Salı, Mart 31, 2009

Yedi Farklı Ses,İki Kanat ve Milyonlarca Düşünce Demeti

Kanatlarım olduğunu fark ettiğimde tam olarak 10 yaşımdaydım. Buna fark etmekten çok, şüphelenmek de diyebiliriz pek tabi. Zira gerçek anlamda fark etmem daha sonraya denk geliyor ki ona da geleceğim. İlk başlarda sadece bir his vardı sanırım. Kaşıntı? Acı? Sırtımda? Göğsümde? Başımda? Bilmiyorum. Ama 10 yaşımdaydım,adım gibi eminim. Adım demişken? Hiç kendi adını düşündün mü? "Cenk" diye düşününce örneğin milyonlarca korelasyon dolusu yol ve düşünce oluşuyor kafamın içinde. Bu isme sahibim, bu gözlerin gerisinden dünyayı izliyorum ve bu ciğerlerle tüketiyorum dünyayı. "Cenk", başka bir şey de olabilirdi ama "Cenk". Sen busun işte,adın kadarsın ve buna karar vermek de sana düşmüyor, sen busun; o ismin arkasından dünyaya bakıp, o isimle dünyaya iz bırakıyorsun gibi şeyler düşünürken, o düşünce demetini izlemekten vazgeçip kendime dönüyorum. Tam 10 yaşımdan beri belirli aralıklarla hep bunu düşünüyorum. Cenk. Başka bir isim, başka birisi de olabilirdi, ama Cenk, ve kanatlarım olduğunu fark ettiğimde 10 yaşımdaydım, üzerimde hala mavi önlük vardı.

Onüçüme gelene kadar çok fazla düştüm ama hiç birisi o kadar da yüksekten değildi. Ve trapeze çıkan o sirk cambazlarının kullandığı ağlar hep geriliydi altımda. Ama onüçümde sanırım, boşluğa doğru kafa üstü düştüm ve süzüldüm. Düşmek ve süzülmek derken; 9.81 metre bölü saniye kare yerçekimi ivmesi olan bir yerde düşmek başınıza kötü işler açıyor genelde. Düşeceksiniz ayda düşün ve vurulacaksanız bir hastanenin içinde vurulun ki bunun konumuzla hiç bir ilgisi yok, Hugh Laurie'ye ithafen söylemek istedim,neyse. Düştüm ve süzüldüm. Yerçekimi normaldi, düşüş anormaldi,ani olmuştu gibi geldi ama hiç öyle değildi aslında geri dönüp düşününce. Tek anomali şuydu aslında; düşmeye mahkumsanız ve düşmeye alışmışsanız hiç bir düşüş anormal gelmiyor. Örneğin profesyonel bir paraşütçü olsam,uçaktan atlamaktan sıkılırdım sanırım ki bundan sıkılabileceğimi hayal bile edemiyorum. Bu da bana eski bir animasyonu hatırlatıyor. Elinde tüfek olan bir adam bembeyaz bir yerde bulur kendini, elindeki silahı ve boşluğun ortasında olan bir televizyonla. Televizyondaki adam sürekli konuşuyor. Adam dinlemekten sıkılıp yürümeye başlıyor. Dayanamayacak kadar sıkılınca silahıyla kafasına ateş ediyor,ölüyor ve yine aynı beyaz boşlukta diriliyor. Aynı televizyonun yanında. Defalarca aynı çevrimi tekrarlayıp aynı yere geri dönüyor. En sonunda yeter artık deyip televizyona ateş ediyor ve hiç bir şey olmadığını görünce televizyonu da kaybettiğini anlayıp ağlamaya başlıyor. Çıkış yok,üzgünüm dostum.

Onaltı. Mükemmel bir sayıdır ve nedense hep kafamda açık yeşil rengi çağrıştırıyor. Tıpkı onsekizin kahverengi, onun kırmızı ve yedinin siyah olduğu gibi. Ya da dokuz lacivert, oniki beyaz,onbir sarı. Ama onaltı açık yeşil, her zaman. Nedenini bilmiyorum,sadece renklerle sayıları öğrendiğim günden beri böyle. Hayatımın açık yeşil yılına geldiğim o zamanların yavaş yavaş onyedi olan koyu renklere çaldığı günlere doğru çocukluğumdan beri üzerime bir miras gibi kalmış olan o duyguya anlamlar yükleyebiliyordum artık. Hala süzülmekte güçlükler çekiyordum, hiç göremedim onları,şekillerini kafamda canladırabiliyordum ama asla kesin bir fikrim yoktu. Renkleri beyaz mıydı? Kızıl mıydı? Bana kalsa ağaşıya doğru kıvrımlı ve uzun olmalarını isterdim, siyah ve kızıl renkli. Ama hiç bir fikrim yok,üzgünüm... Kanatlarımın olduğunu bilmekse düşündüğümün aksine hiç bir işime yaramadı. Daha sık kaybolmaya başladım. Hatırlıyorum da ben altı yaşlarımdayken babamla pazara giderdik. Ben her seferinde kaybolurdum neredeyse. Hep oyuncakçının önünde veya balıkçının çeşmesinin yanında bulurdu babam beni. Başımı okşayıp oyuncak falan alırdı sanırım. Konumuzla bir ilgisi olup olmadığından emin değilim, kaybolmak dediğim vakit hatırladım. Kanatlarımın orda olduğu ortaya çıkınca uçmamı istediler benden. İtiraf etmek zorundayım, çok zordu. Hiç anlatamadım işlerin öyle yürümediğini. Onların da anlamaya pek iştahı yoktu ya. Koşmaya başladım, koştum, daha hızlı koştum... Tam uca geldiğimde son gücümle sıçrayıp bıraktım kendimi. Rüzgar saçlarıma çarptı, gözlerim sulandı. Kendimi zorladım. Yerçekimi inanılmaz bir şey. Tam ağzımdan burnumdan kanlar akarken Golden brown çalıyordu Stranglers'dan. Hiç anlatamamıştım işlerin böyle yürümediğini. Kanın tadını da hayatım boyunca sevemedim.

