Pazar, Ağustos 05, 2007

Bizi Kimse Kurtarmayacak

Hayatımda hiç hissetmediğim kadar yalnız hissediyorum kendimi bu günlerde... Sanki tüm seyirciler, oyuncular, yönetmen, herkes gitti de ben kaldım ışıkçının açık unuttuğu ışıkların altında... Bugün 10 Ağustos'tu... Geçen sene kaderlerimizin geri kalanını öğrendiğimiz gün... Bir saniyesi bile gözümün önünden gitmiyor, hiç gitmedi ki... Ben tüm gece uyuyamamıştım, Barış kırmızı koltuğumun üstünde yatıyordu odamda... O kadar korkmuştuk ki... Sakın yanlış anlamayın başarısızlık korkusundan değil! Biz hiç bir zaman korkmadık ki ondan, hep inandık kendimize... Korktuğumuz şey değişimdi, değişmekti, ütopyanın sona ermesiydi belki... Ve değiştik. Biz farkında olmasak da değiştik, büyüdük belki... Bugün cebimde 5 kuruş para yok, sonuncuları da içtiğim onca biraya verdim, oysa biz demedik mi biz oldukça para bitmiycek hiç bir zaman diye? Biz modern zaman dervişleri değil miydik? Oysa ki kapılarımızın eşiğinden öteye gidemedik... Yine yanlış anlaşılmasın, sitem değil bu, kızgınlık belki ama öyleyse bile Barış'a, benden başka kimsenin benimsemediği en yakın dostuma değil, birbirimize olan tüm pragmatist yaklaşımlarımıza rağmen hep orda olan kardeşime değil, hep orda olan, istesem de gitmeyen,"abi ortamı kurdum gel hadi" diyen adama değil benim kızgınlığım... Benim sinirim hayata belki, bu yalnızlığıma... Bugün 10 Ağustos'tu... Hayatlarımızın değişim yıldönümü... Ve ben bugün hiç bir dostumla birlikte değildim, hiç biriyle... Ve benim bir dostum birkaç gün içinde hayatını tekrar değiştiriyor, baştan hem de, en baştan! Çok uzaklara gidiyor arkasına bile bakmadan, belki arkasında yine benim temizleyeceğim bir bok bırakarak ama ben buna da razıyım... Çünkü belki de onun boynuna bile doğru düzgün sarılamayacağım...Öfkem buna işte, belki de kendime...

Bugün yine hayatımı bombok ettim bir kez daha yapayalnız bıraktım kendi kendimi ama açıp telefonu anlatacak bir tek kişi bile yoktu! Anladınız mı şimdi neden yalnız hissettiğimi... Telefonu kaldırınca şöyle aklıma bir anda gelen hiç bir numara yoktu... Karşıma alıp konuşacağım orta yaşlı bir adam yoktu, orta yaşlı bir kadın yoktu, sahnede yapayalnızdım... Tüm gün bunu düşündüm... 10 Ağustos... Ne kadar da ironik değil mi? Hayatlarımızı parçalayışımızın yıldönümünde tüm hayatım paramparçaydı...


Sokaklarda bomboş, içi boşaltılmış gibi yürürken de sürekli aynı şarkıyı dinleyip durdum...

"...Bu benim sokağımda meydana gelen bir araba kazası gibi,
Ayağımın dibinde kırılmış vücutlar
Ve yolda olan sirenler...
Ama çok geç kaldılar
Çünkü bizi kimse kurtarmayacak..."(*)

Bilmiyorum neden ama o kadar güzel giden dizeler ki ruh halimle, yalnızlığımla birlikte... Bana her saniye her dakika ne olduğumu hatırlatıyor... Hayatımı ne kadar da "istemediğim" şekilde geçirdiğimi anlatıyor... En azından Ağustos ayına kadar olan zamanı ilk kez bir yaz evde geçirdiğimi anlatıyor... Ve bunun suçlusu ben değilim galiba... Ama zaten kim suçlu ki? Kim üstüne alınır bu günlerde?.. Hayatım gerçekten de hiç istediğim gibi değil... Evde hapis, evin içindeki insanlara rağmen yalnız, etraftaki tüm arkadaşlara rağmen paramparça, eski hayatım için yalvarıyorum... İnsan yalnızca ölürken hayatı için yalvarmazmış demek ki...

Galiba yine bir sürü konuyu iç içe geçirdim... Özür dilerim... Umarım tam derdimi anlayan birileri çıkar... hiç bir şey anlamazsanız da saçmaladığım için tekrar özür dilerim... James'in Sirius'u vardı, Semih'in Murat'ı, Laurel'in Hardy'si vardı ve daha bir çok örnek... Ama ben şöyle bir düşününce, hayatımda aynı anlamı karşılamış olan biri sorusunu kendime sorunca bu kavramı beynimde bulamıyorum... Bu yüzden de bir kez daha kaldırıyorum kadehimi hiç tanışmadığım ve tanışıp da kaybettiğim dostlarıma! Şerefinize...

(*) Take It All Away-Cake

Cumartesi, Temmuz 28, 2007

Lasciate Ogni Speranza, Voi Ch’entrate

Dante'nin İlahi Komedya'sının, "Cehennem" bölümünde, cehennemin kapılarında şöyle yazar;

"Burdan geçilir acılar şehrine
Burdan geçilir sonsuz kedere
Burdan geçilir kayıp insanların arasına...

