Şimdi susmanızı istiyorum. Susun! Hepiniz. Yavaş yavaş girin hayatıma o dar, küçücük pencerelerinizden. Burun deliklerimden girin, gözlerimden girin, ağzımdan girin kapkara bir zıvananın ucundan geçip de çıkan gri, puslu duman misali...
Şimdi avazınız çıktığı kadar bağırmanızı istiyorum sizden. Bağırın yırtın kendinizi! Yırtın ki daha çok duyurun sesinizi... Daha çok "ben" olmaya çalışın... Ve bir kez daha "ben" olma çabalarınızda girin hayatıma. Şişenin ucundan genzimi yakarak akan şarap misali girin...
Ve irkilin sokaklarda yürürken duyacağınız güçlü bir haykırışla! Boynunuzdaki tüm tüyleri ayağa kaldıracak kadar irkilin... Bomboş bir sokakta yatan bir keş kadar çaresiz hissedin kendinizi, ya da kendi kanının içinde yatan bir serseri... Çünkü hayat bu, bir dakikada biter. Kullandığınız araba bir ferrari olsun, mobilyanız isveç mobilyası, eviniz şehrin en güzel caddesinde olsun, yine de hayat bu ve bir dakika içinde bitiyor, kapatıyor kendini. Ve sistem her dakika kendini tekrar ediyor. Şimdi yine gelin hayatıma, hızlı arabalarınızla, meşhur savlarınızla, güçlü haykırışlarınızla, göz alıcı silahlarınızla, bomboş ithamlarınızla...
Şimdi de bana vurabildiğiniz kadar sert vurmanızı istiyorum sizden.
Dövüş kulübüne hoş geldiniz.
Eğer bu ilk gecenizse, dövüşmek zorundasınız.
Hayatıma hoş geldiniz.
Eğer bu ilk gecemizse dövüşmek zorundayız.
Karanlıktan gelen bir ses, gölgelerden yansıyan bir karanlık sadece buradaki, o kadar...
Cumartesi, Eylül 29, 2007
Cumartesi, Eylül 22, 2007
Bir Kaya Gibi
Soğuk ve ıslak bir akşamüstü
Aşk ve boşluk için yer yok
İtiraf ediyorum ki ölümle dolu bir kitabın sayfalarında kaybolmuştum...
Nasıl da yalnız öleceğimizi
Ve bir tanrının bizim gitmek istediğimiz herhangi bir yere
Huzuru verip vermeyeceğini okuyordum...
Ve ölüm döşeğimde tanrılarla meleklere dua edeceğim
Tıpkı bir dinsiz gibi
Beni cennete alacak herhangi birine dua edeceğim,
Çok önceleri gitmiş olduğumu hatırladığım bir yere...
Gökyüzü yaralıydı ve dünya da siyah
Sonra da sen bana yol gösterdin...
Gün bitene kadar okudum
Ve sonra da tüm yaptıklarım için
Tüm kutsadıklarım için
Tüm yanlışlarım için pişmalık duyarak oturdum...
Ölene kadar gördüğüm tüm rüyalarda
Merak edeceğim...
Senin evinde olmayı isterdim
Odadan odaya sabırlı bir şekilde
Orada seni bekleyeceğim...
Bir kaya gibi!
Orada seni bekleyeceğim...
Yalnız...(*)
Neden bilmiyorum yürürken eve gelip bu yazıyı yazmak istedim bu şarkıyı kafamda defalarca döndürüp yazmak istedim... Alışkanlık olsa gerek... Söyleyecek pek de bir şeyim yok. Düşündüm çevirdim yazdım işte.
Orada bekleyeceğim...
Bir kaya gibi!
(*)Like a Stone-Audioslave
Aşk ve boşluk için yer yok
İtiraf ediyorum ki ölümle dolu bir kitabın sayfalarında kaybolmuştum...
Nasıl da yalnız öleceğimizi
Ve bir tanrının bizim gitmek istediğimiz herhangi bir yere
Huzuru verip vermeyeceğini okuyordum...
Ve ölüm döşeğimde tanrılarla meleklere dua edeceğim
Tıpkı bir dinsiz gibi
Beni cennete alacak herhangi birine dua edeceğim,
Çok önceleri gitmiş olduğumu hatırladığım bir yere...
Gökyüzü yaralıydı ve dünya da siyah
Sonra da sen bana yol gösterdin...
Gün bitene kadar okudum
Ve sonra da tüm yaptıklarım için
Tüm kutsadıklarım için
Tüm yanlışlarım için pişmalık duyarak oturdum...
Ölene kadar gördüğüm tüm rüyalarda
Merak edeceğim...
Senin evinde olmayı isterdim
Odadan odaya sabırlı bir şekilde
Orada seni bekleyeceğim...
Bir kaya gibi!
Orada seni bekleyeceğim...
Yalnız...(*)
Neden bilmiyorum yürürken eve gelip bu yazıyı yazmak istedim bu şarkıyı kafamda defalarca döndürüp yazmak istedim... Alışkanlık olsa gerek... Söyleyecek pek de bir şeyim yok. Düşündüm çevirdim yazdım işte.
Orada bekleyeceğim...
Bir kaya gibi!
(*)Like a Stone-Audioslave
Çarşamba, Eylül 19, 2007
Belki İlk Belki Son
Yeni kararlar aldım hayatımda... Bunu belki de ilk söyleyişim değil burada bilmiyorum... Aslında nasıl anlatacağımı da bilmiyorum ki... Aldığım kararlar bir anda hayatımı değiştirecek şeyler değil, ne olduklarını da anlatacak değilim zor çünkü ama bana yaptığı etkilerden bahsederim belki...
Artık susmak istiyorum galiba ya... Çırpınmak bana o kadar da uygun değil artık, soğukkanlı olmak istiyorum. Zaferlerimi içimde kazanıp, yenilgimin yükünü içimde taşımak istiyorum. Hayatımı artık daha sade yaşamak istiyorum galiba. Bunun sağlıksal bir nedeni yok. Tamamen insanın yağlı yiyecekler yemeyi kesip yeni, arınmış bir vücutla yeni bir yaşama başlaması gibi. Üzerime ağırlık yapan insan ağırlığını silkeleyip atmak istiyorum. Bu noktada artık bana ağırlık olan her şeyi silkeleyip atmak istiyorum. Daha nasıl anlatabilirim bilmiyorum ama bu insanın tüm giysilerini çıkarıp koşup suya atlaması gibi. Ölümü beklemekten ziyade onu kucaklamak gibi, yaşamın üzerine çıkıp her şeyi dalgalı denizin ortasındaki kaya misali karşılamak gibi, gündoğumunda oturup güneşin kendi yakıcı üstünlüğünü bir kez daha kanıtlamasını ağırbaşlılıkla izlemek gibi. Daha nasıl anlatabilirim bilmiorum ki? Ama eğer anladıysanız sizin için mutluyum, evet. İşte benim hayatımın yeni gidişi böyle galiba... Devamı böyle.
Belki son yazımdır bu burdaki belki de binlerce daha yazacağım, bilmiyorum. Ama artık susmak istiyorum. Susup dinlemek, durup izlemek, ellerimi kapatıp tartmak. Düşünüp konuşmak yalnızca. Çok endişe etmemek ama her şey hakkında düşünmek hep yaptığım gibi.
Belki de bilenler, tahmin edenler olucaktır neyden bahsettiğimi. Son bir şey söyleyecğim galiba... Bahsettiğim şey o kadar gerçek ki doğru olması için bir sebep yok, ve o kadar doğru ki cesaretle söylenmesine gerek yok. Her şey benimle başladı, ve benimle bitene kadar da böyle gidecek umarım. Nokta
Artık susmak istiyorum galiba ya... Çırpınmak bana o kadar da uygun değil artık, soğukkanlı olmak istiyorum. Zaferlerimi içimde kazanıp, yenilgimin yükünü içimde taşımak istiyorum. Hayatımı artık daha sade yaşamak istiyorum galiba. Bunun sağlıksal bir nedeni yok. Tamamen insanın yağlı yiyecekler yemeyi kesip yeni, arınmış bir vücutla yeni bir yaşama başlaması gibi. Üzerime ağırlık yapan insan ağırlığını silkeleyip atmak istiyorum. Bu noktada artık bana ağırlık olan her şeyi silkeleyip atmak istiyorum. Daha nasıl anlatabilirim bilmiyorum ama bu insanın tüm giysilerini çıkarıp koşup suya atlaması gibi. Ölümü beklemekten ziyade onu kucaklamak gibi, yaşamın üzerine çıkıp her şeyi dalgalı denizin ortasındaki kaya misali karşılamak gibi, gündoğumunda oturup güneşin kendi yakıcı üstünlüğünü bir kez daha kanıtlamasını ağırbaşlılıkla izlemek gibi. Daha nasıl anlatabilirim bilmiorum ki? Ama eğer anladıysanız sizin için mutluyum, evet. İşte benim hayatımın yeni gidişi böyle galiba... Devamı böyle.
Belki son yazımdır bu burdaki belki de binlerce daha yazacağım, bilmiyorum. Ama artık susmak istiyorum. Susup dinlemek, durup izlemek, ellerimi kapatıp tartmak. Düşünüp konuşmak yalnızca. Çok endişe etmemek ama her şey hakkında düşünmek hep yaptığım gibi.
Belki de bilenler, tahmin edenler olucaktır neyden bahsettiğimi. Son bir şey söyleyecğim galiba... Bahsettiğim şey o kadar gerçek ki doğru olması için bir sebep yok, ve o kadar doğru ki cesaretle söylenmesine gerek yok. Her şey benimle başladı, ve benimle bitene kadar da böyle gidecek umarım. Nokta
Cuma, Eylül 14, 2007
Yağmur Düşmüş mü?
Hiç içimde yazasım yokken, gecenin bu vakti bir anda buluverdim kendimi burada... Ben son zamanlarda neler yaptım? Nasıl bir insan oldum? Ne hatalar yaptım? Hayatımda neleri değiştirdim? Ne aldım? Ne verdim? Ben, sadece ben miydim? Ben, içimde yarattığım hayali diyarda saklanıp dışardaki ben'e kendini göstermeyen ben miydim? Ben? Hangi ben? Nerdeydim? Ben, her zamanki ben, ve aynı zamanda hiç olmayan ben...
Yalnız kaldıysan, kalkıp pencerenden bir bak...
Güneş açmış mı? Yağmur düşmüş mü?
Dön bak dünyaya...
Herkes gitmişse, sakince arkana dön bir bak
Dostun kalmış mı? Aşkın solmuş mu?
Dön bak dünyaya
Bir sonbahar kadar yalnız
Bir kış kadar savunmasız
Ya da ilkbaharsan, yolun başındaysan...