Kendimi toparlayabildiğim zamanlar oldu, toparlayamadığım zamanlar da. Ama sanırım ki hiç bir zaman tam olarak iyileşemedim, kanatlarıma da asla güvenemedim. Düştüğüm yerin de neresi olduğuyla ilgili hiç bir fikrim yoktu. Bu yüzden açık yeşilden sonraki sayılara bir renk yükleyemiyorum nedense. Beynimin içinde tamamıyla boş ve anlamsızlar. On sekize kadar belki ki emin olmasam da onun ne renk olduğunu belirtmiştim.

Neresi olduğunu bilmediğim bu gri renkli koridorlarda dolaşırken bir yabancıya rastladım. Dizlerini göğsüne doğru çekmiş oturuyordu öylece. Bana bambaşka bir olguyu öğretti. Yıllardır tam orada olan, ama bir türlü farkına varamadığım olguyu. Ve bazı insanların yarı-tanrı diye basitçe adlandırılabilecek statüye geldiğini gösterdi bana. Buradan gerisinde o gri koridorlarda yürürken kafamın içinde sürekli 7 farklı sesten oluşan bir diziler topluluğu vardı. Buna da siz müzik diyorsunuz sanırım.

Müzik ve insan. Öncelikle anatomi ve biraz da nöroloji. Müziği duyduğunuz an duyu korteksimiz uyarılır ve yorumlarız. Daha sonra da anlamlandırırız. Eğer bizde bir şeyler çağrıştırıyor ve hatırlatıyorsa bu duyguları ve olguları çağrıştırır (bilimsel olmam gerekirse hipokampüs uyarılır). Eğer bize hitap ediyorsa ödül merkezimiz uyarılır. Ama bityeniği şurada; eğer dinlediğiniz şeyi oluşturan sizseniz tatmin duygusu eklenir karışıma. Bilinçsizlik ve yoğun dikkat. Bilimsel olarak orgazmdan farkı yok. Ve Dr. Mihaly Csi­kszentmihalyi gibi enteresan bir ismi olan adamın dediği gibi, bu şekilde geçen bir yaşam, yaşamaya değerdir. Üzerinde altı tane metal tel olan bir tahta parçasına dokunmaya başlarsınız, başka birisi sizinle eş zamanlı olarak iki tane tahta parçasını plastik ve metal yığınlarına vurmaya başlar, bir başkası sadece bağırıyordur. Bilinçsizlik ve yoğun dikkat. Yüzlerce insan bunu dinlerken aynı zamanlarda siz olmaya çalışıyorsa, empatik sinirleri aracılığıyla sizin gözlerinizden görüyorsa dünyayı; kanatlarınız olduğunu bilirsiniz. Sanat asla büyük paraların döndüğü bir sektörün içinde zevk düşkünü pezevenklerin yan gelip yatarak sadece parası yeten insanların ihtiyaçlarını karşıladığı bir olgu değildir. Zevk düşkünü pezevenkler lafı hoşuma da gitse, böyle olduğunu düşünmüyorum. Nöroloji bitti.

O düşüşte kanatlarımı kaybettiğimi sandım. Ama yanılmıştım aslında. Kaybettiğim şey kanatlarım değil, bilindik yollardı. O düşüşte kanatlarımın neler yapamayacağını öğrendim. Kendi yapabildiklerimi öğrenmek ise yalnızca ek bir ödüldü sanırım.

Ne anlatmaya çalıştım? Gençlik sorunlarımı mı? Metaforik örneklemeler yaparak yazdığım denemelerin bir diğeri miydi bu? Ya da müziğin veya sanatın hayatımdaki önemi konulu bir başka yazı mıydı? Boşversene. Yargıya gerek yok,yargıca da,sözlere de. Bu yalnızca bir algı problemi. Kanatlarım olduğunu ilk fark ettiğimde 10 yaşımdaydım. Onları kullanamayıp kırılınca biraz daha fazla. Kullanmaya başladığımda buralarda olmayacağım.

Pazartesi, Şubat 09, 2009

Korkunun Rengi,Kokusu,Sesi,Dokunuşu,Tadı

Çok uzun zaman olmuş ben yine bişeyler yazmayalı... Gerçi bunu neden söylüyorsam blog hesap soruyormuş gibi? Ben de bilmiyorum ki. Neyse uzatmak istemiyorum,dümdüz konuya giricem, bu kez Nietzche'nin şiiriyle başlamak istiyorum,beni anlatan bir şeylerle.



Öyle bir hayat yaşıyorum ki,
Cenneti de gördüm, cehennemi de...
Öyle bir aşk yaşadım ki;
Tutkuyu da gördüm, pes etmeyi de...
Bazıları seyrederken hayatı en önden,
Kendime bir sahne buldum oynadım.
Öyle bir rol vermişler ki
Okudum okudum anlamadım...
Kendi kendime konuştum bazen evimde
Hem kızdım hem güldüm halime
Sonra dedim ki ' söz ver kendine ';
Denizleri seviyorsan, dalgaları da seveceksin,
Sevilmek istiyorsan, önce sevmeyi bileceksin,
Uçmayı seviyorsan, düşmeyi de bileceksin,
Korkarak yaşıyorsan, yalnızca hayatı seyredersin...
Öyle bir hayat yaşadım ki, son yolculukları erken tanıdım.
Öyle çok değerliymiş ki zaman, hep acele etmem bundandı
Anladım...