Adalet, yaratıcımı harekete geçirdi:
Beş ilahi güç ilk olarak şekil verdi bana
En yüksek bilgelik ve esas olan aşk ile...

Benden önce sonsuz olan hiç bir şey yaratılmadı
Ve ben sonsuza kadar süreceğim...
Buraya girenler, umudu geride bırakın."

Yeni doğan insan için ne kadar da güzel bir karşılama değil mi? Özellikle son cümle aslında, "buraya girenler, umudu geride bırakın"... Doğum; acı, umutsuzluk bazen de mutlulukla dolu bir sürece ilk adım,ve mutlak bir son olan ölüme doğru da atılmış ilk adım aslında...

Nasıl olsa elimden alacaklar diye bir şeyi sevmediğiniz oldu mu hiç? Bana olur ara sıra, uğraşmam bile... Hayat da böyle ama; bir gün elimizden alacaklar, hiç gözümüzün bile yaşına bakmadan tutup çekip alacaklar... Benim hayatımda olan her şey böyle oldu zaten... Daha doğmamıştım, doğmak için savaştım bu dünyaya, çok zorlandım ve sonunda geldim... Ya sonra ne oldu? Henüz küçücük bir çocukken hayatımdaki en büyük boşlukla başbaşa bıraktılar beni... Ve sonra yerlerine yeni şeyler doldurmamı beklediler... Ve yaptığımı da sandılar! O kadar güzel oynadım ki rolümü, her şeyi o kadar güzel kurguladım ki, sonuna kadar inandılar bana! Hep inanmışlardı zaten, herkes inanmıştı... Ve sonra da memnun oldular, o boşluğu doldurduklarını düşünüp... Kendi pisliklerini benim temizlememi beklediler...

Bazen bazı rüyalar görüyorum... Çok uzak bi diyarda bacak boyunda bir çocuk var... Kocaman bir adamla güzeller güzeli bir kadının oğlu... Bir hayalperest... Küçük bir çocuk belki de sadece... Sonra uyanıyorum ve tüm rüyayı unutuyorum... Ya da sadece unuttuğumu söylüyorum inansınlar diye... Daha önce de dedim ya ben ev olgusunu unutalı çok oldu... Ailemin beni okulun ilk gününe gönderdip dönmemi beklediği yerden taşınalı çok oldu... Kendimi huzurlu hissettiğim son yerden taşınalı çok oldu... Şimdi sadece bir perde, bir sahne ve ben; başrol oyuncusu, Dante'nin ta kendisi! Üç diyara da yolculuk ettim, ama üçünde de ben bendim, ben; bu hayata gelmek için savaşan, ben; rolünü çok iyi oynayan, ve ben; insanların kırılmaz, kurşun geçirmez sandığı ben!

Bu dünyaya niye geldim çok da iyi bilmiyorum ama, o amaç her neyse umarım tüm bunlara değer... Tüm umudu geride bırakıp geldim çünkü, bu hayatı yaşamak için...

Şimdilik tüm söylemek istediğim bu.

Perşembe, Temmuz 26, 2007

When Harry Met Sally

" I love that you get hot when it is -71 degrees out. I love that it takes you an hour and a half to order a sandwich. I love that you get a little crinkle in your nose when you're looking at me like I'm nuts. I love that after I spend the day with you, I can still smell your perfume on my clothes. And I love that you are the last person I want to talk to before I go to sleep at night. And it's not because I'm lonely, and it's not because it's New Year's Eve. I came here tonight because when you realise you want to spend the rest of your life with somebody, you want the rest of your life to start as soon as possible."

Cüzdanımın içindeki bir kağıt parçası ve bir köşesinde yazan replik... Sadece tek bir şey diyebiliyorum çünkü aslında pek bir şey de demek gelmiyor içimden. Ben içimdeki tüm duygulara sırt çevirip saf masumiyete inanmak istediğim zaman çıkarıp bunu okuyorum, her şey karanlıkken, darken bunu okuyorum... Bu benim inanmak istediğim, çocuklarımı içinde yaşatmak istediğim dünyayı başlatan şey belki de... Tek diyebildiğim; "teşekkür ederim!"

Eğer hiç bir şey anlamadıysanız lütfen bir alt yazıya geçin, hiç bir şey zaten sizin anlayışınıza yönelik dizayn edilmemişti...

Perşembe, Temmuz 05, 2007

Ordan Burdan...

Bu yazıyı ilginç bir halde yazıyorum... Öyle ki ilk birkaç dakikam blogger url'sini düşünmekle geçti... Kafam mı güzel? Yazmayalı çok mu oldu? Bilmiyorum...



Bakıyorum çoğu yazımın çoğu kelimesi "bilmiyorum". Gerçekten de bilmiyor muyum? Bilmiyorum... Bazen kafam çok fazla karışıyor işte sadece... Tüm dünya ayağa kalkmış üzerime gelirken kafam karışıyor... Belki de dünya üzerime falan gelmiyor, yalnızca ben abartıyorum, bilmiyorum...



Ama sadede doğru yol almak istiyorum ki sadedin, bağlamaya çalıştığım yerin dahi neresi olduğunu bilmiyorum aslında... Ama ne yapacaksam çabuk yapmalıyım... Bu alkol kanım vasıtasıyla tüm vücuduma yayılıp klavyeyi görmemi engelleyince pek de bir yerlere varamayacağım galiba...