Asla vazgeçme, kalkıp da pencerenden bir bak
Güneş açmış mı? Yağmur düşmüş mü?
Dön bak dünyaya...(*)
Oturdum odamda kapım kapalı, ama camlarım açık... Rüzgarı dinliyorum, susturdum dünyanın kalanını, kendimi dinliyorum. Dünyadaki tüm ışıkları kapattım şimdi, ama masamdaki açık... Bana dönük, kendime bakıyorum, yüzüme bakıyorum.
Başım dönüyor ara sıra... Yanlış anlama, sağlıksal bir şeyim yok sanırım. Yalnızca başım dönüyor. Dünyayı durdurup başımı döndürüyorum, o kadar. Kaldırıp başımı haykırıyorum... Korkuyorum ara sıra... Yanlış anlama, göt korkusu değil ki benimkisi. Yalnızca korkuyorum işte. Eğip başımı hıçkırıyorum...
Gökyüzüne bakıyorum başımı yerden kaldırıp... Göğsü yerden hiç kalkamayan solucan gibi hissediyorum kendimi bir anda... Neden mi? O kadar uzun zaman olmuş ki gökyüzüne bakmayalı... İnsan kalabalıklarının içinde hapsolup gözlerimi gereksiz yerlerde gezdirmekten yukarıya bir kez olsun kaldıramamışım... Gökyüzüne bakıyorum dönüp... Kara bulutlar kaplıyor. Küçük bir delik bulmalıyım kendime, yağmur geliyor...
Alice, harikalar diyarına girerken hiç bir şey yoktu ki aklında... Bir beyaz tavşan, bir sabun ve kendisi; Alice. Ardından da küçücük bir kapı bilmediği yerlere uzanan. Atıverdi adımını Alice. Savunmasızdı belki, korkmuştu ya da, sadece giriverdi... Ah Alice... Belki de hiç düşmemeliydin o tavşan deliğinden? Ama öte yandan; Alice, harikalar diyarına girerken hiç bir şey yoktu ki aklında...
Ara sıra telefonumun hoparlörlerim üzerinde yaptığı etki sonucu çıkan sesleri duyup umutlanıyorum... Alıyorum o gereksiz metal ve plastik yığını telefonu elime ve... Yine kötü bir haber, ya da gereksiz zırvalamalar... Aramayan eski dostlar, arayan bir sim operatörü yetkilisi falan filan... Fırlatıp atasım geliyor ama izin vermiyor, modern dünyanın gereklilikleri buna izin vermiyor sanırım. Çok mu abarttım?
Resim diye bir yazı vardı burlarda bir yerlerde, işte ordaki resmi karaladık hep beraber, üstüne de o karaları örtsün diye bembeyaz boyayı atıverdik; şimdiki yaşamımız çıktı ortaya, herkes kafasına göre bir şeyler çizdi üstüne, kafam karıştı.
Akvaryumun dibine çarpıp geri sekmenin hayaliyle bırakıverdim kendimi suya... Bu balık niye öldü diye sorarsın ya kendine o küçük kırmızı balığı akvaryumun yüzünde ölü görünce, öyle bir şey oldu. Özdemir Abi'nin zamanında dediği gibi;
Ölüm gibi bir şey oldu
Ama kimse ölmedi...
Açtım gözlerimi baktım akvaryumun dibindeyim. Çarpıp da sekemedim geriye? Neden ki?
Şimdi dönüp arkama şöyle bir bakıyorum... Dostum kalmış mı? Aşkım solmuş mu? Koca dünyaya, içimdeki o kocaman diyara dönüp de bakıyorum... Kocaman diyara, küçücük penceremden bakıyorum... Gördüklerim penceremle mi sınırlı? Göreceklerim gördüklerimle mi?
Belki de bir ilkbaharım, yolun başında... Belki de ilkbaharız henüz; yolun başında... Birbirimizin yanıbaşında, dünyanın ucunda, ışıkların altında ve yolun başında...
Artık düşünmenin gereği yok... Gözlerimi kapatıyorum yine... Penceremden tırmanmak için... Ah bir boyum yetişse... Ama olsun, gözlerimi kapatıyorum... Hayallerim varken, gerçeğe gerek yok çünkü. Dünya etrafımda hız sınırını çoktan aşmış dönüyor... Çılgın bir şey bu. Ah bir görebilseniz... Ama olsun, şimdi kalkıp da bakıyorum, gözlerim kapalı... Neden mi? Çünkü hayallerim yanıbaşımdayken gerçeklerle işim yok, onlara ihtiyacım yok... Hayallerim bir göz kırpması kadar yakın, gerçeklik bir bardak kahve kadar uzakken, içimdeki boşlukla işim yok benim... Yalnız kalmışken ne güneşe, ne yağmura hiç birine ihtiyacım yok...
(*)Dön Bak Dünyaya-Pinhani
Yalnız kaldıysan, kalkıp pencerenden bir bak...
Güneş açmış mı? Yağmur düşmüş mü?
Dön bak dünyaya...
Herkes gitmişse, sakince arkana dön bir bak
Dostun kalmış mı? Aşkın solmuş mu?
Dön bak dünyaya
Bir sonbahar kadar yalnız
Bir kış kadar savunmasız
Ya da ilkbaharsan, yolun başındaysan...
Asla vazgeçme, kalkıp da pencerenden bir bak
Güneş açmış mı? Yağmur düşmüş mü?
Dön bak dünyaya...(*)
Oturdum odamda kapım kapalı, ama camlarım açık... Rüzgarı dinliyorum, susturdum dünyanın kalanını, kendimi dinliyorum. Dünyadaki tüm ışıkları kapattım şimdi, ama masamdaki açık... Bana dönük, kendime bakıyorum, yüzüme bakıyorum.
Başım dönüyor ara sıra... Yanlış anlama, sağlıksal bir şeyim yok sanırım. Yalnızca başım dönüyor. Dünyayı durdurup başımı döndürüyorum, o kadar. Kaldırıp başımı haykırıyorum... Korkuyorum ara sıra... Yanlış anlama, göt korkusu değil ki benimkisi. Yalnızca korkuyorum işte. Eğip başımı hıçkırıyorum...
Gökyüzüne bakıyorum başımı yerden kaldırıp... Göğsü yerden hiç kalkamayan solucan gibi hissediyorum kendimi bir anda... Neden mi? O kadar uzun zaman olmuş ki gökyüzüne bakmayalı... İnsan kalabalıklarının içinde hapsolup gözlerimi gereksiz yerlerde gezdirmekten yukarıya bir kez olsun kaldıramamışım... Gökyüzüne bakıyorum dönüp... Kara bulutlar kaplıyor. Küçük bir delik bulmalıyım kendime, yağmur geliyor...
Alice, harikalar diyarına girerken hiç bir şey yoktu ki aklında... Bir beyaz tavşan, bir sabun ve kendisi; Alice. Ardından da küçücük bir kapı bilmediği yerlere uzanan. Atıverdi adımını Alice. Savunmasızdı belki, korkmuştu ya da, sadece giriverdi... Ah Alice... Belki de hiç düşmemeliydin o tavşan deliğinden? Ama öte yandan; Alice, harikalar diyarına girerken hiç bir şey yoktu ki aklında...
Ara sıra telefonumun hoparlörlerim üzerinde yaptığı etki sonucu çıkan sesleri duyup umutlanıyorum... Alıyorum o gereksiz metal ve plastik yığını telefonu elime ve... Yine kötü bir haber, ya da gereksiz zırvalamalar... Aramayan eski dostlar, arayan bir sim operatörü yetkilisi falan filan... Fırlatıp atasım geliyor ama izin vermiyor, modern dünyanın gereklilikleri buna izin vermiyor sanırım. Çok mu abarttım?
Resim diye bir yazı vardı burlarda bir yerlerde, işte ordaki resmi karaladık hep beraber, üstüne de o karaları örtsün diye bembeyaz boyayı atıverdik; şimdiki yaşamımız çıktı ortaya, herkes kafasına göre bir şeyler çizdi üstüne, kafam karıştı.
Akvaryumun dibine çarpıp geri sekmenin hayaliyle bırakıverdim kendimi suya... Bu balık niye öldü diye sorarsın ya kendine o küçük kırmızı balığı akvaryumun yüzünde ölü görünce, öyle bir şey oldu. Özdemir Abi'nin zamanında dediği gibi;
Ölüm gibi bir şey oldu
Ama kimse ölmedi...
Açtım gözlerimi baktım akvaryumun dibindeyim. Çarpıp da sekemedim geriye? Neden ki?
Şimdi dönüp arkama şöyle bir bakıyorum... Dostum kalmış mı? Aşkım solmuş mu? Koca dünyaya, içimdeki o kocaman diyara dönüp de bakıyorum... Kocaman diyara, küçücük penceremden bakıyorum... Gördüklerim penceremle mi sınırlı? Göreceklerim gördüklerimle mi?
Belki de bir ilkbaharım, yolun başında... Belki de ilkbaharız henüz; yolun başında... Birbirimizin yanıbaşında, dünyanın ucunda, ışıkların altında ve yolun başında...
Artık düşünmenin gereği yok... Gözlerimi kapatıyorum yine... Penceremden tırmanmak için... Ah bir boyum yetişse... Ama olsun, gözlerimi kapatıyorum... Hayallerim varken, gerçeğe gerek yok çünkü. Dünya etrafımda hız sınırını çoktan aşmış dönüyor... Çılgın bir şey bu. Ah bir görebilseniz... Ama olsun, şimdi kalkıp da bakıyorum, gözlerim kapalı... Neden mi? Çünkü hayallerim yanıbaşımdayken gerçeklerle işim yok, onlara ihtiyacım yok... Hayallerim bir göz kırpması kadar yakın, gerçeklik bir bardak kahve kadar uzakken, içimdeki boşlukla işim yok benim... Yalnız kalmışken ne güneşe, ne yağmura hiç birine ihtiyacım yok...
(*)Dön Bak Dünyaya-Pinhani
Çarşamba, Eylül 05, 2007
Turuncu G.I. Joe Tankı
Çocukluğumdan bir kare var bugün aklımda... Ama çok uzun yıllar öncesinden... Hala bir oyuncak için gerçek anlamda ağlayabileceğim bir yaştan bahsediyorum...