Shawnshank Redemption'ın bir sahnesi var aklımda,aslında çok fazla var, ama bir replik beynimin içinde yanıp sönen ışıklı tabelalar gibi parlayıp duruyor... Şöyle diyordu Red; "Korkuyla yaşamak, sahip olabileceğin en kötü duygudur." O kadar haklı ki... Morgan Freeman'ın surat ifadesi hala aklımda, zaten aklımda olmasına da pek gerek yok,aynaya bakabildiğim sürece. Tek fark, o rolünü oynuyor,ben okuyup okuyup anlamıyorum. Sürekli okuyorum, rolünü oyna diye zorluyorlar,anlamadıkça zorluyor, zorladıkça korkutuyorlar... Korktukça da oynamak yerine izlemeye gelen insanları seyrediyorum, bir zamanlar cennetteki günlerimi düşünürken, şimdi cehennemde yaşıyorum, ama hayır çok yanılıyorum, cehennem henüz başlamadı bile. Zaten başlasa korkacak bir şeyim olmazdı,ah... Acele etmeliyim...

Yine başlıyorum işte. Susuyorum,gözlerimi kapatıyorum,ellerimi cebime sokuyorum... Zamanında benden istediğiniz gibi davranamadım, şimdi öyle davranmaya çalışıyorum, kapatıyorum kendimi... Kesin ellerimi,gözlerimi çıkarın, kulaklarımı sağır edin,derimi yüzün... Burnum? Duyacağı tek şey kesif pislik kokusu olacak zaten, içinde yüzdüğüm pisliğin derin kokusu...

Beynimin içinde kendi kendime hesap soruyorum, onlar sormaya başlamadan hemen önce, hiç bir tutar yanı yok. Hesap hiç bir zaman tutmuyor. Verebileceğim tek cevap var; özür dilerim, her şey için özür dilerim... Böyle olsun istemedim,hiç. Burda bulunmayı ben istemedim, elimden geleni yaptım,yapmaya çalıştım,biraz daha gidebilmeyi denedim ama... Bu noktada dizlerimin üzerine çöküyorum, bir damla göz yaşı yanağımdan süzülüp yere çarpıyor, yarattığı titreşim depremler yaratıyor. Kayıt düğmesine tekrar basıp bu kaydı bitiriyorum.

Korkuyla yaşamak insanın sahip olabileceği en kötü duygudur. Kanser gibidir. Kanserin kendisidir, bu yarayı saramazsınız.

Tüm bunları düşünürken aklımda gülümseyerek uyandığım güneşli sabahlar var. Sahi var mıydı öyle sabahlar? Sanırım rüyalarımın etkisinde pek fazla kalmışım...

Cuma, Ağustos 01, 2008

Iaaaaaahhhhhhhhgrrrgghhhh!!!!!

Yürüyorum yine... Aylardan sonra ilk kez kafamda bir ışık beliriyor... Bir şeyler yazdıran ilk şey bu belki de... Yürüyorum... Ellerimi sıkıyorum... Yine geliyor... Hayır... Hayır... Hayır! İzin vermemeliyim.. Argh!

Tamam, atlattım bunu... Kontrol altında tutulmayan öfke zararlı olabilir... Bir grup çizerin oturup ortaya yeşil renkli aptal bi karakter atması kadar basit bişey değil bu! Kontrol altında olmayan öfke çok sakıncalı olabilir... Tutamıyorum kendimi... Yapamıyorum... Hayır!

Metallica nın mesajı bu değil miydi? Büyük baş belaları olmadan da agresif müzik yapmak... Aslında olay müzikle alakalı değil... İçimdeki o bir çeşit canavar ortaya çıkıyor işte... İşin en kötüsü de şu; o canavarı koşturabileceğim bir çayır yok artık ortalıkta... Onu dizginleyip koşturabileceğim bir gitar klavyesi, bir boş kağıt ya da herhangi bi şey yok... Canavar içimde bekliyor... Bekliyor... Beklemesi emredildi ona! Dur orda dendi, çıkman yasak! Nefes alırken burnundan çıkan dumanı görebiliyorum... Sessizliği bozmak istiyor... Gürlemek, hırlamak, bağırmak, haykırmak! Ama hayır sessiz duruyor. Gözleri kıpkırmızı... İçten içe merak ediyor, en hayvansı içgüdüsü onu şu düşünceye zorluyor; bir daha eskisi gibi olacak mı? Bilmiyor. Sadece bekliyor,sessiz,durgun...

Hadi şimdi siktir edelim hepsini? Bırakalım onu dışarıya? Hayır... Sistemin emri bu değil... İlerleme yolu, yapay seleksiyon bunun tam tersini emrediyor. Ama hadi, serbest bırakalım onu! Hadi! Hadi! HADİ! Ellerimin titrediğini hissedebiliyorum... Dışarı çık, bir kavga başlat, karşı cinsin bir üyesiyle tanış... Yaşadığını kanıtla! Hayır... Ty Durden sadece şizofrenik bir aklın ürettiği bir başka canavardı... Ah! Hadi ama Jackie... Bir striptiz daha yap bize... Ellerim... Dişlerimi sıkıyorum... Hayır!

Canavar zaman geçtikçe benimle bütünleşiyor... Bir zamanlar içimde olan ve gitme gücü veren şey, şimdi büyüdü ve vücudumun her yerine yayıldı... Çünkü gidebileceği başka bi yer yok. Bedenime, aklıma hapsoldu ve orda bekliyor... Sessizce, emredildiği gibi... Ama bu kötü... Çok kötü... İçimde olan, şimdi benimle bir oldu, ben oldu... Onu tutmak için elimden geleni yapıyorum... İstemeden de olsa...

Uysallaştırılmış insan içgüdüleri çok tehlikeli olabilir...

Bu sesi siz de duydunuz mu?

Ah!

Argh... Ellerim...

Hayır...

Hayır...

HA...

Onların dediği gibi, bu sadece sessizliğin bitmek üzere olduğunu belirten ses...

