Cumartesi, Nisan 07, 2007

The Good, The Bad and the Gudubet...

Nedendir bilinmez uyumadım dün gece... (aslında bal gibi de biliyorum süper geceydi ama biz buna edebiyat aleminde gizem yaratmak adına palavra yaratan yazar sendromu diyoruz... evet güzel diyomuşuz...)

Neyse... Dediğim gibi uyumadım sonra sabaha karşı arkadaşın odasından kendi odama geldim, oturdum bilgisayarımın başına ne yapayım diye bakınırken( ki uyumak aklımın ucundan bile geçmiyordu...) oturdum ve açtım youtube'u... Orda da bakınırken yıllar yıllar öncesinden, aslında pek de öncesinden değil, hatırladığım üç büyük adamı andım bu sabah... Barış Manço, Cem Karaca ve Gökhan Semiz... Videolar arasında ondan ona atlarken Barış Manço, Cem Karaca ve Cahit Berkay'ın içinde olduğu "Uzun İnce Bir Yoldayım" düetini izledim, " Müsadenizle Çocukları"ı izlerken oradaki 3 adam dikkatimi çekti ve hemen "vitamin" yazıverdim youtube un search bar ına... Orda çıkan videoları da izledikten sonra Gökhan Semiz için hazırlanan bir fan sitesine girdim biyografi falan okurken duygulandım bir an... Daha sonra Barış Manço ve Cem Karaca'nın zamanın TRT programlarından Dolu Dizgin'de halka verdikleri cevapları izledim... Manço'nun, Karaca'nın saçları ve şapkasıyla dalga geçmesi falan derken iyice duygulanmıştım artık... Sonra biraz daha klip izledim Turkish Kovboylar, Zalım Sultan konser kaydı falan derken bıraktım... Artık canım duygularımı yazıya dökmek istiyordu çünkü... Sevgili Ece ve Eda'nın eksiklğinde anime partnerim olan Yasin'le sabaha karşı da yapıyorduk bu geyiği ( ki tecrübeyle sabit kazan gibi kafayla sakın girmeyin böyle geyiklere... demedi demek yok...) biz küçükken bambaşka şehirlerde coğrafyalarda aynı şeyler izleyip aynı şeylerle büyümüşüz diye... Tsubasa, Barış Manço, Tom&Jerry, Looney Tunes, Grup Vitamin, Atari Salonları ve şimdi aklıma gelmeyen daha yüzlerce şey... Şimdiki nesli düşündük bir de... Belki onlar bu saydıklarımın hiç birini tanıyamayacak bile... Gerçekten üzüldük... Neyse sonra ben eeh be abi yorgunum zaten yorma beni yeni nesil falan deyip odama geldim ama neyse o işin duygusal yanı...

Son olarak şöyle bitirmek istiyorum sevgili okur... Ne olacak acaba bu işlerin sonu? Kot kumaştan yapılmıştır kovboyun donu... (mu desem yoksa silahı vardır kullanmaz, bu ne biçim kovboy? mu desem diye düşünürken buna karar verdim ama ufak bi hileyle ikisini de yazdım işte.. Ha ha okur, ha ha...)

(not: Bu Turkish Cowboys klibinde Gökhan Semiz bizim Aksel'in uzun saçlı haline amma da benziyor değil mi ama??)

Cuma, Nisan 06, 2007

Resim...