7-8 falan o yaşlardayım... G.I. Joe var, şimdi konusu falan çok aklımda kalmadı, normalde olsa ufak bir wiki araştırması da yapardım bilgi vermek açısından ama bugün amacım bilgi vermek değil, bugün amacım anlatmak sadece, kendimi anlatmak. Neyse, o yaşlarda G.I. Joe figürlerimi çok severdim, sürekli oynardım düğmesine bastığım zaman "You are dead!" diye bağıran komandolarım vardı... Ve bir gün bir oyuncakçıda onu gördüm; G.I. Joe'daki baş kötünün tankını... Kocaman kutusunun içinde kocaman turuncu bir tank... Arkasındaki top bataryasından da su atabiliyor üstelik... Tam 7 yaşındaki bir çocuğun oyuncak komandolarını içine oturtup yeni maceralara sürebileceği türden bir şey. Ve istedim onu annemden, babamdan. O yıllarda gelirleri iyi değildi galiba hatırlamıyorum, almadılar o yüzden... Çok ağladım, reddettiler. Saatler belki günler sürdü bu ağlamam, hepsini çok net hatırlıyorum.
Ve günler geçti, ben her şeyi unuttum, geçti legolarıma bile dönmüş olabilirim, bilmiyorum. Babam bir gün bir seyahatten geldi ve salonda otururken bana gidip gardrobundan bir şey getirmemi söyledi, ne hatırlamıyorum. Gittim, dolap kapağını açtım... Orada duruyordu! Turuncu G.I. Joe tankı, turuncu G.I. Joe tankıM... Nasıl mutlu olmuştum bu sürpriz karşısında bir bilseniz... Aslında bilirsiniz, bir zamanlar çocuk olmuş herkes bilir...
Bugün babam Viyana'dan geldi. İstediğim şeyi getirmesi için çok umutluydum. (Biraz da Yasin'in iddiasından, benim babam hepinizin babalarını döver iddiamdan...) Ama bulamadığını söyledi bir türlü... Herkes dağıldı, tatilden dönüş hediyeleri dağıtıldı ve ben kaldım orda, gitmedim. Bavuldan son eşya da çıkana kadar durdum, gitmedim. Arabanımn bagajı açılana her delik aranana kadar gitmedim... Turuncu G.I Joe tankım dolaptan çıkana kadar bekledim... Çıkmadı. Bir kerelikti o galiba. Olsun... Galiba artık oyuncaklarımın peşinden ağlayacak yaşta değilim. Oyuncak alacak yaştayım, başka yollar düşünmeliyim... Yine de sağol babacım, en azından denediğin için. Ve turuncu G.I. Joe tankı için de sağol, zamanında sana teşekkür edemedim galiba, ufacıktım o zaman...
Çocukuğumdan bir kare aslında bu, hala bir oyuncak için gerçek anlamda ağlayabileceğim yıllardan.
7-8 falan o yaşlardayım... G.I. Joe var, şimdi konusu falan çok aklımda kalmadı, normalde olsa ufak bir wiki araştırması da yapardım bilgi vermek açısından ama bugün amacım bilgi vermek değil, bugün amacım anlatmak sadece, kendimi anlatmak. Neyse, o yaşlarda G.I. Joe figürlerimi çok severdim, sürekli oynardım düğmesine bastığım zaman "You are dead!" diye bağıran komandolarım vardı... Ve bir gün bir oyuncakçıda onu gördüm; G.I. Joe'daki baş kötünün tankını... Kocaman kutusunun içinde kocaman turuncu bir tank... Arkasındaki top bataryasından da su atabiliyor üstelik... Tam 7 yaşındaki bir çocuğun oyuncak komandolarını içine oturtup yeni maceralara sürebileceği türden bir şey. Ve istedim onu annemden, babamdan. O yıllarda gelirleri iyi değildi galiba hatırlamıyorum, almadılar o yüzden... Çok ağladım, reddettiler. Saatler belki günler sürdü bu ağlamam, hepsini çok net hatırlıyorum.
Ve günler geçti, ben her şeyi unuttum, geçti legolarıma bile dönmüş olabilirim, bilmiyorum. Babam bir gün bir seyahatten geldi ve salonda otururken bana gidip gardrobundan bir şey getirmemi söyledi, ne hatırlamıyorum. Gittim, dolap kapağını açtım... Orada duruyordu! Turuncu G.I. Joe tankı, turuncu G.I. Joe tankıM... Nasıl mutlu olmuştum bu sürpriz karşısında bir bilseniz... Aslında bilirsiniz, bir zamanlar çocuk olmuş herkes bilir...
Bugün babam Viyana'dan geldi. İstediğim şeyi getirmesi için çok umutluydum. (Biraz da Yasin'in iddiasından, benim babam hepinizin babalarını döver iddiamdan...) Ama bulamadığını söyledi bir türlü... Herkes dağıldı, tatilden dönüş hediyeleri dağıtıldı ve ben kaldım orda, gitmedim. Bavuldan son eşya da çıkana kadar durdum, gitmedim. Arabanımn bagajı açılana her delik aranana kadar gitmedim... Turuncu G.I Joe tankım dolaptan çıkana kadar bekledim... Çıkmadı. Bir kerelikti o galiba. Olsun... Galiba artık oyuncaklarımın peşinden ağlayacak yaşta değilim. Oyuncak alacak yaştayım, başka yollar düşünmeliyim... Yine de sağol babacım, en azından denediğin için. Ve turuncu G.I. Joe tankı için de sağol, zamanında sana teşekkür edemedim galiba, ufacıktım o zaman...
Çocukuğumdan bir kare aslında bu, hala bir oyuncak için gerçek anlamda ağlayabileceğim yıllardan.
Ordan Burdan v2.0
Bu yazıya başlarken hiç böyle bir başlık koyup böyle bir şey yazmak yoktu aklımda ama ne bileyim canım istedi... Hatta asabım bozulursa blogumun (olmayan) formatını değiştirip "Ordan Burdan Blogu" derim, arkasından da sırf böyle yazılar yazarım şişersin sıkıntıdan sayın okuyucu...
Ne tercümeydi ya... Şu ilk çeviri denememden bahsediyorum... Çevir çevir bitmedi... (aslında sonuna kadar yalan, ben nasıl olsa gözüm kapalı çeviririm gibi çılgın bir fikre kapılınca lastik gibi uzadı ve ömrümün iki haftasını yedi alet...) Ama sonunda gelen sonuç tatmin ediciydi, maddi yanını tamamen bir kenara bıraktım, Naruto'nun gazı gibi son iki gün sabahlayıp da tam son teslim tarihinin sabahı 7'de dökümanı e-maille yollamanın nasıl bir tatmin olduğunu emin olun tahmin edemezsiniz... Bir de tabi ömrümde kazandığım ilk gerçek paraydı... Hepsi için bitanecik Pelin teyzeme teşekkür ediyorum. (Ve evet Pelin teyzeciğim iflah olmadım daha da çeviri istiyorum daha da çok yapıcam hem artık daha tecrübeliyim:)
Bir konsol furyasıdır dünyayı sarmışken ben de bundan faydalanayım dedim... İlk önce playstation 3 düşünürken son bir caymayla xbox360' a karar verdim birtanecik gözlerinden öptüğüm okur... Alet 250 sterlin civarı, para problem değil de Avrupa'dan sipariş verince gümrük el koyuyor bu tarz aletlere (acaba ne yapıyorlar sonra? açıp oynuyor mudur ki şerefsizler? yok, sanmam...). Neyse, ben de o yüzden halihazırda Viyana'da olan babama, "baba bana ordan bi xbox 360 bakar mısın?" içerikli üstü kapalı bir mesaj attım... (en az benim kadar sivri zekalı olan babamın, "aha da baktım evet şurda şurda vardı çok güzeldi bence kesinlikle almalısın" gibi bir konuşma yapmasını bekliyorum döndüğünde okuyucu... (ama harbi ya problemim para değildi, lojistik sebeplerdi... ya bakma öyle, harbiden...) Babam yarın geliyor, eğer almış olursa bir xbox (yüzde 14 ihtimal verdim kendimce ben buna) ilk oyunumu oynarken vidyo çekip upload edicem söz! (bir de yasin le iddiaya girdik babam onu alırsa ilk oyunu yasin alıcak)
Bioshock,bioshock,bioshock... Daha önce milyon tane oyun oynadım sayısız kere ateş ettim ama hiç bir oyun belki bu kadar işlemedi içime... Minicik, masum, ufacık kız çocukları düşünün içlerine doğarken genetik materyalleri güçlendiren bir madde konulmuş (böyle mi anlatılır kısa anlatıcam diye ya, sıçtım içine...) ve onları korusun diye yanlarına verilmiş kocaman zırhlı savaşçılar. Oyunda güçlenmeniz için kızların taşıdığı maddeyi kızdan almalısınız. Büyük savaşçıyı öldürdüğünüzde masum kız sizin kocaman ellerinizden saklanmaya çalışıp çığlıklar atıyor, öldürme beni diye... Ve size sunulan iki seçim; ya kızın içindekini çıkarır onu kurtarırsınız ve çok az miktarda genetik materyal alıp güçsüz kalırsınız, ya da kızı öldürüp sonuna kadar sömürürsünüz... Kızın kurtarıldığında yüzünde oluşan temiz ifadeyi bir görmelisiniz... Hiç kıyamıyor insan ve benim oynadığım oyunlar tarihinde bir oyun ilk kez oyuncuya vicdanını sorgulatıyor... (ha, ben önüme geleni öldürüyorum, o ayrı... -power,unlimited power!!!, ehem...-)
Anneme doğru geçiş yapıyorum bu aralar... Çok özledim onlarla yaşamayı galiba ve tüm yaz toplasam iki hafta yanlarında durdum... Evet, onlara ödemem gereken bi borcum var... Ve tabi annem, teyzem ve anneannem tüm yemeklerin odama, kahvaltıların yatağıma gelmesi, suuuu diye hafif bir çığlık atınca su gelmesi, üff tişörtüm kirlenmiş diyince hemen yıkanması ve daha yüzlercesi demek, mutlu muyum? kesinlikle...
Yaz şaka gibi geldi geçti ve birkaç ay içinde sonbahar geliyor... Kışla birlikte en sevdiğim iki mevsimden biri! Benim için sonbahar ve kış (sonbahar özellikle) yeni başlangıçları, ceketleri, yorganları ve ellerimin üşümesini, mükemmel soğuk havayı simgeliyor. O yüzden çok özledim bu iki mevsimi de, hoş geliyorlar, iyi ki geliyorlar...