Kuzenim blogu için öksüz diyor bu arada bak aklıma geldi... Benimki onunkinin yanında tam öksüz... Ne ben yazıyorum, ne Godina hanımlar her zamanki yorumlarını yapıyorlar ne de Dou beyler veya Cerosh hanımlar... Hatta hiç birisi de yok piyasada bu aralar... Kim bilir belki de hepimiz topluca ölmüşüzdür an itibariyle? Ya da sadece ben ölmüşümdür... Hımm... Araştırılmalı acilen...



Bu aralar standart sıkıntımın yanında bir takım daha sıkıntı var içimde, bilmiyorum nedir? aslında belki de biliyorumdur, biraz düşüneyim... Yok yok, kesin bilmiyorum... Ama artık gerçekten çok sıkıldım buralardan... Barış yüzünden büyük yolculuğumuz da iptal oldu zaten...(ve bu Ece'yi tahmin bile edebileceğimden çok sevindirdi, hımm...) Üstüne üstlük bir de hava sıcak evde öylece oturuyorum klimanın altında testical kebab... Bundan memnun muyum? Hayır!!! (öyle bir cevap veriyorum ki sanırsın 50'lerin NBC yarışması 21'de 11 puanlık soruya cevap veriyorum...) Tabi ki de memnun değilim... Rüzgarı saçlarımda hissetmek istiyorum... Kendime yeni yolculuk partnerleri bulmalıyım( bir yerlere yaz-ki yazdın da zaten az önce...)



Bu paragrafla diğeri arası saydım tam olarak 23 dakika geçmiş, Ant başta olmak üzere msn kişileri nedeniyle... (direk de atarım suçu-bu kadar olamaz...) Bunu neden söyledim? Mesela siz de okurken burda gidip nescafe yapın, ama nestle'nin olandan değil davidoff olsun, sakın da starbucks'da satılan gerizekalı kahveler gibi olmasın, adam gibi hatta mümkünse zift gibi olsun ve mümkünse pipetle değil, ağzınızla için...



Bu arada bu paragrafla bir önceki arasında geçen sürede de karar verdim(approx. 15 dk) Marmaris'e yazlığa gidicem, hatta gerekirse yalnız gidicem (nasıl olsa mangal ekürisi aynen orda)... Çünkü GERÇEKTEN-ÇOK-SIKILDIM-KIÇIMIN-ÜSTÜNDE-OTURMAKTAN!!! Öhöm...



Bir de bu aralar muallaktayım... İstanbul'a taşınmayı istiyorum, ama sadece İstanbul olduğu için... Kıbrıs'ta kalmayı istiyorum, okulumun bana yararları için... Hoş şimdilik ne kalkıp Kıbrıs'a gitmeyi istiyorum, ne de İstanbul'a gitmek için derslere kasmak istiyorum... Oturuyorum kıçımın üstüne...



Shimdi uykhum gelmeye bashladı... Janım da pek sıkılıyo... Kafam da güsel... -Iyygh nefret ediyorum sizden!.. Aslında yalnızca sizden değil; babasının parasıyla piç olmaya çalışanlardan, piç olmaya çalışan kızlardan, mekanlarda kendini dağıtan tiplerden, otobüslerde "aile var" diyenlerden, ben o müziği dinlemem diyenlerden, kıçıyla içki içenlerden, bununla gurur duyanlardan, sigara içip bununla gurur duyanlardan, cigara içip bununla gurur duyanlardan, daha aslında saymaya kalksam 100 tane post'u doldurucak kadar tipten, alayından nefret ediyorum da aklıma şimdi gelenler bunlardı...

Aynaya bakıyorum... Sıcaktan isilik olmuş sağım solum... Gerçekten sevmiyorum bu havaları... Bir çare düşün Cenk, bir çare düşün... Biri bişey demişti... "bişey bişey bişey bişey(buralarını hatırlamıyorum) bir sivilce bozar güzelliğini" Hah! Nasıl da hatırladım?! Neyse, güzelliğimi bozan bişey yok da sıkıntı veriyor işte sadece...



Galiba bu yazıyı uzattım... (ya da aslında uzatmadım-ki blog benim zaten!) Buralarda bir yerde keseceğim zaten... Uzaylılar var mı, alkol bana zararlı mı, beni arayan var mı ki bulan olucak? Sorularına cevap aramalıyım... Şizofrenim üç level daha alıp da büyürken ve siz de yavaş yavaş uyuklarken monitör başında size bir anda aklıma gelen şu replikle farewell diyorum... Belki ben de aynı şeyi yaşıyorumdur...



"Flux Kapasitörü!!! Evet, başımı çarptığımda tam olarak aklıma gelen buydu Marty!"



P.S. "Houston, bir sorunumuz var"da diyebilirdim ama bu aralar sevdiğim sci-fi filmi o değil,bu...

Pazar, Temmuz 01, 2007

Dünyanın Ucunda

Tam dünyanın ucunda durdu çocuk. Aşağı bakmaya cüret edemezdi, yukarıya hiç... Sadece durdu öylece çocuk... Abaküsler vardı aklında, alfabeler vardı... Ön sırada oturan saçları örgülü kız vardı... Yeni ayakkabıları vardı, tertemiz pasparlak ayakkabıları... Şimdi çamurla kirlenmiş ayakkabıları... Bacakları vardı aklında... Bembeyaz, rüzgarda koşan bacakları... Şimdi yaralarla parçalanmış bacakları...

