Pazar, Nisan 17, 2011

A Symphony In C


Bir oraya, sonra bir daha bir bakıyorum bir buraya, bir şuraya türkçe ne kadarına izin veriyorsa o kadar yere; kafam; gidiyor da geliyor. Boğuluyorum. Midem bulanıyor, bunda metafor yok (midemde en azından).

Neler geçiyor aklımdan, ben bir bilebilsem, o kadar hızlılar ki manual olarak yetişmemin imkanı yok. Eh, otomatik de bende yok, 80lerin sonunda yapılmış şeyde otomatik mi olurmuş efendim hiç? (mercedes de falan vardır belki, manda kasalı böyle konsolos arabası tadı)

Neyse, neyse değil; o konsolosun arabasını da şoför kullanıyor, hem para alıyor, hem de otomatik araba kullanıyor...

Neyse, bu sefer neyse; herkesin bir fikri var. Aslında hiç kimse sadece yer kaplamıyor, herkesin baya baya, çok ciddi, hani harbiden yani delikanlı gibi baya da yani ciddi gerçekten, öyle şaka değil, denyoca da olsa, çığırlar da açsa, yani gerçekten ciddi ciddi, az ciddi değil, bir fikri var.Bazen aklım almıyor ha. Gerçekten, nasıl oluyor? Bence herkesin fikri olmalı, herkesinkafasından bir şeyler geçiyor, ama anlamıyorum bazen; değişkenler ne? Parametreler ne? Hangi grafikten bakacağız değerleri?

80'lerin sonu dedim ya, bazen çok karizmatik geliyor aslında, ben doğduğumda herkesin yine fikirleri vardı. Hem de çok güzel aslında; 80'ler. Babam çok değil, 4-5 sene evvelinde annemi arayamıyor, ona mektup yazıyordu uzaktan. Bırakın bir uçağın kanadının altını, haritalarda önünden geçmediğim yerlerde birilerini öldürüyorlardı, müzik güzeldi (buna da geleceğim, gelmek istiyorum, of), ne bileyim babamlar evde limondan mayonez yapıyorlardı (siz mayonezin öylece oluverdiğini mi zannediyordunuz? ben öyle zannediyordum), konserlere gidip ya da belki bir film izleyip dünyayı ele geçirebilecek fikirlerle eve dönüyorlardı, insanlar hep ama hep ince bellilerdi, pantolonları bir garipti ama iyiydi falan filan. Ben de hepsini nerden biliyorum? Babama soruyorum işte, mayonezi evde yapardık diyor (bu kadar anlatıyorum da açtım baktım tam ben doğduğum aralarda ne olmuş diye, Turgut Özal cumhurbaşkanı olmuş. Peh der geçebilirdim ama Turgut Özal önemlidir; o olmasaydı asla ergenlik zamanlarımda babama "ee ama böyle Turgut Özal işletme mantığıyla Süleyman Demirel laflarını kombine edip çocuk mu yetiştirilir?!" diyemezdim).

Neyse işte, yine neyse; o zamanlarda ben ve akranlanım doğduk; dünyanın bana göre en karaktersiz, en deri ceket giymeyi hak etmeyen jenerasyonu. Seksenleri zaten kaçırmış, doksanlarda aklı yerinde olmadığı için hatırlayacağı şeyler Burak Kut ve atari salonları arasında gidip gelecek olan bir topluluk.

O da değil de yazının başını dönüp okumaya korkuyorum;kim bilir nelerden bahsedecektim... Plan yapmak lazım ya, çok plan yapmak lazım, hep planlamak lazım. Benim de bir fikrim var ama bir planım yok. Hayır hayır; benim fikirlerim var, bir sürü var, çok var, sığmıyorlar diye puntoyu küçültüyorum bu kez de görünmez oluyorlar, fontu değiştirmeye ise götüm yemiyor.

Neler geçiyor aklımdan, bir bilebilsem...