.jpg)
Barış efendiyi iki saat önce (Ablak olan, diğeri değil) Kıbrıs'a yolladık... Eğer lise 1'de bana gelseydiniz ve yeni geldiğin bu okuldaki bu adamla bir gün aynı evde yaşamaya başlayacaksın, yediğiniz içtiğiniz ayrı gitmeyecek deseydi hadi len ordan derdim(daha yaratıcı bi laf kesin bulurdum, bakma sen...). Evet, sevgili Barış da aynen benim gibi Doğu Akdeniz Üniversitesi Makine Müh. burslu kazandı... Ona da sabır falan available olan ne varsa diliyorum artık... Ama ben bunu ilk duyduğumda muhteşem sevindim... Kim orta doğu ve balkanların en sevimli adamlarından birini 24 saat 7 gün yanında istemez ki? Üstelik nefis yemek ve masaj yapabilen bir adamsa bu? Evet ya, hepsi bir yana gerçekten mutluyum, sanırım kıbrıs denen o ilk başta çok nefret ettiğim yerde çok büyük bir açığım kapandı artık... İyi şeyler geç başlıyorsa eğer, bu uğruna sabretmeye değer bir iyi şeydi... (-Abi o ekran kartı meme yapmıştır biz sökelim onu... -Olm olmasın bişey? -Sen getir,getir tornavidayı getir, ha bi de bak bakıym hani olmaz da, bişey olursa kaç paraymış bu ekran kartı... -Hask...)
Bu eğer ordan burdan devam versiyonuysa bunu yazmak olmaz... Az önce yeni teknemize baktık marinada diyenler, msn iletisine sürekli o gün nerelere gittiğini, hangi ülkede olduğunu yazanlar (bak bu konuda takdir ettiğim iki insan var; biri Mert(Solkıran) aynen onun ileti cümlesiyle aktarıyorum; "herkes iletisine nerde olduğunu, ne yaptığını yazıyor. sıçıyom, sevişiyom gibi iletiler olsaydı daha içten iletiler görürdük". Ve ikincisi de Rabonra(Hayvan Tolga) tam da onun cümleleriyle alın size iletisi; "Ağrı Dağı Eteğinde...Harbiden de orda; Diyadin'deyim" işte olay budur arkadaş ya, tam bir zen anı... Adam yazmış işte ne güzel, ne o öyle kembriç deyim, king's cross'tayım stuttgart'ta pazar gezdim az önce falan, sinirlendim yine, burun deliklerim büyüdü, Ece korktu, nenem hatun masal anlattı, dede korkut geldi isim koydu falan...) ve (bi öncekini uzun tuttum ya, o yüzden şimdilik üç tane şey yazıcam bu kısma) ilginç ilginç gözlükle,şapkayla, yukarıdan ince ve güzel göstericek şekilde fotoğraflar çekip oraya buraya koyan ve böylece kendini güzel sanan kızlarla cool olduğunu sanan erkeklere sinir oluyorum... (-sizde karizma var mı? varsa kaç santim? -karizma insanın içinde olur, içine girdi mi anlarsın kaç santim olduğunu... adam anlatmış ben yine konuşmayacağım bile...)
Ya o değil de bir Ken ile Ryu vardı... Onlara ne oldu ya? Haryuken ("aduket") falan...
Ne tercümeydi ya... Şu ilk çeviri denememden bahsediyorum... Çevir çevir bitmedi... (aslında sonuna kadar yalan, ben nasıl olsa gözüm kapalı çeviririm gibi çılgın bir fikre kapılınca lastik gibi uzadı ve ömrümün iki haftasını yedi alet...) Ama sonunda gelen sonuç tatmin ediciydi, maddi yanını tamamen bir kenara bıraktım, Naruto'nun gazı gibi son iki gün sabahlayıp da tam son teslim tarihinin sabahı 7'de dökümanı e-maille yollamanın nasıl bir tatmin olduğunu emin olun tahmin edemezsiniz... Bir de tabi ömrümde kazandığım ilk gerçek paraydı... Hepsi için bitanecik Pelin teyzeme teşekkür ediyorum. (Ve evet Pelin teyzeciğim iflah olmadım daha da çeviri istiyorum daha da çok yapıcam hem artık daha tecrübeliyim:)
Bir konsol furyasıdır dünyayı sarmışken ben de bundan faydalanayım dedim... İlk önce playstation 3 düşünürken son bir caymayla xbox360' a karar verdim birtanecik gözlerinden öptüğüm okur... Alet 250 sterlin civarı, para problem değil de Avrupa'dan sipariş verince gümrük el koyuyor bu tarz aletlere (acaba ne yapıyorlar sonra? açıp oynuyor mudur ki şerefsizler? yok, sanmam...). Neyse, ben de o yüzden halihazırda Viyana'da olan babama, "baba bana ordan bi xbox 360 bakar mısın?" içerikli üstü kapalı bir mesaj attım... (en az benim kadar sivri zekalı olan babamın, "aha da baktım evet şurda şurda vardı çok güzeldi bence kesinlikle almalısın" gibi bir konuşma yapmasını bekliyorum döndüğünde okuyucu... (ama harbi ya problemim para değildi, lojistik sebeplerdi... ya bakma öyle, harbiden...) Babam yarın geliyor, eğer almış olursa bir xbox (yüzde 14 ihtimal verdim kendimce ben buna) ilk oyunumu oynarken vidyo çekip upload edicem söz! (bir de yasin le iddiaya girdik babam onu alırsa ilk oyunu yasin alıcak)
Bioshock,bioshock,bioshock... Daha önce milyon tane oyun oynadım sayısız kere ateş ettim ama hiç bir oyun belki bu kadar işlemedi içime... Minicik, masum, ufacık kız çocukları düşünün içlerine doğarken genetik materyalleri güçlendiren bir madde konulmuş (böyle mi anlatılır kısa anlatıcam diye ya, sıçtım içine...) ve onları korusun diye yanlarına verilmiş kocaman zırhlı savaşçılar. Oyunda güçlenmeniz için kızların taşıdığı maddeyi kızdan almalısınız. Büyük savaşçıyı öldürdüğünüzde masum kız sizin kocaman ellerinizden saklanmaya çalışıp çığlıklar atıyor, öldürme beni diye... Ve size sunulan iki seçim; ya kızın içindekini çıkarır onu kurtarırsınız ve çok az miktarda genetik materyal alıp güçsüz kalırsınız, ya da kızı öldürüp sonuna kadar sömürürsünüz... Kızın kurtarıldığında yüzünde oluşan temiz ifadeyi bir görmelisiniz... Hiç kıyamıyor insan ve benim oynadığım oyunlar tarihinde bir oyun ilk kez oyuncuya vicdanını sorgulatıyor... (ha, ben önüme geleni öldürüyorum, o ayrı... -power,unlimited power!!!, ehem...-)
Anneme doğru geçiş yapıyorum bu aralar... Çok özledim onlarla yaşamayı galiba ve tüm yaz toplasam iki hafta yanlarında durdum... Evet, onlara ödemem gereken bi borcum var... Ve tabi annem, teyzem ve anneannem tüm yemeklerin odama, kahvaltıların yatağıma gelmesi, suuuu diye hafif bir çığlık atınca su gelmesi, üff tişörtüm kirlenmiş diyince hemen yıkanması ve daha yüzlercesi demek, mutlu muyum? kesinlikle...
Yaz şaka gibi geldi geçti ve birkaç ay içinde sonbahar geliyor... Kışla birlikte en sevdiğim iki mevsimden biri! Benim için sonbahar ve kış (sonbahar özellikle) yeni başlangıçları, ceketleri, yorganları ve ellerimin üşümesini, mükemmel soğuk havayı simgeliyor. O yüzden çok özledim bu iki mevsimi de, hoş geliyorlar, iyi ki geliyorlar...
.jpg)
Barış efendiyi iki saat önce (Ablak olan, diğeri değil) Kıbrıs'a yolladık... Eğer lise 1'de bana gelseydiniz ve yeni geldiğin bu okuldaki bu adamla bir gün aynı evde yaşamaya başlayacaksın, yediğiniz içtiğiniz ayrı gitmeyecek deseydi hadi len ordan derdim(daha yaratıcı bi laf kesin bulurdum, bakma sen...). Evet, sevgili Barış da aynen benim gibi Doğu Akdeniz Üniversitesi Makine Müh. burslu kazandı... Ona da sabır falan available olan ne varsa diliyorum artık... Ama ben bunu ilk duyduğumda muhteşem sevindim... Kim orta doğu ve balkanların en sevimli adamlarından birini 24 saat 7 gün yanında istemez ki? Üstelik nefis yemek ve masaj yapabilen bir adamsa bu? Evet ya, hepsi bir yana gerçekten mutluyum, sanırım kıbrıs denen o ilk başta çok nefret ettiğim yerde çok büyük bir açığım kapandı artık... İyi şeyler geç başlıyorsa eğer, bu uğruna sabretmeye değer bir iyi şeydi... (-Abi o ekran kartı meme yapmıştır biz sökelim onu... -Olm olmasın bişey? -Sen getir,getir tornavidayı getir, ha bi de bak bakıym hani olmaz da, bişey olursa kaç paraymış bu ekran kartı... -Hask...)
Bu eğer ordan burdan devam versiyonuysa bunu yazmak olmaz... Az önce yeni teknemize baktık marinada diyenler, msn iletisine sürekli o gün nerelere gittiğini, hangi ülkede olduğunu yazanlar (bak bu konuda takdir ettiğim iki insan var; biri Mert(Solkıran) aynen onun ileti cümlesiyle aktarıyorum; "herkes iletisine nerde olduğunu, ne yaptığını yazıyor. sıçıyom, sevişiyom gibi iletiler olsaydı daha içten iletiler görürdük". Ve ikincisi de Rabonra(Hayvan Tolga) tam da onun cümleleriyle alın size iletisi; "Ağrı Dağı Eteğinde...Harbiden de orda; Diyadin'deyim" işte olay budur arkadaş ya, tam bir zen anı... Adam yazmış işte ne güzel, ne o öyle kembriç deyim, king's cross'tayım stuttgart'ta pazar gezdim az önce falan, sinirlendim yine, burun deliklerim büyüdü, Ece korktu, nenem hatun masal anlattı, dede korkut geldi isim koydu falan...) ve (bi öncekini uzun tuttum ya, o yüzden şimdilik üç tane şey yazıcam bu kısma) ilginç ilginç gözlükle,şapkayla, yukarıdan ince ve güzel göstericek şekilde fotoğraflar çekip oraya buraya koyan ve böylece kendini güzel sanan kızlarla cool olduğunu sanan erkeklere sinir oluyorum... (-sizde karizma var mı? varsa kaç santim? -karizma insanın içinde olur, içine girdi mi anlarsın kaç santim olduğunu... adam anlatmış ben yine konuşmayacağım bile...)
Ya o değil de bir Ken ile Ryu vardı... Onlara ne oldu ya? Haryuken ("aduket") falan...
Cumartesi, Eylül 01, 2007
Gölgelerin Gölgesi
Gözlerim doluyor...
Hani duman gözlerine girer ve karartır ya görüşünü, yaşlar akıtır gözünden, öyleyim işte... Tüm hayatını boşa yaşamış gibi hissedersin ya, öyle işte...
