Çarşamba, Mayıs 05, 2010

Mind Jockey

Haftalar süren ve zihnimi tehdit eden bir hastalık sürecinden sonra kendime geliyorum, hayatım benim için anlam kazanmaya başlıyor. Ayılıyorum da.
Hayatımı özetlemem gerekirse...

Okulu bitirmeme tam olarak (son değişikliklerden sonra) 12 ders yani 12 final, 24 mid-term, yaklaşık olarak 60 tane rapor, 7 farklı öğretim üyesi, 10 farklı asistan, 1 bitirme projesi, imzalanacak 12 farklı attendance kağıdı ve içilecek birkaç litre kahve var. En azından elimde sayısal veriler varken kendimi huzurlu hissediyorum, kim beni suçlayabilir ki?

Babam yatırımının güvenli olup olmadığını kontrol ediyor sürekli, lanet olsun biliyorum bir gün dönüp bunu okuduğumda kendimi suçlu hissedeceğim, utanacağım, kızacağım kendime ama yapabileceğim bir şey yok, ihtiyar hala beni her gün biraz kızdırıyor, galiba ben de onu biraz kızdırıyorum. Bir ailenin olmayışı böyle bir şey sanırım, sadece kızgınlıklar ve kızgınlıkların geçişleri ve kaliteli zaman geçirme diye adlandırılan kısa süreli eğlenceli olması ihtimaline aşık olunası zamanlar var.

Doğduğum şehre gitmeyeli ilk kez bu kadar uzun süre oldu. Sanırım artık orada olmak istemiyorum. Öyle bir hayat sürdürüyorum ki, kendi şehirlerimi kendi anılarım ve geçmişimle tüketip oralara adım atamaz hale geliyorum. İçlerinde sevilesi insanlar kalıyor, bölünüyorum. Bir gün, bir yerde güzel anılarım çirkin olanların sayısını aştığı an yerleşeceğim hiç düşünmeden. Bohemya'da da olsa, Amerika'nın batı kıyısında da olsa yerleşip hareket etmeyeceğim. Ben ve doğduğum şehir, artık seksten başka paylaşacak bir şeyleri kalmamış iki eski sevgili gibiyiz.

Geçen gün biri bana sordu, "yazdığın zamanlarda ilham kaynakların neler?" diye. Düşündüm, milyarlarca cevap buldum, hiç birini söyleyemedim, bay E.'yi, bayan E.'yi, 21 yılın hatırlayabildiğim 17-18 yılını gün gün sayamadım, kafamın nerelere savrulduğunu hatırlayamadım, anlamsızca bakıp "hmm.. Bukowski?" dedim, soran benle dalga geçti. Biliyor olsa gerek.

Yine taşınıyorum. 50 metre ileriye, bay E.'nin yanına, "oğlum seni doğuran fahişe, seni doğurmamış bile, fırlatmış." dediğimde beni dövmeyi aklından bile geçirmeyip küfrü basıp devam eden sevgili bay E. ile çıktığımız büyük bir yolculuğun (evlenecekmişiz gibi olmadı mı?) prototipi olarak görüyorum bu süreci, garip.

Bir de bana geçenlerde "kadın düşmanı" dediler.

Burası bok gibi sıcak. Dün akşamüstü laboratuarda baktım sayaç dış sıcaklığı 30 derece gösteriyordu, etrafımdaki insanları bir kokladım, kendimi kokladım, sayaca tekrar baktım, alnımdaki teri sildim, küfür ettim.

Kendi içimde çıktığım uzun yolculuğun hemen hemen sonuna geldim. Hey, bir saniye, bu jam session kokusu mu? Biraz yeni tel, biraz eskimiş kablo,nasırlı parmak belki? Bir defter dolusu not alınmış fikir? Hmm...

Şimdi tüm bu bilgilerin ışığında en sevdiğim punk şarkısından cümlemin içine alıntı yapıp sana soruyorum bebeğim;
Should I leave? Or should I rock the Casbah?

Hiç yorum yok: