümüzdeki tek gerçek yol artık... Bizi görmelisin Anne, haydutlara benziyoruz, gittiğimiz her yerde dikkat çekiyoruz..." Zamanlardan geçmiş zaman, insanların çok tatlı konuştuğu kıtanın ortasında bir adam, Ernesto "Che" Guevera de la Serna annesine bu mektubu yazıyor... Ah, Ernesto...

Tam ortasındayken her şey dönmeye başlıyor...
Kollarımı uzatıp düşüyorum...
Düşüyorum...
Tüm dünya siyaha boyanıyor...
Aynalar kırılıyor...
Elimdeki mektuplar alev alıp yanıyor...
Bir bira şişesi elimden düşüp kırılıyor...
Duygu, biraz duygu...
Rüzgarda uçan parlak bir parçacık, küçücük bir şey...
Kapanan gözlerim...
Swanney...
Sirenler...
Yalnızlık Kalem...
Açılmayan kapı...
Ernesto...

Kendini bilmekle başla işe...

Midem bulanıyor, dünya yavaşlıyor ama asla durmuyor... Kusuyorum, tüm içimdekini bir kerede kapkara kusuyorum ve o kusmuğun içine yüzümü gömüp uyuyakalıyorum...

Pazar, Kasım 04, 2007

amaçsız

Blog, blog sevgili blog...

Beer, beer, tiddly weedly beer...

Boş sokaklar, amaçsız, düz yürüyüşler, amaçsızca gezicem diye çıktığın yürüyüşün bile bir amacı var, sokakların bile bir amacı var, reset...

Mark Renton gibi düşünmek istiyorum, yaşamı seçmemek.. Crap! Düşünebilecek beyin hücrelerim are unavailable...

Tuvalette büyük bi keyifle vücudundaki pisliği atarken bira içmek ne güzel! Ah...

Idioteque ve smack My Bitch Up dinlerken bira içmek ne güzel!

In fact, bira içmek ne güzel!

Siz insanları hala anlayabilmiş değilim...

Kafan güzelken uyuyamamak... Nedendir ki?

İnsan niye her hayal kuruşunda cesaretlendirir kendini?

İnsan niye cesaretlendirir kendini? Ani kararler verir, ve dünyanın en iyi bokuymuş gibi tapar bunlara?

Cenazemi izleme fırsatım olsa, ve müdahele etme şansım hepsine evlerine gitmelerini söylerdim... Sevgi gösterilerini hiç sevmem... Bi noktada hayatımdaki her insanı terk ettim, beni terk etmelerini isterdim, toprağa girmişim işte, saygı gösterin...

Bi gün hayatı seçmemeyi becericem...

Galiba bu gece üzerime gelen şok dalgasından bu kadar, sonrakinde görüşmek üzere...

O değil de, bira faalan, ne güzel...

Pazartesi, Ekim 29, 2007

Siyah

Ölüm yapışmış derinlerime hatırlamıyorum...

Sigaranın dumanı neden benim üstüme sinmiş?
Onca içki neden açık damarlarımdan aşağıya akıyor?
Duşta başımın üzerinden aşağıya doğru akan binlerce soğuk damla neden sırtımı yakıyor?

Dün gece neredeydim?
Hiç bilmiyorum.
Ölüyor muydum?
Yaşıyor muydum?
Yaşamak için yalvarıyor muydum?
Hatırlamıyorum.

Korkmuyorum ölmekten.
Hem de hiç.
Belki karanlıktan birazcık...
Boş, kapalı odalardan birazcık...
Ama ölmekten hiç.

Durmuş önümdeki yığına bakıyorum şimdi.
Onca insanın oluşturduğu kocaman yığına.
Bir alev yeter aslında hepsini yakmak için.
Hiç birini yakmıyorum, sırtımı dönüp gidiyorum.
Ama çakmak hala ellerimde.

Vücudumdan akan kanlar
Hiç bir anlam ifade etmiyor
Ama peki, bıçak neden benim ellerimde?
Gülümsemelisin artık güzelim
Çünkü ölüyorsun, kanın akıyor...

Donmuş göz bebeklerim yerlerinde saplanıp kalmış
Bakabilecekleri güzel bir şeyin hasretini tadıyor
Ve o göz bebeklerimi kör eden bir ışık
Tüm hayatımı alt üst ediyor

Şimdi tüm görüntü yok olurken
Gözlerimi kapatıyorum tekrar
Çabalamak anlamsız
Çünkü,
Ölüm yapışmış derinlerime, hatırlamıyorum.

Perfect Day

Hayat nereye gidiyor? Sorusunun cevabını aramaya bi kez daha devam diyorum.

Düşünüyorum da eskiden ne kadar da endişeliydim hayatım hakkında... Eskiden dediğim geçen sene belki de... Ama arada geçirdiğim zaman galiba çok değiştirdi beni. Eskiden geleceği çok düşünürdüm. Büyük şirketler, takım elbiseler, büyük bir ev, bir Aston Martin falan. Şimdi durup düşününce karar verdim de niye bu kadar endişeleniyorum ki? En endişesiz ben olmalıyken üstelik?

Ama sakın yanlış anlamayın, hiç bir hayalimden vazgeçmedim henüz. Hepsi yerlerinde duruyor, yalnızca şimdilik Bohemya, U.S.A'den daha yakın.

Hayatını seç, mesleğini seç, kariyerini seç, kocman salak bir televizyon seç, otomatik çamaşır makineni seç, arabalarını, cd çalarını ve ev aletlerini seç. Sağlık sigortanı, düşük kolesterolü ve dişlerine iyi bakmayı seç. Büyük bir ev seç, iyi arkadaşlarını dikkatli seç. İyi bir tatili ve bavulunu güzelce doldurmayı seç. En güzel boktan fabrikada üretilmiş, en güzel boktan elbiselerini seç. Dini ve dua ederken ne kadar da boktan olduğunu düşünmeyi seç. O salak televizyonun karşısında otururken o salak şeyleri tıkınmayı seç. Sonunda sefil evinde yalnız başına ölüp giderken yerini, senin yerine geçmeyi bekleyen bencil ibnelere bırakmayı seç. Çürüyüp gitmeyi ve yetiştirdiğin gerzek veletlere rezil olacak şekilde altına pislemeyi seç. Geleceğini seç. Hayatı seç. Ya da benim gibi yap, hayatı seçmemeyi seç.(*)

(*)Trainspotting

Cumartesi, Eylül 29, 2007

Dövüş Kulübüne Hoş Geldiniz

Şimdi susmanızı istiyorum. Susun! Hepiniz. Yavaş yavaş girin hayatıma o dar, küçücük pencerelerinizden. Burun deliklerimden girin, gözlerimden girin, ağzımdan girin kapkara bir zıvananın ucundan geçip de çıkan gri, puslu duman misali...

Şimdi avazınız çıktığı kadar bağırmanızı istiyorum sizden. Bağırın yırtın kendinizi! Yırtın ki daha çok duyurun sesinizi... Daha çok "ben" olmaya çalışın... Ve bir kez daha "ben" olma çabalarınızda girin hayatıma. Şişenin ucundan genzimi yakarak akan şarap misali girin...

Ve irkilin sokaklarda yürürken duyacağınız güçlü bir haykırışla! Boynunuzdaki tüm tüyleri ayağa kaldıracak kadar irkilin... Bomboş bir sokakta yatan bir keş kadar çaresiz hissedin kendinizi, ya da kendi kanının içinde yatan bir serseri... Çünkü hayat bu, bir dakikada biter. Kullandığınız araba bir ferrari olsun, mobilyanız isveç mobilyası, eviniz şehrin en güzel caddesinde olsun, yine de hayat bu ve bir dakika içinde bitiyor, kapatıyor kendini. Ve sistem her dakika kendini tekrar ediyor. Şimdi yine gelin hayatıma, hızlı arabalarınızla, meşhur savlarınızla, güçlü haykırışlarınızla, göz alıcı silahlarınızla, bomboş ithamlarınızla...

Şimdi de bana vurabildiğiniz kadar sert vurmanızı istiyorum sizden.

Dövüş kulübüne hoş geldiniz.

Eğer bu ilk gecenizse, dövüşmek zorundasınız.

Hayatıma hoş geldiniz.

Eğer bu ilk gecemizse dövüşmek zorundayız.