Gitme vakti tekrar geliyor... Tekrar kalkıyoruz ayağa... Bilinmeyen ufka bir kez daha bakıyoruz, serdümen yerine koşuyor, güverteyi temizleyen tayfa bırakmış işini herkes daha önemli işlerin peşinde, yelkenleri çekiyorlar, topları dolduruyorlar, ve ben ağzımda pipo, sırtımda papağanım 7 denizin gördüğü en sert kaptan gibi gözüken ben, ah lanet olsun, cehennem gibi korkuyorum yine... Ve son olarak gözleri keskin olan tayfalardan biri kartal yuvasına çıkıyor ve demir alıyoruz... Titreyen ellerimi gizlemek için tayfadan ceplerime sokuyorum, yola çıkıyorum...
Bir hikaye yazmadım, hissettiklerimi yazdım. Hayata karşı ne kadar cesur, hırslı gözüksem de o kadar korkuyorum ki, o kadar endişeliyim ki. Ne kadar hazır gözüksem de, o kadar eksik hissediyorum. Belki de Ece haklı; çok fazla endişeleniyorum, çok fazla düşünüyorum, çok fazla hesap yapıyorum, defalarca senaryoları oynuyorum kafamda, defalarca karar verip hırs yapıp deflarca vazgeçiyorum. Ve artık o kadar yoruldum ki... Bir anlık bir rahatlık, koskocaman fırtınanın içinden altın güneşin ve masmavi gökyüzünün altına çıkış hissini o kadar özledim ki... Nedense o an hiç gelmiyor bu sıralar... Fırtınanın içinde serdümene, tayfaya bağırıp duruyorum...
Eğer bu gemi bir gün batarsa tek sorumlusu ben olacağım, daha bu sorumluluğu alırken biliyordum aslında sonuçlarını. Ve eğer o uzak topraklara, vaad edilmiş topraklara ulaşırsam da bunu yapan ben olacağım yalnızca ben.
Bir yanda korumaya çalıştığım benliğim diğer yanda hayallerim, ulaşmak için her şeyi yapacağım vaad edilmiş topraklar... Macchiavelist bir insanım ben. Ve Macchiaveli'nin tek yasası vardır; hedefine götüren yolda, her şey mübahtır. Ben ruhumu, beynimi, her şeyimi çoktan buna adadım zaten. Ama kendime ruhumun ve beynimin bir köşesinde bir tane tüm gözlerden uzak, kimsenin dokunmaya gücünün yetemeyeceği bir köşe sakladım. Ölmemek için, her şeyi yitirmemek için, kaçmak için. Ruhumun bir yerinde ufacık bir nokta, bir kaç kişi dışında kimsenin bulmaya cesaret edemeyeceği, denese bile bulamayacağı bir nokta sakladım. Ölmek üzereyken son nefesimi yanlarında vermek isteyeceğim insanları alacak kadar büyük olan, küçücük bir yer yarattım, ölmek için gidebileceğim bir yer yaptım kendime. İşte bu boktan dünyanın, batan yaşamın tüm pisliği boyumu aştığında, ruhum o kar beyazlığı kaybettiğinde oraya sığınıyorum ben. Gidip annemin dizlerine yatmak gibi, bir meleğin kollarında ister istemez uyuyakalmak gibi... Baban işten gelince boynuna sarılıp omzuna vurmak gibi, eve sağlam döndüğün için müteşekkir olmak gibi, kazandığın parayı harcayamamak gibi, yüzünü en yakın dostunun omzuna gömüp tişörtünün ıslanmasını göz ardı etmek gibi... İşte tüm bu insana has duygularımı kaybetmemek için, içimdeki canavara teslim olmamak için içimde yarattığım o küçücük mekana gidiyorum ben. O canavarın asla ulaşamayacağı yere gidiyorum. Bırak dinmeyecekse fırtına dinmesin...
Bırak gelsin kocaman dalgalar, Tüm o hesapların, boğuşmanın içinde ben, bu geminin tek kaptanı dünyayı kurtarmak için oraya gidiyorum. Bırak kim ne derse desin, beğenmesinler bizi, inanmasınlar, sevmesinler, fındık kabuğu kadar gemimin içinde denizler aşmaya çıkıyorum ben. Evim çok geride artık, kaybolan bir sayfa günlüğümün ta en başlarından kalan. Evim çok uzaklarda artık, yalnızca uyanınca hatırlayamadığım rüyalarımda bir görünüp bir kaybolan. Ve ben şimdi çok uzaktayım... Nerede miyim? Kim bilir? Belki kilometreler kadar uzakta, belki milimetreler kadar yakında. Belki ruhumun içinde kendime yaptığım küçük yerdeyim, belki gemimin kaptan kamarasında gidiyorum ya da belki evimdeyim, çoktan yitirdiğim. Bırak gelsin kocaman dalgalar, bırak dinmeyecekse fırtına hiç dinmesin... Omuzlarım dik, çenem yukarıda. Bırak tuzlu gözyaşların delsin kalbini... Bırak gelsin hayat, bırak dinmeyecekse fırtına hiç dinmesin...
Korksam da endişelensem de ihtiyacım olan tek şey var, ondan gayri bırak dinmeyecekse fırtına, iliklerine kadar gelsin, hiç dinmesin... İhtiyacım olan tek şey, ruhumun içinde tek bir nokta, gölgelerden bir gölge, karanlıktan bir ses işte, o kadar....
Hani duman gözlerine girer ve karartır ya görüşünü, yaşlar akıtır gözünden, öyleyim işte... Tüm hayatını boşa yaşamış gibi hissedersin ya, öyle işte...
Gitme vakti tekrar geliyor... Tekrar kalkıyoruz ayağa... Bilinmeyen ufka bir kez daha bakıyoruz, serdümen yerine koşuyor, güverteyi temizleyen tayfa bırakmış işini herkes daha önemli işlerin peşinde, yelkenleri çekiyorlar, topları dolduruyorlar, ve ben ağzımda pipo, sırtımda papağanım 7 denizin gördüğü en sert kaptan gibi gözüken ben, ah lanet olsun, cehennem gibi korkuyorum yine... Ve son olarak gözleri keskin olan tayfalardan biri kartal yuvasına çıkıyor ve demir alıyoruz... Titreyen ellerimi gizlemek için tayfadan ceplerime sokuyorum, yola çıkıyorum...
Bir hikaye yazmadım, hissettiklerimi yazdım. Hayata karşı ne kadar cesur, hırslı gözüksem de o kadar korkuyorum ki, o kadar endişeliyim ki. Ne kadar hazır gözüksem de, o kadar eksik hissediyorum. Belki de Ece haklı; çok fazla endişeleniyorum, çok fazla düşünüyorum, çok fazla hesap yapıyorum, defalarca senaryoları oynuyorum kafamda, defalarca karar verip hırs yapıp deflarca vazgeçiyorum. Ve artık o kadar yoruldum ki... Bir anlık bir rahatlık, koskocaman fırtınanın içinden altın güneşin ve masmavi gökyüzünün altına çıkış hissini o kadar özledim ki... Nedense o an hiç gelmiyor bu sıralar... Fırtınanın içinde serdümene, tayfaya bağırıp duruyorum...
Eğer bu gemi bir gün batarsa tek sorumlusu ben olacağım, daha bu sorumluluğu alırken biliyordum aslında sonuçlarını. Ve eğer o uzak topraklara, vaad edilmiş topraklara ulaşırsam da bunu yapan ben olacağım yalnızca ben.
Bir yanda korumaya çalıştığım benliğim diğer yanda hayallerim, ulaşmak için her şeyi yapacağım vaad edilmiş topraklar... Macchiavelist bir insanım ben. Ve Macchiaveli'nin tek yasası vardır; hedefine götüren yolda, her şey mübahtır. Ben ruhumu, beynimi, her şeyimi çoktan buna adadım zaten. Ama kendime ruhumun ve beynimin bir köşesinde bir tane tüm gözlerden uzak, kimsenin dokunmaya gücünün yetemeyeceği bir köşe sakladım. Ölmemek için, her şeyi yitirmemek için, kaçmak için. Ruhumun bir yerinde ufacık bir nokta, bir kaç kişi dışında kimsenin bulmaya cesaret edemeyeceği, denese bile bulamayacağı bir nokta sakladım. Ölmek üzereyken son nefesimi yanlarında vermek isteyeceğim insanları alacak kadar büyük olan, küçücük bir yer yarattım, ölmek için gidebileceğim bir yer yaptım kendime. İşte bu boktan dünyanın, batan yaşamın tüm pisliği boyumu aştığında, ruhum o kar beyazlığı kaybettiğinde oraya sığınıyorum ben. Gidip annemin dizlerine yatmak gibi, bir meleğin kollarında ister istemez uyuyakalmak gibi... Baban işten gelince boynuna sarılıp omzuna vurmak gibi, eve sağlam döndüğün için müteşekkir olmak gibi, kazandığın parayı harcayamamak gibi, yüzünü en yakın dostunun omzuna gömüp tişörtünün ıslanmasını göz ardı etmek gibi... İşte tüm bu insana has duygularımı kaybetmemek için, içimdeki canavara teslim olmamak için içimde yarattığım o küçücük mekana gidiyorum ben. O canavarın asla ulaşamayacağı yere gidiyorum. Bırak dinmeyecekse fırtına dinmesin...
Bırak gelsin kocaman dalgalar, Tüm o hesapların, boğuşmanın içinde ben, bu geminin tek kaptanı dünyayı kurtarmak için oraya gidiyorum. Bırak kim ne derse desin, beğenmesinler bizi, inanmasınlar, sevmesinler, fındık kabuğu kadar gemimin içinde denizler aşmaya çıkıyorum ben. Evim çok geride artık, kaybolan bir sayfa günlüğümün ta en başlarından kalan. Evim çok uzaklarda artık, yalnızca uyanınca hatırlayamadığım rüyalarımda bir görünüp bir kaybolan. Ve ben şimdi çok uzaktayım... Nerede miyim? Kim bilir? Belki kilometreler kadar uzakta, belki milimetreler kadar yakında. Belki ruhumun içinde kendime yaptığım küçük yerdeyim, belki gemimin kaptan kamarasında gidiyorum ya da belki evimdeyim, çoktan yitirdiğim. Bırak gelsin kocaman dalgalar, bırak dinmeyecekse fırtına hiç dinmesin... Omuzlarım dik, çenem yukarıda. Bırak tuzlu gözyaşların delsin kalbini... Bırak gelsin hayat, bırak dinmeyecekse fırtına hiç dinmesin...
Korksam da endişelensem de ihtiyacım olan tek şey var, ondan gayri bırak dinmeyecekse fırtına, iliklerine kadar gelsin, hiç dinmesin... İhtiyacım olan tek şey, ruhumun içinde tek bir nokta, gölgelerden bir gölge, karanlıktan bir ses işte, o kadar....