Dünyanın tam da ucunda durdu çocuk... Üstündeki kazağı vardı aklında... Annesi gibi kokan kazağı... Onu koklarken gözlerini kapatırdı hep ama şimdi gözlerini kapatmaya cesareti yoktu... Hele açmaya hiç... Gözlerini kısıp güneşe bakarken gelecek vardı çocuğun aklında... Ama ne geleceği düşünmeye mecali vardı, ne de geçmişi hatırlamaya... Hele bugünü yaşamaya hiç...

Dünyanın ucunda dururken düşündü çocuk... Aklında büyük büyük insanlar vardı... Onu görmeyen insanlar, bir yerlere koşan insanlar, çirkin insanalr, güzel insanlar, iyi insanlar, kötü insanlar... Hiç birinin peşinden gitmeye niyeti yoktu çocuğun, yerinde durmaya hiç...

Dünyanın ucunda durdu çocuk... Aklında binlerce olasılığın en olmazı vardı belki... Binlerce yolun en çıkmazı... Dünya neydi ki zaten? Dünya onun için ne biçimdi? Tüm yollar Roma'ya çıksa onun için ne fark ederdi? Evinin arka bahçesine çıksa ne fark ederdi? Yüzünü buruşturdu çocuk...

Kendi diyarında bir kraldı çocuk... Savaşçıların en heybetlisi, yiğitlerin en yiğidi... Kendi diyarında bir kraldı o... Kendi hayallerinin kahramanıydı... Düyanın ucunda bir kraldı çocuk, belki de bir dilenciydi... Aslına baktığımızda onun için ne fark ederdi ki?

Ellerini açıp ellerine baktı çocuk... Kirli ellerine baktı... Annesi onu böyle görse ne derdi? Hayır, görmemeliydi, hemen soktu ellerini cebine...

Tanrı'nın sınırlarında durdu çocuk, tam dünyanın ucunda, evinin bahçesinde, yakıcı güneşin karşısında durdu... Ağzını açtı bağırmak için, sesi çıkmadı... Denemekten vazgeçti çocuk... Belki de geçmedi ama hiçbirimize söylemedi...

Pazar, Haziran 24, 2007

Distorted Waves

Nasıl olduğumu şu an nasıl açıklasam ki size? Ya da açıklasam mı ki acaba? Kesin bir yargım yok bu konuya ama canım konuşmak istiyor işte... Kafamın içinde distortionlı gitarlar çalınıyor sanki, göz bebeklerim bağırarak patlamak istiyor ama ben yalnızca yerimde oturuyorum, çok sinir oluyorum...


Bu aralar gitmek istiyorum, gidemiyorum... Elim kolum bağlı mı? Kİm bağlıyor, neden gidemiyorum? Bilmiyorum...


Uykusuzluktan kan çanağı olmuş gözlerimi ovuşturuyorum şimdi ve bana yorgun olduğumu hatırlatıyorlar... Hatta tüm bunlar bana eski bir şarkıyı anımsatıyor...


"Hepsiyle savaşacağım...
Yedi ulusun ordusu tutamadı beni...
Arkamda zaman geçirerek kendilerini parçalayacaklar...

Ve geceleri kendimle konuşuyorum,
Çünkü unutamıyorum...
Aklımın içinde ileriye ve geriye
Bir sigaranın ardında...
Ve gözlerimden gelen mesaj
Bırak gitsin diyor...


Hiç bir şey duymak istemiyorum!
Herkesin anlatacak bir hikayesi var...
Cehennemin köpeklerinden İngiltere kraliçesine kadar
Herkes her şeyi biliyor...


Ve eğer gelirken yolda onu yakalarsam
Sana getireceğim...
Biliyorum duymak istediğin bu değil ama
Ben tam olarak böyle yapacağım...
Ve kemiklerimden gelen bir his
Artık bir ev bul diyor...


Witchita'ya gidiyorum...
Bu operadan çok, çok uzağa...
Samanı çalıştıracağım
Tüm deliklerimden ter gelene kadar...
Ve Tanrı'nın önümde kanıyorum, kanıyorum, kanıyorum...
Tüm kelimeleri kanatıp akıttığım zaman
Şarkı söylemeyi keseceğim...
Ve kanımdan çıkan buharlar
Artık eve dön diyor..." (*)



Her zamanki gibi siz sevgili okurlar için bir çeviri yaptım şarkının kendisini yazmak yerine... Bu şarkıyı şu an çevirip çevirip tekrar dinliyorum... Çünkü her satırda bağırarak söyleyecek bir şeyler bulabiliyorum... Bu aralar o kadar yorgunum ki... Gerçekten de artık evi bulmalıyım... Ev nerde? Nerde? Evde kim var? İnanın hiç birini bilmiyorum... Son baktığımda orada duruyordu öyle hatırlıyorum...


Ama dedim ya çok yorgunum eve ihtiyacım var... Sonunda gözlerimi kapatabileceğim bir yere ihtiyacım var...


Belki de hiç bulamayacağım evimi... Belki ben çok önceleri evimi yaktım, belki de evim çok önceleri beni içinden attı... Belki ben evimi sokağa attım, belki evim benden bıktı ve beni çöplerle birlikte dışarı çıkardı... Belki de ben sadece evimi kaybettim...