Cumartesi, Eylül 22, 2007

Bir Kaya Gibi

Soğuk ve ıslak bir akşamüstü
Aşk ve boşluk için yer yok
İtiraf ediyorum ki ölümle dolu bir kitabın sayfalarında kaybolmuştum...
Nasıl da yalnız öleceğimizi
Ve bir tanrının bizim gitmek istediğimiz herhangi bir yere
Huzuru verip vermeyeceğini okuyordum...

Ve ölüm döşeğimde tanrılarla meleklere dua edeceğim
Tıpkı bir dinsiz gibi
Beni cennete alacak herhangi birine dua edeceğim,
Çok önceleri gitmiş olduğumu hatırladığım bir yere...
Gökyüzü yaralıydı ve dünya da siyah
Sonra da sen bana yol gösterdin...

Gün bitene kadar okudum
Ve sonra da tüm yaptıklarım için
Tüm kutsadıklarım için
Tüm yanlışlarım için pişmalık duyarak oturdum...
Ölene kadar gördüğüm tüm rüyalarda
Merak edeceğim...

Senin evinde olmayı isterdim
Odadan odaya sabırlı bir şekilde
Orada seni bekleyeceğim...
Bir kaya gibi!
Orada seni bekleyeceğim...
Yalnız...(*)

Neden bilmiyorum yürürken eve gelip bu yazıyı yazmak istedim bu şarkıyı kafamda defalarca döndürüp yazmak istedim... Alışkanlık olsa gerek... Söyleyecek pek de bir şeyim yok. Düşündüm çevirdim yazdım işte.

Orada bekleyeceğim...
Bir kaya gibi!

(*)Like a Stone-Audioslave

Çarşamba, Eylül 19, 2007

Belki İlk Belki Son

Yeni kararlar aldım hayatımda... Bunu belki de ilk söyleyişim değil burada bilmiyorum... Aslında nasıl anlatacağımı da bilmiyorum ki... Aldığım kararlar bir anda hayatımı değiştirecek şeyler değil, ne olduklarını da anlatacak değilim zor çünkü ama bana yaptığı etkilerden bahsederim belki...



Artık susmak istiyorum galiba ya... Çırpınmak bana o kadar da uygun değil artık, soğukkanlı olmak istiyorum. Zaferlerimi içimde kazanıp, yenilgimin yükünü içimde taşımak istiyorum. Hayatımı artık daha sade yaşamak istiyorum galiba. Bunun sağlıksal bir nedeni yok. Tamamen insanın yağlı yiyecekler yemeyi kesip yeni, arınmış bir vücutla yeni bir yaşama başlaması gibi. Üzerime ağırlık yapan insan ağırlığını silkeleyip atmak istiyorum. Bu noktada artık bana ağırlık olan her şeyi silkeleyip atmak istiyorum. Daha nasıl anlatabilirim bilmiyorum ama bu insanın tüm giysilerini çıkarıp koşup suya atlaması gibi. Ölümü beklemekten ziyade onu kucaklamak gibi, yaşamın üzerine çıkıp her şeyi dalgalı denizin ortasındaki kaya misali karşılamak gibi, gündoğumunda oturup güneşin kendi yakıcı üstünlüğünü bir kez daha kanıtlamasını ağırbaşlılıkla izlemek gibi. Daha nasıl anlatabilirim bilmiorum ki? Ama eğer anladıysanız sizin için mutluyum, evet. İşte benim hayatımın yeni gidişi böyle galiba... Devamı böyle.

Belki son yazımdır bu burdaki belki de binlerce daha yazacağım, bilmiyorum. Ama artık susmak istiyorum. Susup dinlemek, durup izlemek, ellerimi kapatıp tartmak. Düşünüp konuşmak yalnızca. Çok endişe etmemek ama her şey hakkında düşünmek hep yaptığım gibi.

Belki de bilenler, tahmin edenler olucaktır neyden bahsettiğimi. Son bir şey söyleyecğim galiba... Bahsettiğim şey o kadar gerçek ki doğru olması için bir sebep yok, ve o kadar doğru ki cesaretle söylenmesine gerek yok. Her şey benimle başladı, ve benimle bitene kadar da böyle gidecek umarım. Nokta

Cuma, Eylül 14, 2007

Yağmur Düşmüş mü?