Ama ben çok sıkıldım. Her zamanki gibi değil, sadece sıkıldım işte, artık kendime bu benim hakkım değilmiş, bunu gizli gizli yapmak zorundaymışım, çok ayıpmış gibi davranmayacağım. Sadece canım sıkılıyor işte ve sarmıyorum hiçbir yere; kendime sarıyorum ben küçük küçük, küçük küçük.

Size bir sır vereyim mi? Yaklaşın.

Do majör en sevdiğimdir. Belki sadece harfinden dolayı ve hiç arıza almaz içinde, arızayı sevmez, huzuru kaçar, canı sıkılır.

"So you'll be an Austrian nobleman?
Commissioning a symphony in C.
Which defies all earthly descriptions
You'll be commissioning a symphony in C." (*)

(*) Cake'den.

Pazartesi, Nisan 11, 2011

Physics is a Bitch


"Fluid; it's a difficult subject. You have to understand the physics behind it, you have to understand and assume how the fluid behaves. After you understand these, you can solve any problems regarding hydraulic machinery. This is what engineers do, not just memorizing problems solved in the class. You have to derive a solution. In the midterm exam last week, I asked a question, your first question and it was easy, just a pipe with two pumps. But only one of you had the ability to solve it. It was not in the book, it was unlike any problem solved in the tutorials or the class. But it was one of the easiest. You just had to use your mind. Please do not memorize, just use your mind so that you can find a solution for anything you encounter. I just can't believe only one of you did it. So, although he had some mistakes here or there, I gave him 90 points."


-Dr. Loay Aldabagh

Bölümün küçük seminer odasındaki rahatsız tek kişilik masalardan birinde uyuklarken bu sabah ve içimden "geç işte ya, tamam zaten canım sıkılıyor, engineer falan sen de kafa ütülüyorsun Loay" diye düşünürken benden bahsettiğini nerden bilebilirdim ki?

Bernoulli'yi seviyorum, bazen.

Pazar, Nisan 10, 2011

Jealous


-When did you become so good at this?
-I had the best teacher.
-Who?
-You.
-Really?
-Yeah.
-So... Do you lose your virginity with me, in the future?
-Mm.. No,sorry.
-Hmm...
-Are you jealous?
-Shut up!
-I like it when you're jealous.
-Really?
-Yeah.
-Love him.
-Who?
-Me.
-But I love you.
-No, me of this time; it will be your love which makes him who he's supposed to be; me. (*)


(*)İzlediğim en güzel sex sonrası diyaloglardan biri bence, Misfits'den. Birazcık da değiştirdim kestim yapıştırdım. Çok bir şey ifade etmemiş olabilir ama adam zamanda geriye gelmiş, ordan anlayıverin işte...
Ve not; bebeğim söz, biz de çektireceğiz tabelanın önünde öyle, çok canım istedi (burda söz kendime biraz da) (:



Pazartesi, Mart 28, 2011

Ne Şanslıyım, Bir Gün Daha Geçti, Hem de Bir Saat Kara Bile Geçtim

"God knows your lonely souls"

Böyle diyor şarkı.

Bu kaçıncı bundan sonra blog yazmayacağım deyip de yazışım bilmiyorum. Komik, plastik bir kutunun içine yerleştirilmiş dijital bir sunucuya neden trip yapıyorsam...

Kendimi 3. kişi bakış açısından izliyorum. Elimde kontrol cihazı yokmuş gibi, izliyorum sadece yukarıdan, biraz izometrik bir açıdan kendime bakıyorum. Çok garip hareketler yapıyor izlediğim ben. Çünkü hiçbir şey yapmıyor. "Atıl" olmak. Telef olmak.

Neyse, boşversene, ne yazacağımı bile bilmiyorum. Sadece uzun bir şeyler olsa iyi olur, sıkılıp okumayın diye.

"What have I become?" diyor şarkı.

Bu bir dönüşüm, bir değişim, transformasyon benim söylemeyi daha çok sevdiğim haliyle.