Aklım çok karışık bugünlerde... Tek bildiğim artık kendimi taşıyamadığım yollarda... Aklımın kıvrımlarında kendime yol gösteremediğim... Artık hiç uyuyamıyorum... Aynı düşüncelerle uyanacak olmaktansa uyumayıp hep düşünüyorum... Bir gün bir yerde buluşucam tüm kaybettiklerimle...

Ve şimdi gidiyorum bu operadan çok, çok uzağa... Kendim dışında her şeyden kurtulabilmek için... İzninizle...

(*)Seven Nation Army-The White Stripes



Perşembe, Haziran 21, 2007

Farewell Mates...

Ne kadar zaman oldu Kıbrıs'a gideli ben? Hatırlamıyorum pek ama gittiğim günü adım gibi hatırlıyorum... Babam vardı işte, ilk gece hayatımızda kaldığımız en kötü otelde kaldık, ikinci gece daha da kötüydü yurt odasında sonraki üç ay için babamla son kez aynı yerde kaldık, ve sonraki gece daha da kötüydü hayatımda ilk kez ailemden kilometrelerce uzakta yattım... Neyse, bu pek de önemli değil demeliyim burda yazının selameti için ama demiyeceğim... Çünkü ne bileyim işte düşünüldüğü kadar kolay olmuyo bazı şeyler...


İlk dönemler cehennem gibi sıkıcıydı işin doğrusu... Tüm dostlarımdan, ortamımdan, bildiğim topraklardan koparılmıştım çünkü... Çok rahatsızdım, ne bileyim seviğim insanlar yanımda değildi, pişmanlığım vardı, huzursuzluğum vardı... Bu yüzden hayatımda bolca şarap ve vodka vardı... Yeni yeni baş gösteren insominam vardı falan filan işte... Zaten o dönemlerde yazdığım yazılarım da pek çok şeyi açıklıyor... Neyse sonraları hayallerimle tanıştım... Kimilerinin nefret ettiği şu kör hırsımla tanıştım... Bir oku yaydan hedefe fırlatınca okun yön değiştirmden gitmesi gerektiğini öğrendim... Öyle bir hırstı ki bu gözlerimi kapatmayı öğrendim tüm canımı sıkan olgulara karşı... Ama sadece hırsım oralarda yaşamama, kendimi korumama, aklımı yerinde tutmama yardımcı olamazdı tabi ki( aklımın pek de yerinde olmadığı doğru olabilir, ne olmuş ki?)... Bu yolda edindiğim birkaç önemli dostum da her zaman istese de istemese de,ben istesem de istemesem de yanımdaydı... Bu yazı belki de onlara bir tribute olmalı bilmiyorum ama birkaç fotoğrafla devam etmek istiyorum...



Atıl... Vazgeçilmez dostum Kıbrıs'taki... Özellikle o ikişer şişe şarabı içtiğimiz geceki halimizden sonra daha da birer kardeş gibi olmuştuk... Bu da çizim dersi maceralarımızdan birisi... De o bıyıklar ne be abi? Soğuktan korunmak için yapmış olmalıyız gerek diyorum ve muhabbeti bağlıyorum... Ama hiç unutamam kütüphane, elektronik müzik, akdeniz 412, atıl, ben, muhittin böcek, hiç unutmayacağım be dostum... O şarap şişelerini, -3 derece havada donmadan t-shirtle duruşumuzu unutmak mümkün mü? Zaten daha senelerimiz geçicek oralarda...








Soldan başlayarak; Ali Galip, Erkin, Nevzat ve Mert. Erkin zaten oda arkadaşım... Hayatımda ilk kez aynı adamla aynı odada bu kadar uzun süre yattım, tüm acılarımı paylaştım ve onun tüm acılarını da tabi... Nevzat ve Mert baş arızalar zaten her konuya arıza çıkarmalarıyla ve Ali Galip... Onu anlatmam çok zor... Nefis adam Atıl'ın deyişiyle... Geç bulunan dostlardan kendi deyişiyle de...Mafya, Bebek, Al Capone, şişman, aşçı falan filan... Zaten şu an tek aklımda olan bana veda ederkenki son sözleri; "Oğlum Cenk lan... Gömse miydik sence?"...


Bu da Yasin... Aslında Yasin'le ilgili de pek çok şey söyleyebilirim ama kısa keseceğim... Nasıl anlatsam... Çok kavga etmişliğimiz, fikirlerini çok dışlamışlığım vardır kendi bünyemden Yasin'in ama ne bileyim belki Doğuş'un dediği gibi ortak geçirdiğimiz vakti bir kenara atamayız... Kaleci Wakabayashi, Kakashi'yi Gaara döverin Kakashi destekleyicisi(ben tabi ki her zaman Gaara döver diyorum, döver de...), tembel adam, 2 de kahvaltı eden koala, iş yaptırmayı seven insan( bu son 3 özellik yüzünden bi gün bi temiz dövücem o ayrı...), yedek anime partnerim ve daha bir sürü şey... ( Ayrıca bleach çok kral anime oğlum laf ettirmem hadi ordan!)
Ve bu da Ajdar'ların sonunusu Doğuş... Burada bir kimya lab. maceramız sırasında aldığımız bir görüntüyü göstermek istedim... Doğuş'la da o kadar çok hayalimizi paylaştık, geceler boyu o kadar çok konuştuk ve bana o kadar çok ingilizce ödevini yaptırdı ki ne kadar anlatsam az okuyucular... Sabahladığımız ve ders çalışmadığımız her sınav öncesi gece için kendisine lanet ederken onun da şu sözleri kulağımda; "Eh be abi şu hocalar not düşse ya şu defterlere; eğer finaller için son gece sabahlıyosanız buralara çalışmayın, zaman kaybedersiniz burdan sormayız... Valla hepsini çalışırsak bitmez oğlum Cenk..."