Hiç içimde yazasım yokken, gecenin bu vakti bir anda buluverdim kendimi burada... Ben son zamanlarda neler yaptım? Nasıl bir insan oldum? Ne hatalar yaptım? Hayatımda neleri değiştirdim? Ne aldım? Ne verdim? Ben, sadece ben miydim? Ben, içimde yarattığım hayali diyarda saklanıp dışardaki ben'e kendini göstermeyen ben miydim? Ben? Hangi ben? Nerdeydim? Ben, her zamanki ben, ve aynı zamanda hiç olmayan ben...


Yalnız kaldıysan, kalkıp pencerenden bir bak...
Güneş açmış mı? Yağmur düşmüş mü?
Dön bak dünyaya...

Herkes gitmişse, sakince arkana dön bir bak
Dostun kalmış mı? Aşkın solmuş mu?
Dön bak dünyaya

Bir sonbahar kadar yalnız
Bir kış kadar savunmasız
Ya da ilkbaharsan, yolun başındaysan...

Asla vazgeçme, kalkıp da pencerenden bir bak
Güneş açmış mı? Yağmur düşmüş mü?
Dön bak dünyaya...(*)


Oturdum odamda kapım kapalı, ama camlarım açık... Rüzgarı dinliyorum, susturdum dünyanın kalanını, kendimi dinliyorum. Dünyadaki tüm ışıkları kapattım şimdi, ama masamdaki açık... Bana dönük, kendime bakıyorum, yüzüme bakıyorum.

Başım dönüyor ara sıra... Yanlış anlama, sağlıksal bir şeyim yok sanırım. Yalnızca başım dönüyor. Dünyayı durdurup başımı döndürüyorum, o kadar. Kaldırıp başımı haykırıyorum... Korkuyorum ara sıra... Yanlış anlama, göt korkusu değil ki benimkisi. Yalnızca korkuyorum işte. Eğip başımı hıçkırıyorum...

Gökyüzüne bakıyorum başımı yerden kaldırıp... Göğsü yerden hiç kalkamayan solucan gibi hissediyorum kendimi bir anda... Neden mi? O kadar uzun zaman olmuş ki gökyüzüne bakmayalı... İnsan kalabalıklarının içinde hapsolup gözlerimi gereksiz yerlerde gezdirmekten yukarıya bir kez olsun kaldıramamışım... Gökyüzüne bakıyorum dönüp... Kara bulutlar kaplıyor. Küçük bir delik bulmalıyım kendime, yağmur geliyor...

Alice, harikalar diyarına girerken hiç bir şey yoktu ki aklında... Bir beyaz tavşan, bir sabun ve kendisi; Alice. Ardından da küçücük bir kapı bilmediği yerlere uzanan. Atıverdi adımını Alice. Savunmasızdı belki, korkmuştu ya da, sadece giriverdi... Ah Alice... Belki de hiç düşmemeliydin o tavşan deliğinden? Ama öte yandan; Alice, harikalar diyarına girerken hiç bir şey yoktu ki aklında...

Ara sıra telefonumun hoparlörlerim üzerinde yaptığı etki sonucu çıkan sesleri duyup umutlanıyorum... Alıyorum o gereksiz metal ve plastik yığını telefonu elime ve... Yine kötü bir haber, ya da gereksiz zırvalamalar... Aramayan eski dostlar, arayan bir sim operatörü yetkilisi falan filan... Fırlatıp atasım geliyor ama izin vermiyor, modern dünyanın gereklilikleri buna izin vermiyor sanırım. Çok mu abarttım?

Resim diye bir yazı vardı burlarda bir yerlerde, işte ordaki resmi karaladık hep beraber, üstüne de o karaları örtsün diye bembeyaz boyayı atıverdik; şimdiki yaşamımız çıktı ortaya, herkes kafasına göre bir şeyler çizdi üstüne, kafam karıştı.

Akvaryumun dibine çarpıp geri sekmenin hayaliyle bırakıverdim kendimi suya... Bu balık niye öldü diye sorarsın ya kendine o küçük kırmızı balığı akvaryumun yüzünde ölü görünce, öyle bir şey oldu. Özdemir Abi'nin zamanında dediği gibi;
Ölüm gibi bir şey oldu
Ama kimse ölmedi...
Açtım gözlerimi baktım akvaryumun dibindeyim. Çarpıp da sekemedim geriye? Neden ki?