Bu bir dönem sadece ve geçecek diyorum kendi kendime, her gün diyorum bunu. Hani boyunuz uzarken anlamazsınız ya nasıl uzadığını, duvarlara attığınız çentikler büyürken söyler ama, onun gibi olacak belki de. Bu dönem bitecek ve bittiğini anlamayacağım ilk başta. Sahi ya, o çentiklerden var mıydı benim büyüdüğüm ev(ler)de? Sanki hatırlayabildiğim en eski zamandan beri kocamanım.

Bu geçecek. Acı geçecek, sıkıntı geçecek, yalnızlık bilinci geçecek. Kriptonitin üstüne kurşun kabı koymanın bir yolunu bulacağız bir gün.

Söyle bana Jor-el, sen ne yapardın? Binlerce galaksiden topladığın milyonlarca sanat eserini, bilimsel çalışmayı beynime işlemek dışında, bana bir fikir ver. Sen ne yapardın Jor-el? Bana bir şey söyle.
Bana bir cevap ver.

Cevapları bilemeyeceksen büyük mavi olmanın ne anlamı var ki?

Cevapları bulacağım. Bir yolunu bulacağım. Boşverdim 20 yıl sonra ne olacağımı, yaşlanınca üşüyen kıçımı neyle soğutacağımı boşverdim. Ben önce bir cevap bulacağım.

Biz her şeyi çok güzel yapacağız, buna inanıyorum. Cevabı bulacağıma da inanıyorum.

Hem belki de ağzımdan çıkan her söz, parmaklarımla yazdığım her mesaj, ulaştırdığım her haber, bu sunucuda kaydedilen her bir yazı duvardaki birer çentiktir, değil mi?

Çarşamba, Mart 16, 2011

Kill the Pressure

"Deep inside of a parallel universe,
It's getting harder and harder to tell what came first

Under water where thoughts can breathe easily
Far away you were made in the sea; just like me

Christ I'm a sidewinder; I'm a California king
I swear it's everywhere; it's everything

Staring straight up into the sky
Oh my my; a solar system that fits in your eye; microcosm

You could die but you never dead; spider web
Take a look at the stars in your head; fields of space kid

Psychic changes are born in your heart entertain
A nervous breakthrough that makes us the same; bless your heart girl

Kill the pressure it's raining on; salted cheeks
When you hear the beloved song I am with you" (*)


Dur, düşün. Dur, düşün. Dur,düşün. Dur,düşün. Bir gün hareket de edebileceğini söylüyorlar; söz veriyorlar.
Dur, düşün.
Dur, düşün.
Dur.
Düşün.
Dur.



(*) Parallel Universe-Red Hot Chili Peppers

Perşembe, Mart 03, 2011

Wish

God grant me strength, do not test my patience be my flashing sword, be the armor on my bare skin; I beg you. Just send us the cure; as the disease is already here.

Salı, Ocak 11, 2011

Bilinçli Tüketici

Size sesleniyorum.
Orada her kim varsa.

Okulun duvarlarındaki panolara bakarken boş boş gece saat 11 civarıydı sanırım, kafam bir kova suya girip çıkmış gibi nümerik analizden, Henry Ford'u gördüm. Çok kısa biyografisini ve bir de yakışıklı resmini. Ezbere bilmeme rağmen okudum tekrar.
Belki bilmeyenler vardır, benim de tüm misyonum anlatmak ya, anlatayım; Henry Ford, Ford'un kurucusu, işçilere vereceği maaşı seri üretim makineleriyle değiştirip Amerika'daki her şehre ve altı kıtadaki en büyük şehirlere bir bayi açarak inanılmaz zengin olmuş bir adam. Kullandığı tek bir faktör var ki ben onu çok seviyorum, okuduğum panoda ilgimi çeken de oydu o anda;
"Consumerism"
Tüketicilik.
İnsanlar daha çok tüketmeseydi günde 6 yerine 60 otomobil üretmeyi icad etmiş bir adam, nasıl zengin olabilirdi?