Resimleri olmadığı için buraya koyamadığım Ajdar'lardan da özür diliyorum... Yoldaşlarımız Makine'nin ilk 11 Ajdarlarından; Özgün,Cemal,Bilge,Ahmet,Seçkin ve diğerleri... Hepinize eyvallah, hepinize teşekkürler... Neden mi? Bu noktada bir soru daha soracağım çünkü bir sonraki bu cevap iki sorunun cevabı... Neden bu adamları yazdım bu kadar uzun? Neden Barış değil? Pis 7'li değil de Kıbrıs'taki dostlarım? Çünkü ben bu adamlarla yalnızlığımı paylaştım... Biz bu adamlarla evlerimizden uzakta birbirimize destek olarak yaşadık... Yeri geldi paramızı paylaştık, yeri geldi yemeğimizi, yeri geldi derdimizi... Hepinize eyvallah beyler, hepinize teşekkürler yanımda olduğunuz ve olacağınız için o kilometrelerce uzaktaki topraklarda...


Ve son olarak da Kıbrıs'ın ilk senesine veda... Yine başlangıçtaki gibi babam vardı yanımda... Ama bu sefer o ücra otelde değil Girne'de çok güzel bir oteldeydik... Yine de ne fark ederdi ki? Kıbrıs'tan gidiyordum kısa bir süre için ve yanımda en yakın dostum vardı... Korkularım geçici de olsa geride kalmıştı... İşte o son haftasonundan bir görüntü... Niye koyuyorum bilmiyorum ama "madem Girne'deyiz, güneş, deniz, liman falan filan... Neden sarhoş olmuyoruz ki?" adını verdiğim bu çalışmayı da sizle paylaşmak istedim...



P.S.: Babam da ben de kör kütük sarhoştuk... Ve evet ayrıca göbeğim var ama onunla ilgili bakım-onarım çalışmalarım başladı...

Dükkanı Açtık Yeniden...

Amanın da!!! Teeeaaah en son ayın bilmemkaçında yazı yazmışım ben buralara... Şimdi de teee ayın kaçları olmuş... (Evet aslında tarihler üzerinde kesin bir yargım olmadığı için böyle salak cümleler kuruyorum sevgili okuyucular...) Ama sonunda silkindim ve kendime geldim! Hemen şimdi başlıyorum yeniden yazmaya tabi henüz okumadıysanız geride kalan kırk küsür yazıyı okuyarak başlayabilirsiniz hemen ben yenilerini yazadurayım...

Bir de bloguma ilk kez girdiyseniz ve benle bi ilginiz yoksa bana karşı bi gıcığınız varsa falan salak salak commentler bırakmayın,yayınlanmaz zaten, anlamadığınız yazılara balık balık bakarken klavyelerinize salya akıtmayın ok? Biraz sert oldu ama sevgili okuyucu sıkıldım bu bana küfreden gizemli comment yazarlarından yahu... Bir de sırf beni gıcık etmek için blog açıp hevesi geçinceye kadar yazı yazanlar var onlara da şiddetle güldük gençler hadi bakalım...

Neyse uzun lafın daha da uzunu; yeniden klavyemin başındayım galiba biraz daha içimdekini akıtmak ya da geyik yapmak için...

Cuma, Haziran 08, 2007

Hiç Bir Şeyin Önemi Yokmuş Gibi Devam Et...

Yine müzik dinleyip yolda boş boş yürürken aklıma yine bikaç düşünce aynı anda doluştu... Öyle dalgın dalgın yürümeye devam ettim aklımda dönüp duran bir sürü şeyle yine...


Anne, seni ağlatmak istememiştim,
Eğer yarın bu zamana dönmezsem
Hiç bir şeyin bir önemi yokmuş gibi yaşamaya devam et, devam et...
Vakit çok geç, zamanım doldu
Bu düşünce beni titretiyor
Tüm vücudum ağrıyor...
Elveda herkese, gitmeliyim...
Hepinizi geride bırakıp gerçekle yüzleşmeliyim
Anne, ölmek istemiyorum...
Bazen keşke hiç doğmasaymışım diyorum...(*)


Tabi aslında şarkı ingilizce ben sizin için ufak bir çeviri yaptım, neyse konumuz bu değil şimdi...

Bazen düşünüyorum da Sofokles o kadar güzel söylemiş ki "Belki de hiç doğmamış olmak bahşedilebilecek en büyük lütuftur..." diye... Bu sözün üzerine laf bile edilmez aslında ya yine de var bir iki lafım... Düşünmeye devam ediyorum yürürken... Bu kadar acı, bu kadar üzüntü veya bu kadar sevinç neden diye... Sorgulamıyorum, yalnızca düşünüyorum... İnsan yüzü neden asılır ki? Kimse bana burda nasihat veren yorumlar yapmasın şimdi yayınlamam çünkü... Yok üzülmezsek sevinemeyiz ki bilmemne... Düşündüğüm şey çok farklı... Bilmiyorum işte ya... Yürümeye devam ediyorum...