Şimdi dönüp arkama şöyle bir bakıyorum... Dostum kalmış mı? Aşkım solmuş mu? Koca dünyaya, içimdeki o kocaman diyara dönüp de bakıyorum... Kocaman diyara, küçücük penceremden bakıyorum... Gördüklerim penceremle mi sınırlı? Göreceklerim gördüklerimle mi?

Belki de bir ilkbaharım, yolun başında... Belki de ilkbaharız henüz; yolun başında... Birbirimizin yanıbaşında, dünyanın ucunda, ışıkların altında ve yolun başında...

Artık düşünmenin gereği yok... Gözlerimi kapatıyorum yine... Penceremden tırmanmak için... Ah bir boyum yetişse... Ama olsun, gözlerimi kapatıyorum... Hayallerim varken, gerçeğe gerek yok çünkü. Dünya etrafımda hız sınırını çoktan aşmış dönüyor... Çılgın bir şey bu. Ah bir görebilseniz... Ama olsun, şimdi kalkıp da bakıyorum, gözlerim kapalı... Neden mi? Çünkü hayallerim yanıbaşımdayken gerçeklerle işim yok, onlara ihtiyacım yok... Hayallerim bir göz kırpması kadar yakın, gerçeklik bir bardak kahve kadar uzakken, içimdeki boşlukla işim yok benim... Yalnız kalmışken ne güneşe, ne yağmura hiç birine ihtiyacım yok...

(*)Dön Bak Dünyaya-Pinhani

Çarşamba, Eylül 05, 2007

Turuncu G.I. Joe Tankı

Çocukluğumdan bir kare var bugün aklımda... Ama çok uzun yıllar öncesinden... Hala bir oyuncak için gerçek anlamda ağlayabileceğim bir yaştan bahsediyorum...

7-8 falan o yaşlardayım... G.I. Joe var, şimdi konusu falan çok aklımda kalmadı, normalde olsa ufak bir wiki araştırması da yapardım bilgi vermek açısından ama bugün amacım bilgi vermek değil, bugün amacım anlatmak sadece, kendimi anlatmak. Neyse, o yaşlarda G.I. Joe figürlerimi çok severdim, sürekli oynardım düğmesine bastığım zaman "You are dead!" diye bağıran komandolarım vardı... Ve bir gün bir oyuncakçıda onu gördüm; G.I. Joe'daki baş kötünün tankını... Kocaman kutusunun içinde kocaman turuncu bir tank... Arkasındaki top bataryasından da su atabiliyor üstelik... Tam 7 yaşındaki bir çocuğun oyuncak komandolarını içine oturtup yeni maceralara sürebileceği türden bir şey. Ve istedim onu annemden, babamdan. O yıllarda gelirleri iyi değildi galiba hatırlamıyorum, almadılar o yüzden... Çok ağladım, reddettiler. Saatler belki günler sürdü bu ağlamam, hepsini çok net hatırlıyorum.

Ve günler geçti, ben her şeyi unuttum, geçti legolarıma bile dönmüş olabilirim, bilmiyorum. Babam bir gün bir seyahatten geldi ve salonda otururken bana gidip gardrobundan bir şey getirmemi söyledi, ne hatırlamıyorum. Gittim, dolap kapağını açtım... Orada duruyordu! Turuncu G.I. Joe tankı, turuncu G.I. Joe tankıM... Nasıl mutlu olmuştum bu sürpriz karşısında bir bilseniz... Aslında bilirsiniz, bir zamanlar çocuk olmuş herkes bilir...

Bugün babam Viyana'dan geldi. İstediğim şeyi getirmesi için çok umutluydum. (Biraz da Yasin'in iddiasından, benim babam hepinizin babalarını döver iddiamdan...) Ama bulamadığını söyledi bir türlü... Herkes dağıldı, tatilden dönüş hediyeleri dağıtıldı ve ben kaldım orda, gitmedim. Bavuldan son eşya da çıkana kadar durdum, gitmedim. Arabanımn bagajı açılana her delik aranana kadar gitmedim... Turuncu G.I Joe tankım dolaptan çıkana kadar bekledim... Çıkmadı. Bir kerelikti o galiba. Olsun... Galiba artık oyuncaklarımın peşinden ağlayacak yaşta değilim. Oyuncak alacak yaştayım, başka yollar düşünmeliyim... Yine de sağol babacım, en azından denediğin için. Ve turuncu G.I. Joe tankı için de sağol, zamanında sana teşekkür edemedim galiba, ufacıktım o zaman...