Biz insanların en çok bu huyunu seviyorum; tüketiyor oluşumuzu. Tüketiyoruz, hem de inanılmaz bir hızda, inanılmaz bir iradeyle. Hiç durmadan tüketiyoruz, tüketilebilmek için satıyoruz kendimizi, pazarlıyoruz. Profil fotoğraflarıyla, yazdığımız bu bloglarla, yakışıklı elbiselerle, cafcaflı konuşmalarla,çaldığımız müzikle, yazdığımız hikayeyle, sahip olduğumuz eşyalarla, sahip olduğumuz her şeyle satıyoruz kendimizi. Tükenebilelim diye. Tükenebilelim ki, tüketmeye devam edelim, boşalalım ki, dolabilelim.

Yanlış anlamayın, çoğu zaman olduğu gibi kızgın değilim bir şeye, dövüş klubü edebiyatı da yapmıyorum, sakın yanlış anlamayın. Yazdığım şeylere karşı değilim çok, nasıl olabilirim ki, siz tüketiyorsunuz, ben de tüketiyorum. Siz üretiyorsunuz, ben tüketiyorum, ben üretiyorum, siz tüketiyorsunuz.
En güzel yanı da bu zaten, üretmeye teşvik ediyor.

Tükeniyor olmak beni ve bana benzeyen insanları gerçek anlamda tüketiyor olsa da, tükeniyoruz. Aynı cümlede bu kadar kullanabilirdim sanırım bu kelimeyi.

Herkes bizlerden bir parça isterken, biz birarada durmaya çalışıyoruz.

Sakın beni yanlış anlamayın, bilinçli tüketiciler olarak; yanlış anlarsanız, nasıl tüketeceksiniz?

Çarşamba, Aralık 15, 2010

You remember that guy?

Hayatınızda ara sıra saklanmak için küçük bir yer istiyorsanız, sadece 2 saatliğine etrafınızda zaman dursun ve siz bir nefes alın diyorsanız, problemleriniz var demektir.
Ele geçiriliyorsunuz demektir. Size doğru geliyorlar demektir.
Dün, bugün ve yarın birbirinden çok farklı.

"Kaplan'ın gözü"nü yitiriyorsunuz demektir.

Biraz nostaljik olacak belki ama bu bana Mick'i hatırlatıyor. Der ya Rocky'ye;

"Senin başına bir savaşçının başına gelebilecek en kötü şey geldi; medenileştin."

Rocky hayatının dayağını yer. Gözündeki bakışı, içindeki ateşi, kendisini hiç ellerini kaldırmadan gard almamasına rağmen on beş raund boyunca dayak yerken ayakta tutan inancı kaybeder. Hayatta kalan değil, yaşayan olur. Medenileşir. Gerçekten de başına bir savaşçının başına gelebilecek en kötü şey gelir.

Rocky hayatının dayağını yer.

Ve bir gün ciğeri beş para etmez bir herif Rocky'e duvardaki kocaman bir resmi gösterip sorar;

"You remember that guy Rock?"

Rocky bakar, şampiyonluk maçından önce çekilmiş kendi resmidir.

Rocky hayatının dayağını yer.

Salı, Haziran 01, 2010

Death By Misadventure

Bu gece çok fazla içki içtim. Gereğinden daha fazla. O kadar ki, en sonunda bakkaldaki pos makinesine şifreyi giremiyordum.

Brian Jones. Nedense aklıma o geliyor. O kadar özel bir adam ki aslında, küçük bir çocukken babamın bana ilk Rolling Stones albümümü hediye edişini hatırlıyorum, tek bir adam ilgimi çekiyordu. Brian Jones, herkesin düşündüğünün aksine Mick Jagger tam bir kolpadır onun yanında. Keith Richards kim olduğunu bile şaşırır Brian Jones gitarını çaldığı zaman, tabi ki çalarsa.

Brian Jones her zaman bir dahi olmuştur. Gitarı elimize aldığımızda yeni bir şeyler yazmak konusunda onu ağlatabilirdim, eğer yaşasaydı. Ama gitarı çalmak konusunda ustadır abimiz.
Tüm gitar safsatasını geçersek, Jones özel bir adamdır. Rolling Stones'u kurmuştur bir kere. "Blues purist" derler Jones için, her zaman bluesa sadık kalmıştır. Beatles'a karşı gelmiştir. Ve bir gece doğu Sussex'deki evinin havuzunda ölür Jones, 27 klübüne katılır. Bu küçükken hepimizin hayali değil miydi?