Çarşamba, Ocak 30, 2008

Incoming Transmission...

---
Jack sokaklarda yürüyor... Ve düşünüyor, düşünüyor... Galiba artık Jack kalabalığın içindeki yalnız adam olmamayı seçiyor yavaş yavaş... Bir süreliğine yalanların arkasına sığınmayı seçiyor... Her sabah uyanıyor Jack artık, saçlarını yıkayıp, tarayıp sakallarını düzeltiyor... Sonra dışarı çıkıyor 9'da kahvaltısını edip, düzgün bağladığı ayakkabılarının bastığı sokaklarda insanlara gülümseyerek dolaştıktan sonra 1'de yemek yiyor ve öğleden sonra "so called mate"leriyle bara falan gidiyor... Akşam da eve dönüp her şeyden zevk alarak televizyon izliyor ya da internette falan geziyor biraz... Gece olunca da uyuyor artık Jack. Hayatındna çok memnun, gerçekten. Bu aralar hayatı seçmiş taklidi yapıyor biraz daha. Çünkü anlamış bulunmaktayız ki, Jack artık yalanların arkasında yaşamanın sadeliğini çözmüş durumda. İnsanlar bunu talep ediyor ondan. Bohem mi? O da ne? İnsanların taleplerini karşılamak zorundasınız! Sorunsuz bir Sparta kalkanı gibi; herkes birbirinin isteğini bir yalanla karşılarsa Jack de bunu yapmalı ki düzen devam etsin. Kalabalığa karışıyor bu kez Jack. Uzun zamandır ilk defa. Evinin varlığına inanıyor, eve döneceğine inanıyor. Yolları sevmediğini iddia ediyor Jack artık. Yorulduğunu söylüyor. İkili insan ilişkilerinde hep tekil olmak yerine bu kez ikilideki ikinin teki olmaya karar veriyor pek sevgili Bay Jack. Çünkü etrafındaki herkes bunu talep ediyor ondan. Ve tüm bunları yaparken bir kez olsun kafasını kaldırıp da "bakın istediğiniz gibi oldum" diye bağırmıyor Jack. Çünkü bu bir yalan ve bu hareketinin yalanı bozmak anlamına gelebileceğini biliyor. Sadece şapkasını çıkartıp, kalabalığın arsına karışıyor. Artık normal insan taklidi yapıyor Jack. Proleteryayı kabullenip, bohemyayı sallıyor. Son kozunu oynayıp, o çok sevdiği maça ası'na veda ediyor ve gidiyor Jack. Hayatı seçmiş taklidi yapıyor.
---

Beyin kıvrımlarından aldığım son mesaj Bay Jack'in artık ne yaptğını belirtti bana. Ve işte, bu mesaj da burada sona eriyor. Artık "istediğiniz gibi olma" taklidi yapıyor Bay Jack. Dönüp size gülümsüyor.

Pazartesi, Ocak 21, 2008

Pile Misery Upon Misery...

"Our response was to keep on going and fuck everything... Pile misery upon misery... Heat it up ona spoon and dissolve it with a drop of bile then squirt it into a stinking purulent vein and do it all over again... Keep on going, keep getting up, going out, fucking people over... Propelling ourselves with longing towards the day it would go wrong... Because no matter what you do, you never have enough... You always need to get up and do it all again..."

(Trainspotting'den)

Pazar, Ocak 20, 2008

Little Miss Sunshine...

Little Miss Sunshine... Son zamanlarda belki de izlediğim en iyi filmdi... Bana birkaç tane dyguyu ard arda bu kadar iyi hissettirebilmiş bir film şu an hatırlayamıyor bile olabilirim... Amacım tabi ki filmi burda anlatmak değil, sadece duyguya giriş için, biraz filmden bahsetmem gerek...

Bir aile düşünün, baba bir sürekli kazanma manyağı, ne kadar hep kazanan olmaya çalışsa da, kazanma hırsı onu kaybeden yapıyor. Bir oğul, 15 yaşında ve yaşının getirdiği tüm ağırlığı en sert şekilde yaşıyor. Bir anne, aileyi toplamaya çalışan ve sürekli sigara içen. Bir büyükbaba, uyuşturucu bağımlısı ama sevgi dolu yaşlı bir adam, bir amca, eşcinsel bir akademisyen, henüz intihar edip, ölmeyi becerememiş olan ve son olarak da bir kız çocuğu, henüz yedi yaşında... Tek isteği California eyaletinde küçük kızlar için düzenlenen "Little Miss Sunshine" güzellik yarışmasını kazanmak... Kırılmanın eşiğindeki bu aile yaklaşık bin mil öteden yola çıkıyor, eski bir minibüsle, yalnızca küçük kızları Olive'in hayalini gerçek kılabilmek için...

Ve bu insanlar uzun yollarında aile'nin, gençliğin, hayallerin ve çoğunlukla da yaşamın ne olduğunu öğreniyorlar... Aslında anlatıp isteyip de anlatamadığım o kadar çok şey var ki... Filmden bir diyalog karalarım belki, olur o zaman...

...
Dwayne(oğul): Bazen 18 yaşıma gelene dek uyumayı diliyorum... Bütün bu saçmalıkları, liseyi ve her şeyi geçmeyi...

Frank(amca):Marcel Proust'u biliyor musun?

D:Hakkında ders verdiğin adam?

F:Evet, Fransız yazar, tam bir kaybeden... Asla düzgün bir iş edinememiş, karşılıksız, eşcinsel aşkları olmuş... Kimsenin okumadığı bir kitap için neredeyse 20 yıl uğraşmış... Ama aynı zamanda muhtemelen Shakespeare'den sonraki en büyük yazardır... Her neyse, hayatının sonuna gelir, geçmişe bakar ve en çok acı çektiği senelerin hayatının en güzel seneleri olduğuna karar verir... Çünkü o yıllarda kendini bulmuştur... Mutlu olduğu yıllar tamamen boşa gitmiş, hiç bir şey öğrenememiş... Yani 18 yaşına dek uyursan, ah, kaçıracağın acıları bir düşün! Yani lise... Lise, senin en iyi acı çekme yıllarındır! Bundan daha iyi acı çekemezsin...