Pazar, Ağustos 05, 2007
Bizi Kimse Kurtarmayacak
Hayatımda hiç hissetmediğim kadar yalnız hissediyorum kendimi bu günlerde... Sanki tüm seyirciler, oyuncular, yönetmen, herkes gitti de ben kaldım ışıkçının açık unuttuğu ışıkların altında... Bugün 10 Ağustos'tu... Geçen sene kaderlerimizin geri kalanını öğrendiğimiz gün... Bir saniyesi bile gözümün önünden gitmiyor, hiç gitmedi ki... Ben tüm gece uyuyamamıştım, Barış kırmızı koltuğumun üstünde yatıyordu odamda... O kadar korkmuştuk ki... Sakın yanlış anlamayın başarısızlık korkusundan değil! Biz hiç bir zaman korkmadık ki ondan, hep inandık kendimize... Korktuğumuz şey değişimdi, değişmekti, ütopyanın sona ermesiydi belki... Ve değiştik. Biz farkında olmasak da değiştik, büyüdük belki... Bugün cebimde 5 kuruş para yok, sonuncuları da içtiğim onca biraya verdim, oysa biz demedik mi biz oldukça para bitmiycek hiç bir zaman diye? Biz modern zaman dervişleri değil miydik? Oysa ki kapılarımızın eşiğinden öteye gidemedik... Yine yanlış anlaşılmasın, sitem değil bu, kızgınlık belki ama öyleyse bile Barış'a, benden başka kimsenin benimsemediği en yakın dostuma değil, birbirimize olan tüm pragmatist yaklaşımlarımıza rağmen hep orda olan kardeşime değil, hep orda olan, istesem de gitmeyen,"abi ortamı kurdum gel hadi" diyen adama değil benim kızgınlığım... Benim sinirim hayata belki, bu yalnızlığıma... Bugün 10 Ağustos'tu... Hayatlarımızın değişim yıldönümü... Ve ben bugün hiç bir dostumla birlikte değildim, hiç biriyle... Ve benim bir dostum birkaç gün içinde hayatını tekrar değiştiriyor, baştan hem de, en baştan! Çok uzaklara gidiyor arkasına bile bakmadan, belki arkasında yine benim temizleyeceğim bir bok bırakarak ama ben buna da razıyım... Çünkü belki de onun boynuna bile doğru düzgün sarılamayacağım...Öfkem buna işte, belki de kendime...
Bugün yine hayatımı bombok ettim bir kez daha yapayalnız bıraktım kendi kendimi ama açıp telefonu anlatacak bir tek kişi bile yoktu! Anladınız mı şimdi neden yalnız hissettiğimi... Telefonu kaldırınca şöyle aklıma bir anda gelen hiç bir numara yoktu... Karşıma alıp konuşacağım orta yaşlı bir adam yoktu, orta yaşlı bir kadın yoktu, sahnede yapayalnızdım... Tüm gün bunu düşündüm... 10 Ağustos... Ne kadar da ironik değil mi? Hayatlarımızı parçalayışımızın yıldönümünde tüm hayatım paramparçaydı...
Sokaklarda bomboş, içi boşaltılmış gibi yürürken de sürekli aynı şarkıyı dinleyip durdum...
"...Bu benim sokağımda meydana gelen bir araba kazası gibi,
Ayağımın dibinde kırılmış vücutlar
Ve yolda olan sirenler...
Ama çok geç kaldılar
Çünkü bizi kimse kurtarmayacak..."(*)
Bilmiyorum neden ama o kadar güzel giden dizeler ki ruh halimle, yalnızlığımla birlikte... Bana her saniye her dakika ne olduğumu hatırlatıyor... Hayatımı ne kadar da "istemediğim" şekilde geçirdiğimi anlatıyor... En azından Ağustos ayına kadar olan zamanı ilk kez bir yaz evde geçirdiğimi anlatıyor... Ve bunun suçlusu ben değilim galiba... Ama zaten kim suçlu ki? Kim üstüne alınır bu günlerde?.. Hayatım gerçekten de hiç istediğim gibi değil... Evde hapis, evin içindeki insanlara rağmen yalnız, etraftaki tüm arkadaşlara rağmen paramparça, eski hayatım için yalvarıyorum... İnsan yalnızca ölürken hayatı için yalvarmazmış demek ki...
Galiba yine bir sürü konuyu iç içe geçirdim... Özür dilerim... Umarım tam derdimi anlayan birileri çıkar... hiç bir şey anlamazsanız da saçmaladığım için tekrar özür dilerim... James'in Sirius'u vardı, Semih'in Murat'ı, Laurel'in Hardy'si vardı ve daha bir çok örnek... Ama ben şöyle bir düşününce, hayatımda aynı anlamı karşılamış olan biri sorusunu kendime sorunca bu kavramı beynimde bulamıyorum... Bu yüzden de bir kez daha kaldırıyorum kadehimi hiç tanışmadığım ve tanışıp da kaybettiğim dostlarıma! Şerefinize...
(*) Take It All Away-Cake
Bugün yine hayatımı bombok ettim bir kez daha yapayalnız bıraktım kendi kendimi ama açıp telefonu anlatacak bir tek kişi bile yoktu! Anladınız mı şimdi neden yalnız hissettiğimi... Telefonu kaldırınca şöyle aklıma bir anda gelen hiç bir numara yoktu... Karşıma alıp konuşacağım orta yaşlı bir adam yoktu, orta yaşlı bir kadın yoktu, sahnede yapayalnızdım... Tüm gün bunu düşündüm... 10 Ağustos... Ne kadar da ironik değil mi? Hayatlarımızı parçalayışımızın yıldönümünde tüm hayatım paramparçaydı...
Sokaklarda bomboş, içi boşaltılmış gibi yürürken de sürekli aynı şarkıyı dinleyip durdum...
"...Bu benim sokağımda meydana gelen bir araba kazası gibi,
Ayağımın dibinde kırılmış vücutlar
Ve yolda olan sirenler...
Ama çok geç kaldılar
Çünkü bizi kimse kurtarmayacak..."(*)
Bilmiyorum neden ama o kadar güzel giden dizeler ki ruh halimle, yalnızlığımla birlikte... Bana her saniye her dakika ne olduğumu hatırlatıyor... Hayatımı ne kadar da "istemediğim" şekilde geçirdiğimi anlatıyor... En azından Ağustos ayına kadar olan zamanı ilk kez bir yaz evde geçirdiğimi anlatıyor... Ve bunun suçlusu ben değilim galiba... Ama zaten kim suçlu ki? Kim üstüne alınır bu günlerde?.. Hayatım gerçekten de hiç istediğim gibi değil... Evde hapis, evin içindeki insanlara rağmen yalnız, etraftaki tüm arkadaşlara rağmen paramparça, eski hayatım için yalvarıyorum... İnsan yalnızca ölürken hayatı için yalvarmazmış demek ki...
Galiba yine bir sürü konuyu iç içe geçirdim... Özür dilerim... Umarım tam derdimi anlayan birileri çıkar... hiç bir şey anlamazsanız da saçmaladığım için tekrar özür dilerim... James'in Sirius'u vardı, Semih'in Murat'ı, Laurel'in Hardy'si vardı ve daha bir çok örnek... Ama ben şöyle bir düşününce, hayatımda aynı anlamı karşılamış olan biri sorusunu kendime sorunca bu kavramı beynimde bulamıyorum... Bu yüzden de bir kez daha kaldırıyorum kadehimi hiç tanışmadığım ve tanışıp da kaybettiğim dostlarıma! Şerefinize...
(*) Take It All Away-Cake
Cumartesi, Temmuz 28, 2007
Lasciate Ogni Speranza, Voi Ch’entrate
Dante'nin İlahi Komedya'sının, "Cehennem" bölümünde, cehennemin kapılarında şöyle yazar;
"Burdan geçilir acılar şehrine
Burdan geçilir sonsuz kedere
Burdan geçilir kayıp insanların arasına...
Adalet, yaratıcımı harekete geçirdi:
Beş ilahi güç ilk olarak şekil verdi bana
En yüksek bilgelik ve esas olan aşk ile...
Benden önce sonsuz olan hiç bir şey yaratılmadı
Ve ben sonsuza kadar süreceğim...
Buraya girenler, umudu geride bırakın."
Yeni doğan insan için ne kadar da güzel bir karşılama değil mi? Özellikle son cümle aslında, "buraya girenler, umudu geride bırakın"... Doğum; acı, umutsuzluk bazen de mutlulukla dolu bir sürece ilk adım,ve mutlak bir son olan ölüme doğru da atılmış ilk adım aslında...
Nasıl olsa elimden alacaklar diye bir şeyi sevmediğiniz oldu mu hiç? Bana olur ara sıra, uğraşmam bile... Hayat da böyle ama; bir gün elimizden alacaklar, hiç gözümüzün bile yaşına bakmadan tutup çekip alacaklar... Benim hayatımda olan her şey böyle oldu zaten... Daha doğmamıştım, doğmak için savaştım bu dünyaya, çok zorlandım ve sonunda geldim... Ya sonra ne oldu? Henüz küçücük bir çocukken hayatımdaki en büyük boşlukla başbaşa bıraktılar beni... Ve sonra yerlerine yeni şeyler doldurmamı beklediler... Ve yaptığımı da sandılar! O kadar güzel oynadım ki rolümü, her şeyi o kadar güzel kurguladım ki, sonuna kadar inandılar bana! Hep inanmışlardı zaten, herkes inanmıştı... Ve sonra da memnun oldular, o boşluğu doldurduklarını düşünüp... Kendi pisliklerini benim temizlememi beklediler...
Bazen bazı rüyalar görüyorum... Çok uzak bi diyarda bacak boyunda bir çocuk var... Kocaman bir adamla güzeller güzeli bir kadının oğlu... Bir hayalperest... Küçük bir çocuk belki de sadece... Sonra uyanıyorum ve tüm rüyayı unutuyorum... Ya da sadece unuttuğumu söylüyorum inansınlar diye... Daha önce de dedim ya ben ev olgusunu unutalı çok oldu... Ailemin beni okulun ilk gününe gönderdip dönmemi beklediği yerden taşınalı çok oldu... Kendimi huzurlu hissettiğim son yerden taşınalı çok oldu... Şimdi sadece bir perde, bir sahne ve ben; başrol oyuncusu, Dante'nin ta kendisi! Üç diyara da yolculuk ettim, ama üçünde de ben bendim, ben; bu hayata gelmek için savaşan, ben; rolünü çok iyi oynayan, ve ben; insanların kırılmaz, kurşun geçirmez sandığı ben!