Anita'sını arar Jones hayatı boyunca, artık grupta kardeşi gibi sevdiği adamın koynunda olan Anita'sını, telefonları "Nita?" diye açar, kafası güzel olduğunda "I'm ok Nita" der tanımadığı kadınlara, Anita'sını bekler, gitarını ve mızıkasını Anita'sı için çalar. Jones özel bir adamdır. Uyuşturucuyu hayatı boyunca kaldıramaz, Anita'sını arar.

Ben bazı günlerde elime gitarı alıp koltuğumda Brian Jones taklidi yaparım, başka birinin taklidini değil. Brian Jones olduğundan o, başkası değil.

Aslında evi yoktur Jones'un. Evini arar belki de hayatı boyunca. Bulamaz ne yazık ki.

Bir gün şöyle der hiç tanımadığı bir adama;

"Basın ne kadar yalan söylerse söylesin, bir şey doğru; benim en büyük düşmanım her zaman bendim. Ailem beni evden kovduğunda yalnızca ben kaldım geriye, ben ve müziğim."

Keşke onun kadar cesur olabilsem.

Neredeyse okumayı yeni öğrendiğimde tanıdığım bu adam gibi olabilsem.

Ben bazı günlerde elime gitarı alıp koltuğumda Brian Jones taklidi yaparım. Dudaklarımdan dizeler dökülür.

"You raise up your head
And you ask 'Is this where it is?'
And somebody points you and says
'It's his'
And you say 'What's mine?'
And somebody else says
'Where what is?'
And you say,
'Oh my God, am I here all alone?'
But something is happening here
And you don't know what it is
Do you, Mister Jones?"

Cumartesi, Mayıs 15, 2010

Verge

Here. I'm sitting right here, on a sofa not mine, not ours, a red, soft, comfortable sofa which I really don't know whom it belongs to. But I'm sitting on it. No, no. I'm lying on it. The beer can hanging in my hand, ready to spill all of the contained, precious liquid onto the luxury carpet. God. My head's swinging and crashing through the walls of an endless hallway. I take a look at my surroundings, the house is decorated so nice that I wish it was mine. I take another sip from the can and rest my head on the extremely nice arm of the sofa. There are some magazines scattered through the floor. But then, and this is a big, hairy "but" by the way, which is supposed to draw your attention; so many things happen at the same time. It feels like an earthquake. I hear a key turning in the lock. Fuck. Suddenly I remember why I'm here. Everything gets clear by the minute. I hear screams of joy coming from the room next door. A deep state of orgasm can be sensed through the air. Then I remember, fuck I remember... Mr. E. is inside with that girl. Which girl? That girl. The girl from last week. And what am I doing here? Isn't it obvious? I'm riding shotgun. Keeping an eye out, you know. Besides, that's one very nice try at putting "I don't have anything else to do, and you have booze in the house i presume" that way. Everything makes perfect sense but, this manor we are in has a lord and that guy definitely is not Mr. E. I wish that we could own the place, though. The guy is approaching faster than the speed of light. I get up, jet through the room and I step inside the love palace. Mr. E and the lady both do not give a damn about me, I can understand as much from the way they both scream. They really don't give a damn, not until I grab Mr. E by his shoulders and whisper;

"Yo, E., the guy's here."

"The guy? Who?"

"The lord of the manor idiot, the fucking King Henry the fucking 8th or something"

My eyes sweep through the room like the man would storm in any minute to beat the crap out of us with a cock-shaped iron bar.

"So what?" He is laughing terribly and the crazy hysteria gets its hold of me. We both crumble by the bed as the not-so-gracious-now lady gets her clothes while she runs into the bathroom.

He asks if I've got any beer with me, this makes me laugh even more, then I pass the can to Mr. E. As he drinks the booze we both cock our ears just to hear the approaching footsteps with an annoying yell; "Honey! I'm home."