D:Biliyor musun ne var? Güzellik yarışmasını sikeyim! Hayat zaten bir biri ardına takip eden bir güzellik yarışmaları bütünü... Okul, üniversite ve sonra iş... Sik bunu... Hava Akademisini de sik... Eğer ben uçmak istersem, bir yolunu bulurum! Sevdiğin şeyi yap ve gerisini siktir et!
...

Bu aslında filmde insana bir şeyler anlatmayı başaran bir sürü kareden yalnızca biri... (Bir de filmin sonu var ki, işte o her şeyi anlatmayı başaran, ağlatan kare)

Filmi izledikten sonra oturdum düşündüm, zaten saat bu saat olmuş, kendime bi çay koydum ve dedim ki aynen Dwayne gibi, "I hate everyone..." Evet an itibariyle herkesten nefret ediyordum... Ama düşününce, hayat da sevmeye değer olgular da vardı, sevmeye değer üç beş tane insan... Midemi kaldırmayan üç beş tane insan sadece... Daha da az sayıda olgu... Ve çekilecek daha çok acı vardı... Önümdeki yola baktım da, daha şimdiden şikayet etmeye başlamışım, aslında çekilecek daha çok acı vardı... Sonra da dedim ki yine Dwayne gibi, "Sik hepsini, sevdiğin şeyi yap ve gerisini siktir et!.." Kendime geldim, baktım, uykum gelmiş...

Ve gecenin şu saatinde yanımda amcam olsun istedim, babam olsun... Evin yıkılmamış ve yerine yenisi yapılmamış küçük balkonu olsun... Ben hayata küfür eden 15 yaşındaki ben olayım, onlar da eski onlar... Sonra Ece arasın, trip yapsın... Annem arasın, akşam yemeğine çağırsın ama babamların bar önerisi ondan daha çekici geldiği için Ece niye annenlere gitmedin diye tekrar trip yapsın... Olmaz mı? Galiba bir kaç kısmı dışında olmaz ya... Siktir et hepsini... Daha çekecek çok acı var...

Salı, Ocak 08, 2008

Good Morning Vietnam!

Aslında başlık ve yazı arasında pek bağlantı olabileceğini zannetmiyorum. Başlık belki de bunu yazdığım saat nedeniyle gelmiştir aklıma, belki de radyonun switch on yazan düğmesine basınca "Good morning Vietnam!" diyecek bir dj'in istekleri içerisindeyimdir,bilmiyorum açıkçası. Tipi Robin Williams'a benzemese de olur, zaten çoğunlukla dj'in tipini bilemezsiniz, sözlerini dinlersiniz, sabah sizi uyandıran bağırışını duyarsınız ya da... Of, ben bu saatte hiç çekilmiyormuşum...

Hayat, bir looptan ibaret şu sıralar... Uyu kalk, ders çalış, uyu kalk gez, uyu kalk evde otur, uyu kalk sınava git... Belirli bir program kodunun devamına yazılmış beş ya da maksimum altı farklı koddan ibaret bir loop... Bu, aslında üniversite hayatımın özeti, bu aralar dediğime bakmayın. Beni bu looptan önümüzdeki 4 sene kadar çıkarabilecek bir şey olduğunu zannetmiyorum. Loop,loop,loop... Reddedilemeyen, içinden çıkılamayan... Memnun muyum? Hayır...

Bu döngünün içinde kendime güzel bir hayat kurmaya çalıştıkça bazen daha da batıyorum, daha da zor hale getiriyorum her şeyi... Herkesi aynı loopun içinde zannediyorum, herkesi kendim zannediyorum, bildiğim terimlere uygulamaya çalışıyorum, bildiğim kalıplara... Ama üniversitenin size verdiği ilk kredisiz ders bu aslında, özellikle ebesinin şeyinde okuyorsanız, kimse senin tarafında değil, tıpkı sen olmadıkları gibi. Sen onların tarafında oldukça onlar da senden. Ne kadar da benim ideolojilerime uyan bir ders değil mi? Neyse ben de A almayı beklemiyorum zaten... Bir kez daha kendime dönüyorum...

Aslına bakarsanız, bu son dediğimden ölesiye korkuyorum biliyor musunuz? Hani derim ya hep, cehennem gibi korkuyorum... Kendi içimde, kendime özgü o kadar büyük bir dünya kurdum ki, bazen içinden asla çıkamayacağım diye çok korkuyorum... Beni rahatlatan şey, beni çekip alabilen insanların olması... Ne yazık ki hepsinin toplamı bir elin parmakları kadar bile değil, ve hiçbiri yanıbaşımda değiller... Kendime dönüyorum...

Ah, bakın sabah olmuş... Uyanıp ders çalışmalıyım, ya da kalkıp oturmalıyım şimdi... Mark Renton'un "my so-called-mates" dediği türden dostlarımla takılabilirm de... Sınırlı seçenekler arasında seçme şansım sınırsız... Elimi radyoya götürüyorum, "Good morning Vietnam!".. Ah radyo yokmuş ki başucumda... Bu, yalnızca kafamda duyduğum bir ses. Umursamıyorum pek fazla... Seçeneklerden birini seçip program kodunun çalışmasına izin veriyorum... Hangisini seçtiğimin bir önemi yok...

Cuma, Ocak 04, 2008

Başlığı Yazarsam Olmaz...