Yine çok yorgun, durgun dönemlerimden birindeyim... Bohemian Rhapsody çaldıkça sevdiklerimi, dostlarımı, biraz da şarkıdan dolayı annemi düşünüyorum belki... Gerçekten de onu ağlatmak istemezdim, gerçekten eğer yapmışsam kimseyi hayal kırıklığına uğratmak istemezdim, elveda demek istemezdim kimseye, ölmek istemezdim, kimse ölsün istemezdim, kimseyi bırakıp gitmek, kimseden ayrı kalmak istemezdim... Ama hayat bu, seçim bu, yol bu işte... Küçük bir çocuk gibi buna mızmızlanmak yerine bir şeyler yapabilmeyi isterdim ya, elimden ne gelir ki?

Hayallerime karşı koymak elimde mi? Dünyayı ekseninden, yörüngesinden çıkarmamak elimde mi? Bence değil... Hepimizin bir doğum amacı varsa ben benimkinin ne olduğunu az çok tahmin edebiliyorum... Bunu yaparken herhangi birini üzdüysem üzgünüm, yarın gidiyorsam üzgünüm, eğer bir daha yüzünüzü göremeyeceksem üzgünüm... Anne... Üzgünüm gözlerinden gelen yaşlar için... Üzgünüm... Belki bir gün, ölene dek yollarımızı ayıracağım için bazılarınızla... Gerçekten üzgünüm hep dediğim gibi daha basit biri olamadığım için... Ve eğer bazıalrınız için umudu kaybettiysem, umut edecek kadar bile değeriniz yoksa sizin için de üzgünüm... Üzgünüm, kendim için... Bu dünyaya doğduğum için... Kocaman boyumdan bile daha uzun hayallerle tutuştuğum için... Ama mutluyum da... Baba... En yakın dostum... Mutluyum... Sana verdiğim tüm sözleri tutacağım için... Anne, mutluyum... Her damla göz yaşın için kendimi hayallerime daha da adayacağım için... Ve yollarda geride kalan dostlarım, mutluyum... Çünkü ölüm var en sonunda ölüm! Biz onu sevinçli kucaklarla karşılarız... Bizi o ağacın altında buluşturacağı için... Umarım o kadar beklemek zorunda kalmayız... Ve mutluyum... Bu dünyaya doğduğum için... Bana kocaman boyumdan daha büyük hayaller kurma fırsatı verildiği için... Mutluyum, kendim için... Belki yarın yine kalkıp gideceğim için... Çünkü hayat bu, seçim bu, yol bu işte...


Anne, eğer yarın bu zamana dönmezsem hiç bir şey olmamış gibi yaşamaya devam et, devam et...

(*) Bohemian Rhapsody - Queen

Perşembe, Haziran 07, 2007

Post Mortem

Ölüm; basit olgu aslında düşününce... Bununla ilgili daha önce bir kaç defa yazdım... Ama merak ediyorum öldükten sonra ne olur acaba diye? Belki hepimiz o hikayedeki yaşlı cüce Flint gibi en sevdiğimiz ağacın altında oturup dostlarımızı bekleriz, belki Raistlin gibi sonsuza dek uyuruz... Bana kalsa ben Flint gibi beklerken elimin altında şarap şişem kulağımda kulaklıklarım oturup müzik dinlerim... Kaç yıl sürdüğünün pek de önemi yok... Hem duyduğuma göre orda zaman hızlı geçermiş... Zaten tanışmaya can atacağım bir sürü insan olacağından da eminim...

Sonra yine birlikte çıkarız yola yol arakdaşlarımla... Yine birlikte adımlarımızı atarız... Zaten onları yanıma bağlayan yeminlerinden dolayı yanıma gelmeleri pek de uzun sürmez... Belki çok istediğim sepetli motorum da olur bu sefer... Biner ve patırdayan motorun gürültüsünde yine gün batımına yol alırız... Yolda Sem Amca ve Edward'ı görürüz belki... Onlar da yolcu ya zaten? Onlar da yine yollarda 17 yaşında İzmir delikanlıları... Nasıl derdi Mazhar şarkıda? "Biraz deniz, biraz uyku... Bütün istediğim buydu..." Buluruz kendimize yine bir kumsal ve yine uzanırız kumlara yıldızlara bakarken yine gökleri izleriz ve yarın şarabı nerden alacağız diye düşünürüz... Eğer bazılarının anlattığı gibi cennet insanın en güzel anının tekrar tekrar yaşamasıysa bu cennet olur... Şayet bizi haklı sebeplerden cennete almazlarsa da cehennemi deneriz bu sefer... Ne fark eder ki?

Post Mortem benim için bunu ifade ediyor düşününce galiba... Bilmiyorum hiç biri olmayabilir de... Ha, ilk gidince Tanrı'ya iki çift lafım var sormak istediğim o ayrı...

Bir de acaba giderken öldüğüm gibi mi gideceğim? Post Mortem de vücudun katılaştığını var sayıyorum, bir de belki istediğimiz gibi ölemeyiz? Yüzümün katı olmasını ve ifadesini kaybetmesini istemem, ve eminim çok bozulurum, badi de bozulur tabi ki... Ne de olsa Marilyn Monroe ile falan tanışacağız...