I turn to Mr. E. "How many guys still shout 'Honey I'm home' when they get in?"

"Only those with ladies this beautiful and houses this great I suppose" We stick with laughing, still sitting beside the bed. He goes on; "You know that if we beat up the guy, we shall be arrested and charged for breaking and entering, too, right?"

"Yeah I know. But I won't let him touch us anyway, especially in your naked, I-just-had-sex-I'm-so-sensible-right-know state. "

"Oh, nice reminder" He barely puts all of his clothes on right when the door opens slowly.

The guy is a fat douchebag. I can notice a douchebag where ever I see one. This one's a douchebag, that's for sure. Short length, overweight, the remainders of useless hours spent in a gym, money earned not by brains, but silver spoons up in an ass, ah come on, the fucking man even has flowers in his hand. I just want to ask; "Who were you fucking tonight just as your wife was wrecking the brains out of Mr. E.?"

All three of us look at each other. Then we start running. Through the balcony door and onto the wet grass, cold night air and so many other beautiful things I can't remember now. We're laughing so loud that every bit of it reminds me of the God that created us.(*)





(*) Quoted from 'Verge of Breakdown', some scribbling I scrabbled. Still It turned out to be nice, I suppose.

Ayar Vermek

Aslında neler anlattığıma bakma, hepsini boşver, o kadar güzel anılarım var ki, o kadar muhteşem dostlarım, o kadar mucizevi, ihtişam dolu anlarım, sen gerçekten bakma neler anlattığıma benim.

Benimki biraz mavi olmakla ilgili.

Eğer mavilerde dans edip, parmaklarından onu çıkarmak istiyorsan acıyı sevmen gerekir cümlesi çok yanlış. Acıyı asla sevmemelisin. Acıdan nefret ettiğin sürece mavilerde yer bulacaksındır. Ben sadece acıya alışığım. Başımı kaldırıp bakıyorum. O kadar derin bir pislik gördüm ki, artık bir daha iyi şeyler göremeyeceğimi söyleyen genel kanının aksine güzel şeyler daha çok dikkatimi çekiyor. Evrene inanılmaz büyük bir kara deliğin içinden baktım ve sonra da kendi içimden kara deliğin kendisine. Karanlığın içinde kendimi gördüm. Kendi karanlık yüzümü. Onunla yüzleştim, onunla savaştım, onun gözünü oydum, onun ağzını kırdım, kulağını ısırdım, yere düştüm, tekrar kalktım, tekrar vurdum, hayalarına tekme attım, onunla seviştim, içime çekip bıraktım, sarılıp tuttum kollarımda. Karanlıkta genel kanının söylediği şeyin aksine; hiç bir cevabı bulmadım. Karanlıkta karanlığı buldum. Karanlıkta karanlığın bulunması gerekiyordu çünkü.

Karanlığı alıp kendimi baştan aşağıya siyaha boyadım. İnanılmaz bir kamuflajdı bu. Ta ki, ta ki güneş doğana kadar.

Güneş doğarken başımı kaldırıp bakmak zorundaydım. Yüz yüze geldiğimizde karanlığım yere aktı, çırılçıplaktım artık. Bu bir dersti. Bu dersi öğrendim.

Gerçekten neler anlattığıma bakma, o kadar güzel anılarım var ki...

Aşağı yukarı yirmi küsür yıldır nefes alıp veriyorum. Dönüp bakınca geri dönmek istediğin anlar olur ya, benim "ya bunlar iyiydi de, biraz sonra öyle bir şey yapacağım ki bu anılar yanında kötü prodükte edilmiş filmler gibi olacak " dediğim zamanlarım oluyor.

Mavi olduğuma bakma, bu benim iletişim kurma şeklim, mavi olmak kaderimde var sanırım. Karanlığın içinde durduğuma bakma, kaybolup gitmeyeceğim, burası benim oyun alanım. Burada kılıcım karanlıktan bile daha parlak, zırhım daha sert. Burası benim "dur" dediğim yer, burası benim 'ayarı verdiğim' yer, burası benim meydan okuduğum yer, güneşe.