Bu dünyaya niye geldim çok da iyi bilmiyorum ama, o amaç her neyse umarım tüm bunlara değer... Tüm umudu geride bırakıp geldim çünkü, bu hayatı yaşamak için...
Şimdilik tüm söylemek istediğim bu.
"Burdan geçilir acılar şehrine
Burdan geçilir sonsuz kedere
Burdan geçilir kayıp insanların arasına...
Adalet, yaratıcımı harekete geçirdi:
Beş ilahi güç ilk olarak şekil verdi bana
En yüksek bilgelik ve esas olan aşk ile...
Benden önce sonsuz olan hiç bir şey yaratılmadı
Ve ben sonsuza kadar süreceğim...
Buraya girenler, umudu geride bırakın."
Yeni doğan insan için ne kadar da güzel bir karşılama değil mi? Özellikle son cümle aslında, "buraya girenler, umudu geride bırakın"... Doğum; acı, umutsuzluk bazen de mutlulukla dolu bir sürece ilk adım,ve mutlak bir son olan ölüme doğru da atılmış ilk adım aslında...
Nasıl olsa elimden alacaklar diye bir şeyi sevmediğiniz oldu mu hiç? Bana olur ara sıra, uğraşmam bile... Hayat da böyle ama; bir gün elimizden alacaklar, hiç gözümüzün bile yaşına bakmadan tutup çekip alacaklar... Benim hayatımda olan her şey böyle oldu zaten... Daha doğmamıştım, doğmak için savaştım bu dünyaya, çok zorlandım ve sonunda geldim... Ya sonra ne oldu? Henüz küçücük bir çocukken hayatımdaki en büyük boşlukla başbaşa bıraktılar beni... Ve sonra yerlerine yeni şeyler doldurmamı beklediler... Ve yaptığımı da sandılar! O kadar güzel oynadım ki rolümü, her şeyi o kadar güzel kurguladım ki, sonuna kadar inandılar bana! Hep inanmışlardı zaten, herkes inanmıştı... Ve sonra da memnun oldular, o boşluğu doldurduklarını düşünüp... Kendi pisliklerini benim temizlememi beklediler...
Bazen bazı rüyalar görüyorum... Çok uzak bi diyarda bacak boyunda bir çocuk var... Kocaman bir adamla güzeller güzeli bir kadının oğlu... Bir hayalperest... Küçük bir çocuk belki de sadece... Sonra uyanıyorum ve tüm rüyayı unutuyorum... Ya da sadece unuttuğumu söylüyorum inansınlar diye... Daha önce de dedim ya ben ev olgusunu unutalı çok oldu... Ailemin beni okulun ilk gününe gönderdip dönmemi beklediği yerden taşınalı çok oldu... Kendimi huzurlu hissettiğim son yerden taşınalı çok oldu... Şimdi sadece bir perde, bir sahne ve ben; başrol oyuncusu, Dante'nin ta kendisi! Üç diyara da yolculuk ettim, ama üçünde de ben bendim, ben; bu hayata gelmek için savaşan, ben; rolünü çok iyi oynayan, ve ben; insanların kırılmaz, kurşun geçirmez sandığı ben!
Bu dünyaya niye geldim çok da iyi bilmiyorum ama, o amaç her neyse umarım tüm bunlara değer... Tüm umudu geride bırakıp geldim çünkü, bu hayatı yaşamak için...
Şimdilik tüm söylemek istediğim bu.
Perşembe, Temmuz 26, 2007
When Harry Met Sally
" I love that you get hot when it is -71 degrees out. I love that it takes you an hour and a half to order a sandwich. I love that you get a little crinkle in your nose when you're looking at me like I'm nuts. I love that after I spend the day with you, I can still smell your perfume on my clothes. And I love that you are the last person I want to talk to before I go to sleep at night. And it's not because I'm lonely, and it's not because it's New Year's Eve. I came here tonight because when you realise you want to spend the rest of your life with somebody, you want the rest of your life to start as soon as possible."
Cüzdanımın içindeki bir kağıt parçası ve bir köşesinde yazan replik... Sadece tek bir şey diyebiliyorum çünkü aslında pek bir şey de demek gelmiyor içimden. Ben içimdeki tüm duygulara sırt çevirip saf masumiyete inanmak istediğim zaman çıkarıp bunu okuyorum, her şey karanlıkken, darken bunu okuyorum... Bu benim inanmak istediğim, çocuklarımı içinde yaşatmak istediğim dünyayı başlatan şey belki de... Tek diyebildiğim; "teşekkür ederim!"
Eğer hiç bir şey anlamadıysanız lütfen bir alt yazıya geçin, hiç bir şey zaten sizin anlayışınıza yönelik dizayn edilmemişti...
Cüzdanımın içindeki bir kağıt parçası ve bir köşesinde yazan replik... Sadece tek bir şey diyebiliyorum çünkü aslında pek bir şey de demek gelmiyor içimden. Ben içimdeki tüm duygulara sırt çevirip saf masumiyete inanmak istediğim zaman çıkarıp bunu okuyorum, her şey karanlıkken, darken bunu okuyorum... Bu benim inanmak istediğim, çocuklarımı içinde yaşatmak istediğim dünyayı başlatan şey belki de... Tek diyebildiğim; "teşekkür ederim!"
Eğer hiç bir şey anlamadıysanız lütfen bir alt yazıya geçin, hiç bir şey zaten sizin anlayışınıza yönelik dizayn edilmemişti...
Şunlarla ilgiliydi sanırım:
when harry met sally,
yaşam
Perşembe, Temmuz 05, 2007
Ordan Burdan...
Bu yazıyı ilginç bir halde yazıyorum... Öyle ki ilk birkaç dakikam blogger url'sini düşünmekle geçti... Kafam mı güzel? Yazmayalı çok mu oldu? Bilmiyorum...
Bakıyorum çoğu yazımın çoğu kelimesi "bilmiyorum". Gerçekten de bilmiyor muyum? Bilmiyorum... Bazen kafam çok fazla karışıyor işte sadece... Tüm dünya ayağa kalkmış üzerime gelirken kafam karışıyor... Belki de dünya üzerime falan gelmiyor, yalnızca ben abartıyorum, bilmiyorum...
Ama sadede doğru yol almak istiyorum ki sadedin, bağlamaya çalıştığım yerin dahi neresi olduğunu bilmiyorum aslında... Ama ne yapacaksam çabuk yapmalıyım... Bu alkol kanım vasıtasıyla tüm vücuduma yayılıp klavyeyi görmemi engelleyince pek de bir yerlere varamayacağım galiba...
Kuzenim blogu için öksüz diyor bu arada bak aklıma geldi... Benimki onunkinin yanında tam öksüz... Ne ben yazıyorum, ne Godina hanımlar her zamanki yorumlarını yapıyorlar ne de Dou beyler veya Cerosh hanımlar... Hatta hiç birisi de yok piyasada bu aralar... Kim bilir belki de hepimiz topluca ölmüşüzdür an itibariyle? Ya da sadece ben ölmüşümdür... Hımm... Araştırılmalı acilen...
Bu aralar standart sıkıntımın yanında bir takım daha sıkıntı var içimde, bilmiyorum nedir? aslında belki de biliyorumdur, biraz düşüneyim... Yok yok, kesin bilmiyorum... Ama artık gerçekten çok sıkıldım buralardan... Barış yüzünden büyük yolculuğumuz da iptal oldu zaten...(ve bu Ece'yi tahmin bile edebileceğimden çok sevindirdi, hımm...) Üstüne üstlük bir de hava sıcak evde öylece oturuyorum klimanın altında testical kebab... Bundan memnun muyum? Hayır!!! (öyle bir cevap veriyorum ki sanırsın 50'lerin NBC yarışması 21'de 11 puanlık soruya cevap veriyorum...) Tabi ki de memnun değilim... Rüzgarı saçlarımda hissetmek istiyorum... Kendime yeni yolculuk partnerleri bulmalıyım( bir yerlere yaz-ki yazdın da zaten az önce...)
Bu paragrafla diğeri arası saydım tam olarak 23 dakika geçmiş, Ant başta olmak üzere msn kişileri nedeniyle... (direk de atarım suçu-bu kadar olamaz...) Bunu neden söyledim? Mesela siz de okurken burda gidip nescafe yapın, ama nestle'nin olandan değil davidoff olsun, sakın da starbucks'da satılan gerizekalı kahveler gibi olmasın, adam gibi hatta mümkünse zift gibi olsun ve mümkünse pipetle değil, ağzınızla için...
Bu arada bu paragrafla bir önceki arasında geçen sürede de karar verdim(approx. 15 dk) Marmaris'e yazlığa gidicem, hatta gerekirse yalnız gidicem (nasıl olsa mangal ekürisi aynen orda)... Çünkü GERÇEKTEN-ÇOK-SIKILDIM-KIÇIMIN-ÜSTÜNDE-OTURMAKTAN!!! Öhöm...
Bir de bu aralar muallaktayım... İstanbul'a taşınmayı istiyorum, ama sadece İstanbul olduğu için... Kıbrıs'ta kalmayı istiyorum, okulumun bana yararları için... Hoş şimdilik ne kalkıp Kıbrıs'a gitmeyi istiyorum, ne de İstanbul'a gitmek için derslere kasmak istiyorum... Oturuyorum kıçımın üstüne...
Shimdi uykhum gelmeye bashladı... Janım da pek sıkılıyo... Kafam da güsel... -Iyygh nefret ediyorum sizden!.. Aslında yalnızca sizden değil; babasının parasıyla piç olmaya çalışanlardan, piç olmaya çalışan kızlardan, mekanlarda kendini dağıtan tiplerden, otobüslerde "aile var" diyenlerden, ben o müziği dinlemem diyenlerden, kıçıyla içki içenlerden, bununla gurur duyanlardan, sigara içip bununla gurur duyanlardan, cigara içip bununla gurur duyanlardan, daha aslında saymaya kalksam 100 tane post'u doldurucak kadar tipten, alayından nefret ediyorum da aklıma şimdi gelenler bunlardı...
Aynaya bakıyorum... Sıcaktan isilik olmuş sağım solum... Gerçekten sevmiyorum bu havaları... Bir çare düşün Cenk, bir çare düşün... Biri bişey demişti... "bişey bişey bişey bişey(buralarını hatırlamıyorum) bir sivilce bozar güzelliğini" Hah! Nasıl da hatırladım?! Neyse, güzelliğimi bozan bişey yok da sıkıntı veriyor işte sadece...
Galiba bu yazıyı uzattım... (ya da aslında uzatmadım-ki blog benim zaten!) Buralarda bir yerde keseceğim zaten... Uzaylılar var mı, alkol bana zararlı mı, beni arayan var mı ki bulan olucak? Sorularına cevap aramalıyım... Şizofrenim üç level daha alıp da büyürken ve siz de yavaş yavaş uyuklarken monitör başında size bir anda aklıma gelen şu replikle farewell diyorum... Belki ben de aynı şeyi yaşıyorumdur...