Eğer ölüm hayatta yaşayamadığım tek maceraysa ölüm insanın yaşayabildiği en büyük macera olmalı... Çünkü yaşayabilmek için tek şansın var bunu... Ne güzel ironi? Ölümü yaşamak... Ama bence bu çok doğru, kelimelerin önemi yok... Bu son bir maceraysa bırakalım da post mortem en şanlı maceramız, en büyük yolculuğumuz olsun vakti gelince...

Çarşamba, Mayıs 30, 2007

Düşçü...

Ben genelde sevdiğim, anlık duygumu en iyi yansıtan şarkılarla giriş yapmayı severim... Ama bu sefer bi şarkı yerine sevdiğim bir yazarın sözleriyle giriş yapmak istiyorum...

"Bir "düşçü" olarak hatırlanmak isterim- kendisinin ötesine gidebilmek, etin ve kanın ötesine gidebilmek, hatta yaşamın ötesine gidebilmek ve böylece düzensiz gibi gözüken bir evrende, bir çeşit düzen yakalayabilmek için hayalgücünü kullanan bir düşçü. Hayalgücümü bir anlam vermek için kullanıyorum..." -Clive Barker

Neden mi bununla başlamak istedim? Bilmiyorum... Daha doğrusu bazen bazı yerlerden ilham alıyorum yazmak için bu sefer de ilham Barker üstattan geliverdi işte...

O kadar güzel söylemiş ki aslında ifade etmek istediklerini... O sözlerin içnde kendime de anlamlar buldum... Etin ve kanın ötesine gidebilmek... Bu ölümsüzlüğün ta kendisi değil midir?

Hep anlatır dururum büyük düşlerimi... Hep onları bir sonuca bağlamaya çalışırım... Bazen düşnüyorum galiba sonuç bu, varmak istediğim nokta bu... Bir anlam verebilmek... Sınırsız bulduğum hayalgücümle bir anlam verebilmek... Kendimin ötesine geçmek belki gerçekten, Büyük Yaratıcı'ya biraz olsun yaklaşabilmek...

Katillerin ünlü sözlerini okumuştum bir yerlerde... Birisi demiş ki; "Kurbanım olan kadının boğazına yaslanıp da bıçağı elime aldığım an, işte o an Tanrı benim!! Neden mi? Çünkü yaşama veya öldürme yetkisi benim elimde, benim kararım dahilinde..." Çok düşündüm bunu... Ne kadar da sapıkça bir düşünce... Ama yine de bir yerde Yaratıcı'ya yaklaşma çabasını takdir ediyorum... Çünkü bu çaba Yaratıcı'yı nasıl algıladığımıza göre değişir ve bir katilin nasıl algıladığını da böyle görebiliriz...

Ben Tanrı'yı oynamak istemiyorum... Bunu kim ister ki? Benim istediğim şey; beni yaratanı geçmekten çok O'nun diğer yarattıklarını geçmek... Neden mi? Eğer hepimiz eşit yaratıldıysak neden mi bu geçme çabası? Belki bilmiyorum, belki çok iyi biliyorum tam olarak bir fikrim yok. Ama bir anlam yüklememe gerek de yok, tek istediğim sınırları zorlamak ve bu dünyaya gelişime bir anlam vermek... İşte hayallerimin başlangıç noktası... Aklımda dönüp duran binlerce, milyonlarca düşüncenin çıkış noktası... Neden mi? Çünkü ben bir düşçüyüm...

Pazar, Mayıs 27, 2007

Çırpındıkça Batan Bir Rüya Bu...

Yeşil bir deniz, uçuyor duvarlardan...
İçeriye yıkılıyor camlardan sarhoş bir rüzgar
Zemin; düşen bir tarla...
Beyaz gölgeler içimde çemberler çiziyor...
Beklenti...

Batan bir dünya bu...
Yıpranmış çamların ardında, her bir evin kafatasında
Fırıl fırıl dönüyor kör bir öfke...
Batan bir dünya bu, bir kuşkuyu alıyor ellerime
Batan bir dünya bu, etime...

Yanıp yok oluyor bir cümle
Tümce doğuruyor...
Bense bir desenden başka bir şey değilim
Balık sırtına çizilmiş...


Batan bir dünya bu, batmış etime...
Yağmur sonu birikintilerde yüzen bir balık...
Sırtına çizilmiş...
Batan bir dünya bu!
Batmış etime...


Bense bir balık sırtına çizilmiş bir desenden
Bir de senden bir desene...
Bir de sensen...
Sen desen, ben başka bir şeysin...


Yırtıldıkça bütün mavilerin turuncuları
Kayboluyorsun bu gölgelikte
Sonsuzluktan bahseden gölgelerle...
Sonsuz...


Ölülerin sesleri sonsuz, ardıç kuşunu susturacak kadar...
Sessiz ve derinden, sessiz ve kimsesiz
Kör bir öfke...


Batan bir dünya bu...
Çırpındıkça batan bir rüya bu...


Batan bir dünya bu
Çırpındıkça battığın bir rüya bu...
Detone detone haykırışlarına karışan
Güya bu.(*)

Ben daha ne diyebilirim ki? Siyasiyabend yine... Ve o kadar güzel yazılmış bir şarkı/şiir ki... Dinlerken dalıp gitmemek dalıp gidip kendine geldikten sonra da tekrar dinlememek için başa almamak mümkün değil... Daha denecek şeylerim anlatılacak hikayelerim bile olsa bunun üzerine anlatmak istemiyorum şu an... Çünkü dalıp gitmek istiyorum...


(*)Siyasiyabend-Birdesen