Evet! Son bikaç ayı sarhoş gibi geçirdikten sonra ayılmış gibi (bu gibi tamamen cümlenin başındakine uysun diye) olunca geldim blogger'ın başına... Ve evet, yine evet! Bu bir ordan burdan yazısı! Ordan Burdan V3.0! İşte asıl başlık bu! (bu arada evde açlık baş göstermeye başladı...)



Ordan Burdan V3.0



İlk olarak tekrar burlarda olmak güzel. Yazı yazıyodum ama tabi defterime. Hani Ece varken aldığım zen notebook var ya... Onun da her sayfasında zen mesajları var sakin ol doğru konuş ağzını kırarım gibilerinden sakinleştirici mesajlar... Yazarken deli oldum ben de...



Evde dediğim gibi yılbaşı sonrası açlık baş gösterdi... Yılbaşı da çılgındı bi taraftan... Arkada Victoria's Secret varken Barış'ın striptiz şovu yapması apayrı bi bombaydı, Seçkin,Ege,Atıl,Doğuş,Yasin falan derken zaten kendimizi unutmuşuz... Fotoğraflarla anlatabilirdim tabi ama bluetooth u açmaya üşenmekteyim idare et artık okuyucu... (bu arada bulaşıklar da hala duruyo...)



Güzel bir bayandan aldığım bir habere göre, bir başka güzel bayan olan Pelin Teyzem özlemiş beni! Acilen İzmir'e gidile, kendileriyle program yapıla! (vala yağ değil ya gayet de içimden geldi, pis yağcı dediğini duymadım sanma hanımefendi!)



22 sinde İstanbul'dayım... Uzun zaman olmuştu doğrusu çok özledim... Ama 22'sine kadar büssürü final falan var... Sonra çöküyorum Ata'ya yine...



Work&Travel a gidiyorum gibi yazın... Amerika'nın doğu kıyısına... Her şey bir Gibson Les Paul Classic için... (voodoo da olur...) Hatta başvurduğum şirketteki hatun beni aradı, konuştuk falan bi noktada sordu bana, "Peki Cenk, neden gitmek istiyosun Amerika'ya bu yaz?" diye, ben de "Gitar almak için" deyince belli bi süre yarılma süreci yaşadık kendisiyle birlikte... Bi de tabi New York falan güzel olur diye düşünüyorum...

Ege şu an en küçüğümüz olmasın rağmen baba olmuş durumda bütün evi kendisi besliyo sağolsun dostum benim...

Bu kısmı yazmazsam olmaz, bilenler bilir; aşırı ihtiraslanıp iğrençleşenlerden, düzelip takılanlardan, finallerden, "eeh tipo'ya mı binilirmiş?" diyenlerden, hayallere inanmayanlardan, salaklardan nefret ediyorum... İlk aklıma gelenleri yazdım yine...


Kaşıma piercing yaptırmak istiyorum!

Şimdilik kendinize iyi bakın... Geri döndüm, yine yazıyorum sevgili bloggera...

Cuma, Kasım 30, 2007

Şov Devam Etmeli, Ne Olursa Olsun

Bu kez giriş kısmımız Freddie'nin (şimdi bizi izlediği yerde, gülümsüyo olsun) ağzından...

Empty spaces-what are we living for?
Abandoned places-i guess we know the score...
On and on!
Does anybody know what we are looking for?

Another hero-another mindless crime...
Behind the curtain-in the pantomime
Hold the line!
Does anybody want to take it anymore?
The show must go on!
Inside my heart is breaking
My make up may be flaking
But my smile still stays on!

Whatever happens, I'll leave it all to chance
Another heartache-another failed romance...
On and on!
Does anybody know, what we are living for?
I guess I'm learning, I must be warmer now
I'll soon be turning, round the corner now...
Outside the dawn is breaking
But inside in the dark, I'm aching to be free...

The show must go on!

My soul is painted like the wings of butterflies...
Fairy tales of yesterday, will grow but never die
I can fly, my friends!

The show must go on!
I'll face it with a grin!
I'm never giving in!
On with the show...

I'll top the bill!
I'll overkill!
I have to find the will to carry on!
On with the...
On with the show!

The show must go on.
(*)


Freddie Mercury'nin ölmeden bikaç zaman önce yazdığı bu şarkının hayatımda hiç bu kadar anlam kazanacağına inanmazdım aslında. Ama dinlerken kafamda çaktı şimşekler...

İnsanın dayanabileceği raddeler vardır. Sevebileceği olgular vardır. Nefret edebileceği olgular vardır. Ben genelde değişik bir adam olduğum için bunlar farklılık gösterebilir tabi ki ben de, hatta gösterir de. Şu an hepsinin dışındayım. Renton kontrolü kaybedince Holland'ın dediği gibi; "He's in the Rider's High, no, it's way past that..."(**)

Şu an tüm o sınırların dışındayım. Belki çok sakinim belki patlamak üzereyim. Hiç bir fikrim yok.
Makyajım akıyor, kalbim ağrıyor ama gülümsemem hala yüzümde kalmaya devam ediyor...

Bana ne kalıyor peki?
Şovu devam ettirmek.
Kurduğum tüm hayaller için.
Bana çok inanan insanlar için, başka kimse için olmasa bile.
Ömrümün geri kalanında pişman olmamak için, şimdi şovu devam ettirmeliyim sahneye çıkıp.
Geçmişin peri masalları asla ölmeyecekler... Ve ben uçabilirm dostlarım!

Artık yerinden kalkıp bir şeyler yapma vakti. Bu değişimi hissedebiliyorum kendimde, oturup üzülmek yerine artık şovu devam ettirmeliyim.

Fedakarlık ne olursa olsun.
Göğüsleyeceğim, gideceğim yollar ne kadar olursa olsun.
Kalbimi geride bıraksam bile
Makyajıp akıp, kalbim ağrısa bile
Gülümsememi bırakmalıyım
Şov devam etmeli...