Çocukuğumdan bir kare aslında bu, hala bir oyuncak için gerçek anlamda ağlayabileceğim yıllardan.

Ordan Burdan v2.0

Bu yazıya başlarken hiç böyle bir başlık koyup böyle bir şey yazmak yoktu aklımda ama ne bileyim canım istedi... Hatta asabım bozulursa blogumun (olmayan) formatını değiştirip "Ordan Burdan Blogu" derim, arkasından da sırf böyle yazılar yazarım şişersin sıkıntıdan sayın okuyucu...

Ne tercümeydi ya... Şu ilk çeviri denememden bahsediyorum... Çevir çevir bitmedi... (aslında sonuna kadar yalan, ben nasıl olsa gözüm kapalı çeviririm gibi çılgın bir fikre kapılınca lastik gibi uzadı ve ömrümün iki haftasını yedi alet...) Ama sonunda gelen sonuç tatmin ediciydi, maddi yanını tamamen bir kenara bıraktım, Naruto'nun gazı gibi son iki gün sabahlayıp da tam son teslim tarihinin sabahı 7'de dökümanı e-maille yollamanın nasıl bir tatmin olduğunu emin olun tahmin edemezsiniz... Bir de tabi ömrümde kazandığım ilk gerçek paraydı... Hepsi için bitanecik Pelin teyzeme teşekkür ediyorum. (Ve evet Pelin teyzeciğim iflah olmadım daha da çeviri istiyorum daha da çok yapıcam hem artık daha tecrübeliyim:)

Bir konsol furyasıdır dünyayı sarmışken ben de bundan faydalanayım dedim... İlk önce playstation 3 düşünürken son bir caymayla xbox360' a karar verdim birtanecik gözlerinden öptüğüm okur... Alet 250 sterlin civarı, para problem değil de Avrupa'dan sipariş verince gümrük el koyuyor bu tarz aletlere (acaba ne yapıyorlar sonra? açıp oynuyor mudur ki şerefsizler? yok, sanmam...). Neyse, ben de o yüzden halihazırda Viyana'da olan babama, "baba bana ordan bi xbox 360 bakar mısın?" içerikli üstü kapalı bir mesaj attım... (en az benim kadar sivri zekalı olan babamın, "aha da baktım evet şurda şurda vardı çok güzeldi bence kesinlikle almalısın" gibi bir konuşma yapmasını bekliyorum döndüğünde okuyucu... (ama harbi ya problemim para değildi, lojistik sebeplerdi... ya bakma öyle, harbiden...) Babam yarın geliyor, eğer almış olursa bir xbox (yüzde 14 ihtimal verdim kendimce ben buna) ilk oyunumu oynarken vidyo çekip upload edicem söz! (bir de yasin le iddiaya girdik babam onu alırsa ilk oyunu yasin alıcak)

Bioshock,bioshock,bioshock... Daha önce milyon tane oyun oynadım sayısız kere ateş ettim ama hiç bir oyun belki bu kadar işlemedi içime... Minicik, masum, ufacık kız çocukları düşünün içlerine doğarken genetik materyalleri güçlendiren bir madde konulmuş (böyle mi anlatılır kısa anlatıcam diye ya, sıçtım içine...) ve onları korusun diye yanlarına verilmiş kocaman zırhlı savaşçılar. Oyunda güçlenmeniz için kızların taşıdığı maddeyi kızdan almalısınız. Büyük savaşçıyı öldürdüğünüzde masum kız sizin kocaman ellerinizden saklanmaya çalışıp çığlıklar atıyor, öldürme beni diye... Ve size sunulan iki seçim; ya kızın içindekini çıkarır onu kurtarırsınız ve çok az miktarda genetik materyal alıp güçsüz kalırsınız, ya da kızı öldürüp sonuna kadar sömürürsünüz... Kızın kurtarıldığında yüzünde oluşan temiz ifadeyi bir görmelisiniz... Hiç kıyamıyor insan ve benim oynadığım oyunlar tarihinde bir oyun ilk kez oyuncuya vicdanını sorgulatıyor... (ha, ben önüme geleni öldürüyorum, o ayrı... -power,unlimited power!!!, ehem...-)

Anneme doğru geçiş yapıyorum bu aralar... Çok özledim onlarla yaşamayı galiba ve tüm yaz toplasam iki hafta yanlarında durdum... Evet, onlara ödemem gereken bi borcum var... Ve tabi annem, teyzem ve anneannem tüm yemeklerin odama, kahvaltıların yatağıma gelmesi, suuuu diye hafif bir çığlık atınca su gelmesi, üff tişörtüm kirlenmiş diyince hemen yıkanması ve daha yüzlercesi demek, mutlu muyum? kesinlikle...