Çarşamba, Mayıs 05, 2010

Mind Jockey

Haftalar süren ve zihnimi tehdit eden bir hastalık sürecinden sonra kendime geliyorum, hayatım benim için anlam kazanmaya başlıyor. Ayılıyorum da.
Hayatımı özetlemem gerekirse...

Okulu bitirmeme tam olarak (son değişikliklerden sonra) 12 ders yani 12 final, 24 mid-term, yaklaşık olarak 60 tane rapor, 7 farklı öğretim üyesi, 10 farklı asistan, 1 bitirme projesi, imzalanacak 12 farklı attendance kağıdı ve içilecek birkaç litre kahve var. En azından elimde sayısal veriler varken kendimi huzurlu hissediyorum, kim beni suçlayabilir ki?

Babam yatırımının güvenli olup olmadığını kontrol ediyor sürekli, lanet olsun biliyorum bir gün dönüp bunu okuduğumda kendimi suçlu hissedeceğim, utanacağım, kızacağım kendime ama yapabileceğim bir şey yok, ihtiyar hala beni her gün biraz kızdırıyor, galiba ben de onu biraz kızdırıyorum. Bir ailenin olmayışı böyle bir şey sanırım, sadece kızgınlıklar ve kızgınlıkların geçişleri ve kaliteli zaman geçirme diye adlandırılan kısa süreli eğlenceli olması ihtimaline aşık olunası zamanlar var.

Doğduğum şehre gitmeyeli ilk kez bu kadar uzun süre oldu. Sanırım artık orada olmak istemiyorum. Öyle bir hayat sürdürüyorum ki, kendi şehirlerimi kendi anılarım ve geçmişimle tüketip oralara adım atamaz hale geliyorum. İçlerinde sevilesi insanlar kalıyor, bölünüyorum. Bir gün, bir yerde güzel anılarım çirkin olanların sayısını aştığı an yerleşeceğim hiç düşünmeden. Bohemya'da da olsa, Amerika'nın batı kıyısında da olsa yerleşip hareket etmeyeceğim. Ben ve doğduğum şehir, artık seksten başka paylaşacak bir şeyleri kalmamış iki eski sevgili gibiyiz.

Geçen gün biri bana sordu, "yazdığın zamanlarda ilham kaynakların neler?" diye. Düşündüm, milyarlarca cevap buldum, hiç birini söyleyemedim, bay E.'yi, bayan E.'yi, 21 yılın hatırlayabildiğim 17-18 yılını gün gün sayamadım, kafamın nerelere savrulduğunu hatırlayamadım, anlamsızca bakıp "hmm.. Bukowski?" dedim, soran benle dalga geçti. Biliyor olsa gerek.

Yine taşınıyorum. 50 metre ileriye, bay E.'nin yanına, "oğlum seni doğuran fahişe, seni doğurmamış bile, fırlatmış." dediğimde beni dövmeyi aklından bile geçirmeyip küfrü basıp devam eden sevgili bay E. ile çıktığımız büyük bir yolculuğun (evlenecekmişiz gibi olmadı mı?) prototipi olarak görüyorum bu süreci, garip.

Bir de bana geçenlerde "kadın düşmanı" dediler.

Burası bok gibi sıcak. Dün akşamüstü laboratuarda baktım sayaç dış sıcaklığı 30 derece gösteriyordu, etrafımdaki insanları bir kokladım, kendimi kokladım, sayaca tekrar baktım, alnımdaki teri sildim, küfür ettim.

Kendi içimde çıktığım uzun yolculuğun hemen hemen sonuna geldim. Hey, bir saniye, bu jam session kokusu mu? Biraz yeni tel, biraz eskimiş kablo,nasırlı parmak belki? Bir defter dolusu not alınmış fikir? Hmm...

Şimdi tüm bu bilgilerin ışığında en sevdiğim punk şarkısından cümlemin içine alıntı yapıp sana soruyorum bebeğim;
Should I leave? Or should I rock the Casbah?