Geçen yazın sıcak bir gecesiydi galiba... Masada bira vardı, fıstık falan filan daha bir sürü şey vardı... Bizim evin o büyük terasındaydık, havada hafif bir esinti vardı bahçedeki ağaçları ve saçlarımı okşayıp giden... Daha dünmüş gibi hatırlıyorum bahçenin kokusunu rüzgarın yumuşaklığını... Hatırlıyorum çünkü masada benim sahip olduğum en değerli hazinelerin ikisi vardı... Babam ve Amcam... (amcam derken Galler Prensi Edward da diyebileceğimiz Murat'tan başka kimden bahsediyor olabilirim?) Okula başlamama birkaç hafta kalmıştı, ben tüm zamanımı izmir & İzmir Fiestası konulu bir gez-toz sürecine ayırmıştım ama o gece bambaşkaydı... Şu klasik babanın oğlunu karşısına alıp tavsiyeler verme konuşması gibi gelebilir size, belki de öyle olabilirdi ama burda söz konusu olan ben ve babam ise öyle değil diyebilirim rahatça... Üstelik bir de Edward olunca... Biz babamla ve kaçınılmaz olarak Edward la et ve tırnak gibiyizdir eğer bunu karşılayan daha vurgulu bir terim yoksa... Edward a amcam derim çünkü babamın en değerli dostudur lisede tanıştıklarından beri... Daha da ötesi amcam derim çünkü amcamdır kapı komşumuz, ortağımız Bodaral organizasyonlarının belkemiği... Nasıl amcam demem ki?
Kusura bakmayın galiba konuları iç içe geçirerek anlatıyorum ama ne yapayım o gece ve bu iki değerli dostum aklıma geldikçe tutamıyorum kendimi... Babama dostum derim çünkü... Aslında çünkü falan yok... Çünkü olmadığı için o benim dostum zaten...


Neyse... O gece oturduk o masanın etrafında ve konuştuk... Ben her zamanki gibi iki dostumun sözlerini dinledim... Ve amcam o an anlamını tam olarak kavrayamadığım bir laf etti... Belki de dedi bu bir aile olarak son toplanmamız... Belki de senin bu evden son adımını atışın ve belki bir daha hiç bir zaman uzunca birlikte olamayacağız... Konuştuktan ve önümdeki biraları içtikten sonra çıktım yukarıya, belki de bir korunma içgüdüsüyle sıcak yaz havasına rağmen sardım yorganıma kendimi... Bütün gece gözlerimi kırpmadım bile bir kez olsun... Aynı sözleri düşündüm durdum... Bu değil miydi istediğim? Genç yaşta zengin olmak? Evden çıkıp dünyayı kucaklamak... Korkuyor muydum? İpleri elimden kayıp mı ediyordum? O gece uzun uzun kendimi sorguladım... Güneş doğarken kendimle yaptığım savaşın sonuna gelmiştim... Öncelikle bir hayal kurdum... Babam hep bir resim olsun gözünde der, ve o resmi çizene kadar bırakma çalışmayı, denemeyi... O resmi çizmiştim o gece... Resimde taş evlerinin yeni ekip biçtikleri bahçesinde çaylerını yudumlayan iki tane keyif düşkünü adam vardı, onların yanında da onlardan aşağı kalmayan bir tane adam daha... Ve bu adamlar bir daha o bahçeden asla kalkmamaya yemin etmiş gibi duruyorlardı... Resmin diğer yanında da tüm dertlerinden sıyrılmış bir kadın vardı... İlk olarak bu resmi çizmiştim kafamda ve ikinci olarak da yemin ettim... Ne için mi? Kafamdaki o resmi çizmek için... İnsanlar sorarlar şu hep bahsettiğin o uykularını kaçıran seni bu hayata bağlayıp adayan o durmadan uğrunda çalıştığın hayalin ne? , diye... Benim hayalim sadece bir resim ve ben asla durmayacağım...

Son olarak küçükken hep babama ve Edward a bakıp düşünürdüm... Acaba benim de onlar gibi senelerce yanımda olan ve bir gün bile benden ayrılmayan bir dostum olacak mı diye... Şimdi anladım ki ben onlardan çok daha şanslıyım... Benim bir değil iki tane öyle dostum var...

Perşembe, Nisan 05, 2007

Ses Ver...

Ben seni sorgulamaya başladığımdan beri pek konuşmadık seninle... Zaten önceden de pek konuşmazdık... Ya ben sesini duymak için ayaklarının dibinde ağlardım, bağırırdım, ya da kahrederdim, küfrederdim sana... Hepsinin amacı aynıymış daha iyi anladım şimdi... Sonra gün geldi bu sefer de sorguladım seni... Bulmak için çabalamaktan vazgeçtim bi anda... Duymak için çabalarken bile bulmaya çalışmanın ne anlamı vardı? Ya da nerde bulacaktım ki seni? İçimde mi? Dışarıda mı? Aynaya bakınca gördüğü şeyi beğenmediği için aynayı kırmaya çalışan bakışlarımda mı? Nerede? Ve vazgeçtim... İşte o günden beri hiç duymadım sesini, duymak için pek de çaba sarf etmedim açıkçası... Ne kadar konuşmasak da galiba sendin beni sabahları veya gecenin en kör zamanında arayan, sadece orda mıyım değil miyim diye bakmak için... Belki ordaydım, belki değildim, bilmiyorum...
Çok uzun zamandır konuşmadık seninle... Belki çok sinirliydim, belki çok çaresizdim, bilmiyorum, inan... Yine de son bir kez sesleneyim dedim sana burda...Gölgemin boyu uzarken batan güneşi selamlamak için başımı kaldırınca orda göremiyorum artık seni... Yeni doğan bebeğin gülümsemesinde göremiyorum... Ama içimde bir yerde biliyorum ki sana ihtiyacım var, eğer oradaysan ses ver...

Pazar, Mart 25, 2007

California Dreamin'...

Geçen gün hava kapandı, yağmur başladı arkasından... Odamda oturdum ben de pencerenin önünde... "Odam" dediğime bakmayın okulda,yurttaki odam, içinde büyüdüğüm, eğlendiğim, sığındığım kendi odam değil... Neyse... Ev hayalleri kurarken bir yandan da nerden çıktı bilmem Amerika hayalleri kurmaya başladım... Gerçekten neden bilmiyorum çünkü ben Amerikalıları sevmem(tamam biri hariç olabilir ne olmuş??:) ) Amerika'yı da o kadar sevmem ama ne bileyim çocukluğumda kurduğum bi hayal yani... Kaliforniya eyaleti işte L.A., San Fransisco, Orange County falan... Hepsi aklımdan geçerken dalmış gitmişim... O an aklımda şu şarkı çalıyodu galiba...
All the leaves are brown
And the sky is grey
I went for a walk
On a winter's day
I'd be safe and warm
If I was in L.A.
California Dreamin
On such a winter's day...

All the leaves are brown
And the sky is grey
I went for a walk
On a winter's day
If I didn't tell her
I could leave today...

Gerçekten nefis şarkı hemen attım mp3 player a yağmurun dinmesini çok da beklemeden çıktım sokağa... Yolda leyla modumda hayal kurmaya devam ettim tabi ki... Galiba Amerika'yı sevebilirim yani bir süre... Sonra odaya geldim biraz Forrest Gump izledim...Evet, evet belki sevebilirdim, eğer bir ayıyı vali, bir orangutanı da başkan yapmaktan vazgeçerlerse daha bile çok belki... (gerçi benim ülkemde de orangutanın teki başkan ama yapacak bişey yok...) Evet, güzel bir gündü anlayacağınız efkarlıydı ama güzeldi yine de... Evet evet önce bi gideyim belki severim de bilmiyorum...

Perşembe, Mart 22, 2007

Aç Kanatlarını...

Küçük beyinli insanlar yalnızca hayaller hakkında konuşurlar... Tek yapabilecekleri konuşmaktır çünkü... Kendilerine yalanlar söylerler sanki bi gün bir şeyler gerçekleştirecekmiş gibi erteleyerek kendilerine sözler verirler hep yarın yapacakları... Küçük beyinli küçük insanlar yalnızca hayaller hakkında konuşurlar... Ve senin büyük hayallerinle de alay edeceklerdir... Yapacaklar, bu kesin... Çünkü sen onların hayal bile edemeyeceği kadar büyük düşünebilirsin, nasıl alay etmesinler? Kendi küçük, minik yarın hayallerine o kadar saplanacaklar ki senin içinde yanan ateşi asla göremeyecekler, gökdelenin giriş kapısının tepesine bile bakamayan biri gökdelenin tepesine çıkmayı nasıl düşünsün ki? Küçük beyinli insanlar yalnızca hayaller hakkında konuşurlar... İçindeki ateş iyice alevlenip onları kör etmeye başladığında sakın durma... Özel insanlar vardır; belki her insan özeldir ama yalnızca birkaçı bunun farkına varacak kadar şanslıdır... Bazıları bu bilgeliğe hiç ulaşmadan ölüyor her gün, sen onlardan biri değilsin... Dedim ya tüm insanlara verilir dünyayı değiştirme gücü... Ama bazıları dünyayı değiştirmeyi uyumaya tercih eder... Sadece bazıları diğerlerinin beyinlerinin alamayacağı kadar büyük düşünmeyi becerir... Yalnızca bazı insanların geceleri uykuları kaçar tüm hayalleri ve hedefleri akıllarına gelince... Yalnızca bazı insanlar tüm dünyayı kontrolüne alır... Küçük beyinli insanlar yalnızca hayaller hakkında konuşurlar... Onlar burada devreye giriyorlar işte... Onlar olmasa sen ne yapardın? Kime bakıp hırslanırdın? Hem ayrıca bir çobanın koyunları olmazsa ne yapar? Ya da o koyunlara saldıracak kurtlar olmazsa? İyinin ölçütü kötüye göre belirlenir... Onlar olmazsa seni özel kılan ne olurdu ki söyle bana? Birileri sürekli senin hayallerinle alay etmeli ki devam et denemeye...

Peki sen ne yapcaksın? Tahmin edilemeyeni tabi ki... Küçük beyinli insanlar tahmin edilebilirdir çünkü yapacaklarını kolayca kestirebilrsin... Sen, gerçekliği değiştireceksin çünkü sen bunu her şeye tercih ettin, kendi gerçekliğini değiştireceksin, dünyayı değiştireceksin... Büyük hayallerini gerçek yapacaksın... Ve küçük beyinli insanlar da izleyecekler... İbret alacaklar mı? Bir şeyler öğrenip değişecekler mi? Hayır... Sana dahi, şanslı falan gibi aptal sıfatlar takıp kendilerini haklı çıkaracaklar yine... Sen ne yapcaksın? Bu sefer onlara bakmayacaksın bile... Dünyanın zirvesinde olan bi adam kapıyı bırak gökdelenin çatısını bile göremeyecek kadar yüksektedir çünkü... Sen başarınla daha da hırsanıcaksın sadece hayallerin büyümeye devam edecek, asla gerçekleştirdiklerinle yetinmeyeceksin... Onlar ne mi yapacak bu arada? Durmadan yemeye, içmeye, zamanında uyuyup kalkmaya ve kendi hayalleri hakkında, senin hayallerin hakkında konuşmaya devam edecekler...

Artık biliyorsun, imkansız yoktur... Aç kanatlarını, daha da aç... Birileri bunu yapmalı çünkü... Küçük beyinli insanlar hayaller hakkında konuşacaklardır, sakın onlara hayallerini kanıtlamaya çalışma bunu hak etmezler çünkü... Senin başarmaktan başka bir şansın yok... Onlar bunu bilmezler... Bırak onlar sen koşarken uyusun önde olmak her zaman iyidir, sakın bir an bile olsa özenme rahatlıklarına... Tüm varını yoğunu ortaya koyup hepsi için oyna... Onlar bunun yüceliğini bilmezler... Ve sakın kanatlarını açıp uçma şansın önüne geldiğinde o anı kaçırma, onlar böyle anların farkına varmazlarr bile...

Çarşamba, Mart 07, 2007

Kimya Deneyleri...