Etrafımdaki insanlara bakınca kendimde bu gücü buluyorum, çoktan her şeyini yitirmiş insanlar, sahneden seyircilere bakınca kendimde bu gücü buluyorum, bir beklentisi olan insanlar, beni bekleyen insanlara akınca bu gücü buluyorum... Gidebilme gücünü, uzaklarda tek başına savaşabilme gücünü...

Tek silahı hayalleri olan yalnız savaşçı. Tek desteği bir avuç hayal ve daha da az insan...
Devam et o zaman...
Hiç bir amaç daha kutsal olamazdı senin için...

Hepsini bir sırıtışla karşılayacağım,
Asla pes etmiyorum...
Şovla birlikte...
Şov devam etmeli!

(*)Queen-Show Must Go On
(**)Eureka Seven-Episode 20

Çarşamba, Kasım 28, 2007

Yalnızlık Kalem

Koşuyorum... Koşuyorum...
Peşimde cehennemin kendisi varmışçasına koşuyorum...
Bir anda bildiğim, çok iyi bildiğim sıcacık bir yer.
Karanlığın içinde, karanlıktan karanlık bir pelerin...
Bana tüm evlerden daha çok kucak açan, tüm kalabalıklardan daha fazla, tüm kucaklardan daha sıcak.
Buz gibi soğuğun içinde, soğuktan daha keskin aynı zamanda...
Kendimi en iyi hissettiğim yer.
Aslında düşününce kendimi en iyi hissettiğim yerler ne çok da değişmiş. Evim, basketbol sahası, odam derken en sonunda gerçek olanı bulmuşum.
En çok tanımaya çalışıp aynı zamanda en çok tanıdığım şeyle konuşabildiğim tek yeri bulabilmişim.
Kendimle.
İnsanlar bunu asla anlayamadılar. Tecavüz ettiler buna.
Evet! Tecavüz...
Bilip bilmeden geldiler üstüne, boş sözleriyle, sözde arkadaşlıklarıyla, çürümüş bilinçleriyle...
Birer birer gelip istediklerini alamadan geri döndüler.
Çarpık diyarımda kendi düz beyinleriyle kayboldular, yok oldular.
Anlamaya çalıştılar burayı, haritalar çıkarmaya çalıştılar, beceremediler.
Hiç beceremediler.
Anlayamadılar insanın seçtiği yolun bu olabileceğini.
Hiç biri bunu seçebilecek kadar kendine güvenli değildi çünkü. Hiç biri bunun yaşamın kendisi olduğunu anlayabilecek kadar açık değildi.
Bu öyle bir şeydi ki, hiç biri bunu söyleyebilecek kadar açık sözlü değildi...
Ve tecavüz ettiler.
Ölüm korkularıyla, dolu elleriyle, aptal nasihatleriyle, büyük hayat anlayışlarıyla, yüksek bilgileriyle...
Tecavüz ettiler.
Yıkmaya çalıştılar.
Ama hiç ulaşamadılar.
Nereye bakacaklarıyla ilgili en ufak bir fikirleri bile yoktu çünkü.
Ben kapattım gözlerimi.
Karanlığın içinde, karanlıktan karanlık bir pelerin. Sarıyorum etrafıma.
Burda benim, burda sakinim, burda tüm kalabalıkların içinde hepsinden uzaktayım.
Burda yalnızım.
Yalnızlık kalem.
Gelin şimdi buraya, bunu anlayabilirseniz, idrak edebilirseniz.
Gelin şimdi buraya, sonuçlarına katlanabilirseniz.
Gelin şimdi, sizin gibi yaşamayı ölüme seçebilirseniz.
Büyük dertlerinizden kurtulabilirseniz.
Eğer burda yazanları anlamadıysanız, sakın bunu sorun etmeyin. Bu, tamamen benden daha çok şey bildiğiniz için kaynaklanan bir durum, benden daha fazla yakın dostlarınız olduğu için, benden daha iyi anlaşabildiğiniz için insanlarla veya ne bileyim bunun gibi bişey işte, dedim ya anlamadıysanız sorun etmeyin, sağ yukarıda bir çarpı olucak tıklayın ve kapatın bu pencereyi.

Salı, Kasım 06, 2007

Road Trippin

Yine gecelerden, hiç bitemeyen bi gece...

Yine sarhoşum galiba, artık rüyayla gerçeği ayırt edecek kadar bilge hissetmiyorum kendimi.

Ve bir SiyaSiyaBend videosu arkada durmadan dönüyorken açtığım anda gözüme çarpan ilk yazı; "Kendini Bilmekle Başla İşe"

Yüzüme öyle bir çarpıyor ki, alıp beni yere vuruyor... 1 tonluk ağırlığın altında ezilmiş gibi eziliyorum bu sözün karşısında...

Kendini bilmekle başla işe...

Kendini bilmekle başla işe...

Unutmaya çalışıyorum videoyu, bu yazıyı olduğu yerde bırakıp gitmeye ve yatağa gidiyorum... Soğuk yatak... Karanlık, kapkaranlık, Tepecik'li bir fahişenin cinsel organı kadar karanlık oda... Gözlerimi kapatmama gerek yok... Karanlığa sığınsam da huzur vermiyor. Dünya artık eski göz kapatma numarasını yemiyor... Bir yatağım vardı, oralarda bir yerlerde... Annem gibi kokan, babam gibi sarılan bana. Tam olarak var mıydı onu da hatırlamıyorum, rüyayla gerçeği ayıramıyorum, gözlerimi kapatıyorum. Pek sevgili Kum Adam da gelmiyor bu gece beni uyutmaya... Uyutmaktan çok, unutmuş artık beni... Dünyada bir yerlerde bir masumiyet kırıntısı yerden havalanıyor rüzgarla uçuyor, ta kollarımı uzattığım pencerenin önüne kadar geliyor... Uzatıyorum kollarımı bir umutla, uzanıyorum, uzanıyorum, geri çekiliyor usulca, hiç belli etmeden, düşüyorum. Düşüyorum, düşüyorum... Rüzgar her şeyi alıp götürüyor... Zemin. Çok sert çarpıyorum bu defasında... Üstüm başım kan içinde. Başımı göğe kaldırıyorum, mavi değil artık, kıpkırmızı...