"Flux Kapasitörü!!! Evet, başımı çarptığımda tam olarak aklıma gelen buydu Marty!"
P.S. "Houston, bir sorunumuz var"da diyebilirdim ama bu aralar sevdiğim sci-fi filmi o değil,bu...
Bakıyorum çoğu yazımın çoğu kelimesi "bilmiyorum". Gerçekten de bilmiyor muyum? Bilmiyorum... Bazen kafam çok fazla karışıyor işte sadece... Tüm dünya ayağa kalkmış üzerime gelirken kafam karışıyor... Belki de dünya üzerime falan gelmiyor, yalnızca ben abartıyorum, bilmiyorum...
Ama sadede doğru yol almak istiyorum ki sadedin, bağlamaya çalıştığım yerin dahi neresi olduğunu bilmiyorum aslında... Ama ne yapacaksam çabuk yapmalıyım... Bu alkol kanım vasıtasıyla tüm vücuduma yayılıp klavyeyi görmemi engelleyince pek de bir yerlere varamayacağım galiba...
Kuzenim blogu için öksüz diyor bu arada bak aklıma geldi... Benimki onunkinin yanında tam öksüz... Ne ben yazıyorum, ne Godina hanımlar her zamanki yorumlarını yapıyorlar ne de Dou beyler veya Cerosh hanımlar... Hatta hiç birisi de yok piyasada bu aralar... Kim bilir belki de hepimiz topluca ölmüşüzdür an itibariyle? Ya da sadece ben ölmüşümdür... Hımm... Araştırılmalı acilen...
Bu aralar standart sıkıntımın yanında bir takım daha sıkıntı var içimde, bilmiyorum nedir? aslında belki de biliyorumdur, biraz düşüneyim... Yok yok, kesin bilmiyorum... Ama artık gerçekten çok sıkıldım buralardan... Barış yüzünden büyük yolculuğumuz da iptal oldu zaten...(ve bu Ece'yi tahmin bile edebileceğimden çok sevindirdi, hımm...) Üstüne üstlük bir de hava sıcak evde öylece oturuyorum klimanın altında testical kebab... Bundan memnun muyum? Hayır!!! (öyle bir cevap veriyorum ki sanırsın 50'lerin NBC yarışması 21'de 11 puanlık soruya cevap veriyorum...) Tabi ki de memnun değilim... Rüzgarı saçlarımda hissetmek istiyorum... Kendime yeni yolculuk partnerleri bulmalıyım( bir yerlere yaz-ki yazdın da zaten az önce...)
Bu paragrafla diğeri arası saydım tam olarak 23 dakika geçmiş, Ant başta olmak üzere msn kişileri nedeniyle... (direk de atarım suçu-bu kadar olamaz...) Bunu neden söyledim? Mesela siz de okurken burda gidip nescafe yapın, ama nestle'nin olandan değil davidoff olsun, sakın da starbucks'da satılan gerizekalı kahveler gibi olmasın, adam gibi hatta mümkünse zift gibi olsun ve mümkünse pipetle değil, ağzınızla için...
Bu arada bu paragrafla bir önceki arasında geçen sürede de karar verdim(approx. 15 dk) Marmaris'e yazlığa gidicem, hatta gerekirse yalnız gidicem (nasıl olsa mangal ekürisi aynen orda)... Çünkü GERÇEKTEN-ÇOK-SIKILDIM-KIÇIMIN-ÜSTÜNDE-OTURMAKTAN!!! Öhöm...
Bir de bu aralar muallaktayım... İstanbul'a taşınmayı istiyorum, ama sadece İstanbul olduğu için... Kıbrıs'ta kalmayı istiyorum, okulumun bana yararları için... Hoş şimdilik ne kalkıp Kıbrıs'a gitmeyi istiyorum, ne de İstanbul'a gitmek için derslere kasmak istiyorum... Oturuyorum kıçımın üstüne...
Shimdi uykhum gelmeye bashladı... Janım da pek sıkılıyo... Kafam da güsel... -Iyygh nefret ediyorum sizden!.. Aslında yalnızca sizden değil; babasının parasıyla piç olmaya çalışanlardan, piç olmaya çalışan kızlardan, mekanlarda kendini dağıtan tiplerden, otobüslerde "aile var" diyenlerden, ben o müziği dinlemem diyenlerden, kıçıyla içki içenlerden, bununla gurur duyanlardan, sigara içip bununla gurur duyanlardan, cigara içip bununla gurur duyanlardan, daha aslında saymaya kalksam 100 tane post'u doldurucak kadar tipten, alayından nefret ediyorum da aklıma şimdi gelenler bunlardı...
Aynaya bakıyorum... Sıcaktan isilik olmuş sağım solum... Gerçekten sevmiyorum bu havaları... Bir çare düşün Cenk, bir çare düşün... Biri bişey demişti... "bişey bişey bişey bişey(buralarını hatırlamıyorum) bir sivilce bozar güzelliğini" Hah! Nasıl da hatırladım?! Neyse, güzelliğimi bozan bişey yok da sıkıntı veriyor işte sadece...
Galiba bu yazıyı uzattım... (ya da aslında uzatmadım-ki blog benim zaten!) Buralarda bir yerde keseceğim zaten... Uzaylılar var mı, alkol bana zararlı mı, beni arayan var mı ki bulan olucak? Sorularına cevap aramalıyım... Şizofrenim üç level daha alıp da büyürken ve siz de yavaş yavaş uyuklarken monitör başında size bir anda aklıma gelen şu replikle farewell diyorum... Belki ben de aynı şeyi yaşıyorumdur...
"Flux Kapasitörü!!! Evet, başımı çarptığımda tam olarak aklıma gelen buydu Marty!"
P.S. "Houston, bir sorunumuz var"da diyebilirdim ama bu aralar sevdiğim sci-fi filmi o değil,bu...

Pazar, Temmuz 01, 2007
Dünyanın Ucunda
Tam dünyanın ucunda durdu çocuk. Aşağı bakmaya cüret edemezdi, yukarıya hiç... Sadece durdu öylece çocuk... Abaküsler vardı aklında, alfabeler vardı... Ön sırada oturan saçları örgülü kız vardı... Yeni ayakkabıları vardı, tertemiz pasparlak ayakkabıları... Şimdi çamurla kirlenmiş ayakkabıları... Bacakları vardı aklında... Bembeyaz, rüzgarda koşan bacakları... Şimdi yaralarla parçalanmış bacakları...
Dünyanın tam da ucunda durdu çocuk... Üstündeki kazağı vardı aklında... Annesi gibi kokan kazağı... Onu koklarken gözlerini kapatırdı hep ama şimdi gözlerini kapatmaya cesareti yoktu... Hele açmaya hiç... Gözlerini kısıp güneşe bakarken gelecek vardı çocuğun aklında... Ama ne geleceği düşünmeye mecali vardı, ne de geçmişi hatırlamaya... Hele bugünü yaşamaya hiç...
Dünyanın ucunda dururken düşündü çocuk... Aklında büyük büyük insanlar vardı... Onu görmeyen insanlar, bir yerlere koşan insanlar, çirkin insanalr, güzel insanlar, iyi insanlar, kötü insanlar... Hiç birinin peşinden gitmeye niyeti yoktu çocuğun, yerinde durmaya hiç...
Dünyanın ucunda durdu çocuk... Aklında binlerce olasılığın en olmazı vardı belki... Binlerce yolun en çıkmazı... Dünya neydi ki zaten? Dünya onun için ne biçimdi? Tüm yollar Roma'ya çıksa onun için ne fark ederdi? Evinin arka bahçesine çıksa ne fark ederdi? Yüzünü buruşturdu çocuk...
Kendi diyarında bir kraldı çocuk... Savaşçıların en heybetlisi, yiğitlerin en yiğidi... Kendi diyarında bir kraldı o... Kendi hayallerinin kahramanıydı... Düyanın ucunda bir kraldı çocuk, belki de bir dilenciydi... Aslına baktığımızda onun için ne fark ederdi ki?
Ellerini açıp ellerine baktı çocuk... Kirli ellerine baktı... Annesi onu böyle görse ne derdi? Hayır, görmemeliydi, hemen soktu ellerini cebine...
Tanrı'nın sınırlarında durdu çocuk, tam dünyanın ucunda, evinin bahçesinde, yakıcı güneşin karşısında durdu... Ağzını açtı bağırmak için, sesi çıkmadı... Denemekten vazgeçti çocuk... Belki de geçmedi ama hiçbirimize söylemedi...
Dünyanın tam da ucunda durdu çocuk... Üstündeki kazağı vardı aklında... Annesi gibi kokan kazağı... Onu koklarken gözlerini kapatırdı hep ama şimdi gözlerini kapatmaya cesareti yoktu... Hele açmaya hiç... Gözlerini kısıp güneşe bakarken gelecek vardı çocuğun aklında... Ama ne geleceği düşünmeye mecali vardı, ne de geçmişi hatırlamaya... Hele bugünü yaşamaya hiç...
Dünyanın ucunda dururken düşündü çocuk... Aklında büyük büyük insanlar vardı... Onu görmeyen insanlar, bir yerlere koşan insanlar, çirkin insanalr, güzel insanlar, iyi insanlar, kötü insanlar... Hiç birinin peşinden gitmeye niyeti yoktu çocuğun, yerinde durmaya hiç...
Dünyanın ucunda durdu çocuk... Aklında binlerce olasılığın en olmazı vardı belki... Binlerce yolun en çıkmazı... Dünya neydi ki zaten? Dünya onun için ne biçimdi? Tüm yollar Roma'ya çıksa onun için ne fark ederdi? Evinin arka bahçesine çıksa ne fark ederdi? Yüzünü buruşturdu çocuk...
Kendi diyarında bir kraldı çocuk... Savaşçıların en heybetlisi, yiğitlerin en yiğidi... Kendi diyarında bir kraldı o... Kendi hayallerinin kahramanıydı... Düyanın ucunda bir kraldı çocuk, belki de bir dilenciydi... Aslına baktığımızda onun için ne fark ederdi ki?
Ellerini açıp ellerine baktı çocuk... Kirli ellerine baktı... Annesi onu böyle görse ne derdi? Hayır, görmemeliydi, hemen soktu ellerini cebine...
Tanrı'nın sınırlarında durdu çocuk, tam dünyanın ucunda, evinin bahçesinde, yakıcı güneşin karşısında durdu... Ağzını açtı bağırmak için, sesi çıkmadı... Denemekten vazgeçti çocuk... Belki de geçmedi ama hiçbirimize söylemedi...
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)