Yaz şaka gibi geldi geçti ve birkaç ay içinde sonbahar geliyor... Kışla birlikte en sevdiğim iki mevsimden biri! Benim için sonbahar ve kış (sonbahar özellikle) yeni başlangıçları, ceketleri, yorganları ve ellerimin üşümesini, mükemmel soğuk havayı simgeliyor. O yüzden çok özledim bu iki mevsimi de, hoş geliyorlar, iyi ki geliyorlar...

Barış efendiyi iki saat önce (Ablak olan, diğeri değil) Kıbrıs'a yolladık... Eğer lise 1'de bana gelseydiniz ve yeni geldiğin bu okuldaki bu adamla bir gün aynı evde yaşamaya başlayacaksın, yediğiniz içtiğiniz ayrı gitmeyecek deseydi hadi len ordan derdim(daha yaratıcı bi laf kesin bulurdum, bakma sen...). Evet, sevgili Barış da aynen benim gibi Doğu Akdeniz Üniversitesi Makine Müh. burslu kazandı... Ona da sabır falan available olan ne varsa diliyorum artık... Ama ben bunu ilk duyduğumda muhteşem sevindim... Kim orta doğu ve balkanların en sevimli adamlarından birini 24 saat 7 gün yanında istemez ki? Üstelik nefis yemek ve masaj yapabilen bir adamsa bu? Evet ya, hepsi bir yana gerçekten mutluyum, sanırım kıbrıs denen o ilk başta çok nefret ettiğim yerde çok büyük bir açığım kapandı artık... İyi şeyler geç başlıyorsa eğer, bu uğruna sabretmeye değer bir iyi şeydi... (-Abi o ekran kartı meme yapmıştır biz sökelim onu... -Olm olmasın bişey? -Sen getir,getir tornavidayı getir, ha bi de bak bakıym hani olmaz da, bişey olursa kaç paraymış bu ekran kartı... -Hask...)

Bu eğer ordan burdan devam versiyonuysa bunu yazmak olmaz... Az önce yeni teknemize baktık marinada diyenler, msn iletisine sürekli o gün nerelere gittiğini, hangi ülkede olduğunu yazanlar (bak bu konuda takdir ettiğim iki insan var; biri Mert(Solkıran) aynen onun ileti cümlesiyle aktarıyorum; "herkes iletisine nerde olduğunu, ne yaptığını yazıyor. sıçıyom, sevişiyom gibi iletiler olsaydı daha içten iletiler görürdük". Ve ikincisi de Rabonra(Hayvan Tolga) tam da onun cümleleriyle alın size iletisi; "Ağrı Dağı Eteğinde...Harbiden de orda; Diyadin'deyim" işte olay budur arkadaş ya, tam bir zen anı... Adam yazmış işte ne güzel, ne o öyle kembriç deyim, king's cross'tayım stuttgart'ta pazar gezdim az önce falan, sinirlendim yine, burun deliklerim büyüdü, Ece korktu, nenem hatun masal anlattı, dede korkut geldi isim koydu falan...) ve (bi öncekini uzun tuttum ya, o yüzden şimdilik üç tane şey yazıcam bu kısma) ilginç ilginç gözlükle,şapkayla, yukarıdan ince ve güzel göstericek şekilde fotoğraflar çekip oraya buraya koyan ve böylece kendini güzel sanan kızlarla cool olduğunu sanan erkeklere sinir oluyorum... (-sizde karizma var mı? varsa kaç santim? -karizma insanın içinde olur, içine girdi mi anlarsın kaç santim olduğunu... adam anlatmış ben yine konuşmayacağım bile...)


Ya o değil de bir Ken ile Ryu vardı... Onlara ne oldu ya? Haryuken ("aduket") falan...