Tüm inandıklarım geliyor şimdi aklıma. Hayret. Unutmak için değil miydi bu kadar çaba? Ah, Mick ne güzel de diyor, hepsini siyaha boyuyorum...

Aynada kendime baktım biraz önce. Göz altı torbaları, iğrenç gözüken yağlı saçlar, onca biranın burdayım diye bağırdığı bi göbek, ifadesiz bi surat. Ayna kırılmak istiyor. Dünyada bir yerlerde hiç tanımadığım insanlar o aynalarda kravatlarını bağlıyor, saçlarını tarıyor, sevdiği kıza açılabilmek için provalar yapıyor, yattığım yerden hepsini izliyorum... Hepsinin tek tek hayranıyım... Hepsini tek tek öldüresim var.

Bir adam, dünyanın çok da iyi bildiğim bir yerinde tüm umutlarını bana bağlıyor, bir kadın, aramızda binlerce engel olan bir kadın ona hiç söyleyemediğim sözleri duyabilmek için rüzgara kulak veriyor, esip gidiyor rüzgar... Ben, ellerimde adressiz mektuplar olduğum yerde oturuyorum, penceremden düşmeden hemen önce.

Yine aynı şeyi yapıyorum tüm anlatacaklarımı birbirine geçiriyorum. Tek sebebi var, bu dünyada en çok bilmem gereken şeyi bilmiyorum... Binlerce şey bilen ben, bunu bilmiyorum işte...

Kendini bilmekle başla işe...

Yüzüm gözüm şişmiş, dayanamıyorum daha fazla... Uyuyorum, uyur gibi yapıyorum. Dünya bu göz kapatma numaramı yemiyor ama...

Duygu, biraz duygu? Mazhar ve arkadaşları da güzel demişler...Yalnızlık ömür boyu... Kendi kurduğum kalemde o kadar güzel bir hayat yaşıyorum ki... Tek nüfusun yaşadığı bu kalede her gün bir cenaze kaldırıyorum.

Kollarım iki yana açılmış, kırmızı halıdan içeri düşüyorum ve Swanney soruyor; "Beyefendi taxi çağırmamı isterler mi?" Ambulansın sesini duyabiliyorum.

Bir anda merdivenlerde buluyorum kendimi. Dört basamak sonrasında bir kapı var, ellerimde de anahtar. Zar zor çıkıyorum merdivenleri, anahtarı deliğe sokuyorum, açmıyor. Kapıyı yumrukluyorum son gücümle, kimse açmıyor, kimse açmıyor...

"Acınası hayat tarzı, sınavlar ve ilham vermeyen öğütler artık geride kaldı, önümüzdeki tek gerçek yol artık... Bizi görmelisin Anne, haydutlara benziyoruz, gittiğimiz her yerde dikkat çekiyoruz..." Zamanlardan geçmiş zaman, insanların çok tatlı konuştuğu kıtanın ortasında bir adam, Ernesto "Che" Guevera de la Serna annesine bu mektubu yazıyor... Ah, Ernesto...

Tam ortasındayken her şey dönmeye başlıyor...
Kollarımı uzatıp düşüyorum...
Düşüyorum...
Tüm dünya siyaha boyanıyor...
Aynalar kırılıyor...
Elimdeki mektuplar alev alıp yanıyor...
Bir bira şişesi elimden düşüp kırılıyor...
Duygu, biraz duygu...
Rüzgarda uçan parlak bir parçacık, küçücük bir şey...
Kapanan gözlerim...
Swanney...
Sirenler...
Yalnızlık Kalem...
Açılmayan kapı...
Ernesto...

Kendini bilmekle başla işe...

Midem bulanıyor, dünya yavaşlıyor ama asla durmuyor... Kusuyorum, tüm içimdekini bir kerede kapkara kusuyorum ve o kusmuğun içine yüzümü gömüp uyuyakalıyorum...

Pazar, Kasım 04, 2007

amaçsız

Blog, blog sevgili blog...

Beer, beer, tiddly weedly beer...

Boş sokaklar, amaçsız, düz yürüyüşler, amaçsızca gezicem diye çıktığın yürüyüşün bile bir amacı var, sokakların bile bir amacı var, reset...

Mark Renton gibi düşünmek istiyorum, yaşamı seçmemek.. Crap! Düşünebilecek beyin hücrelerim are unavailable...

Tuvalette büyük bi keyifle vücudundaki pisliği atarken bira içmek ne güzel! Ah...

Idioteque ve smack My Bitch Up dinlerken bira içmek ne güzel!

In fact, bira içmek ne güzel!

Siz insanları hala anlayabilmiş değilim...

Kafan güzelken uyuyamamak... Nedendir ki?

İnsan niye her hayal kuruşunda cesaretlendirir kendini?

İnsan niye cesaretlendirir kendini? Ani kararler verir, ve dünyanın en iyi bokuymuş gibi tapar bunlara?

Cenazemi izleme fırsatım olsa, ve müdahele etme şansım hepsine evlerine gitmelerini söylerdim... Sevgi gösterilerini hiç sevmem... Bi noktada hayatımdaki her insanı terk ettim, beni terk etmelerini isterdim, toprağa girmişim işte, saygı gösterin...

Bi gün hayatı seçmemeyi becericem...

Galiba bu gece üzerime gelen şok dalgasından bu kadar, sonrakinde görüşmek üzere...

O değil de, bira faalan, ne güzel...