Efendim biz bu dönem makineciler olarak ki biz kısaca makinistler diyelim, kimya diye bi ders alıyoruz... İyi güzel tamam bir de bunu laboratuar kısmı var... Bak bak dur bakalım daha neler olucak... Şimdi bu lablar o kadar matrak oluyo ki aklın durur sayın okur... Deney tüpleri, buzlar, asitler, gazlar falan derken bi şamata bi şamata ama bunların hiç biri işin asıl komedisini oluşturmuyor tabi... Asıl komedi biz makinistlerde... Sen tut bizim gibi adamları lab.a sok... Ki bi de bu adamlardan biri(aramızda kalsın ben) lise-1de kimya lab.ını yakmış olsun... Bak mesela biz aşağıdaki çalışmada "4 tane yeni uyanmış önlük giymiş dana" olarak güzel bi poz vermişiz...

Heheh... Görünce tekrar güldüm ya... Ulen ne işi var sizin gibi adamların lab.da asitle masitle? Hadi gidin uyuyun allah cezanızı vermesin...

Sıra Karalamaları....

Hoca dakikalardır sıkılmadan konuşmuştur... Artık beyinler pörtlemeye başlamıştır... Sıcak güneş sırtına sırtına vurmaya başlamıştır... Kitap, defter, tahta, bilgisayar monitörü, duvardaki sunum... Hepsi kaymaya başlamıştır görüşünden... Gerçekten canın sıkılmıştır... Peki ne yaparsın? Alırsın eline kalemini şöyle arkasına bir kere basarsın... (Kalemin başka neresine basılır ki? - yandan basılan kalemler var diye ukalalık yapma sayın okur biz de biliyoruz nitekim...) Çekersin defteri kitabı önünden... Koca sıra senindir artık ve zerk edersin kalemi sıraya... Belki en başarılı eserlerimiz sıraya çizdiklerimiz değil ama en rahatlatıcı olan onlar değil mi??
Bakın burada ingilizce dersinde 10 dk.da draftladığım mini naruto'm var...
Bi nebze başarısız olmuş ama napıym hoşuma gitmişti... Vurma yüzüme pek sevdiğim okur tamam pek naruto değil gibi ama beyaz vernikli tahta sıra o!... Gelme üzerime bu kadar...
Bir sonraki de Atıl-kun'un fizik dersi eseri...
O da çizince bunu pek beğenmedi ama napalım derste bu kadar işte... Vandal eğlemlerimiz sürecek sayın okur... Tavsiyem o ki sen de çiziktir canın sıkılınca iyi geliyo bünyeye... Yuh be! O kadar mı yeteneksizsin? Adını yaz bari Ahmet falan diye ne bileyim Fener,Cimbom falan yaz... O da mı yok? Allah seni ıslah etsin okur...

Pazartesi, Mart 05, 2007

Bulaşık Sorunsalı

Ya dikkat ettim de insanlarda bi bulaşık yıkama aşkı yemeği yedik hadi bulaşıkları da yıkayalım şimdi yoksa olmaz gazı kaçar tripleri... Okurcu sen sanmaktasın ki ben de öyleyim? Hiç değil!!!

Bak ben açıkça söyleyeyim... Ben bulaşığı yemeği yedikten sonra değil, yemeği yemeden önce yıkarım... Noldu? Şaşırdın bakıyorum? Şöyle anlatayım; benim Erkin diye bi kankam var oda arkadaşım kendisi biz beraber yeriz, içeriz, müzik dinleriz falan filan yani 7x24 beraber... Ne zaman bişey içsek veya yesek tüm bulaşığı yığarız banyoya... Onlar bi 2 ay falan orda durur çürür böcekler ekosistem oluşturur içlerinde... Sonra günlerden bir gün ben Erkin'e derim ki; "Eh kanka bi vodka ayarlayalım da içelim güzel olalım güzeller güzeli olalım hatta..." vb cümleler kurarım... İşte o vakit bardakların bıcı bıcı vakti gelmiştir... Çıkarırız onları derinlerden bakarız içlerinde böcekler var onlardan rahatsız ettiğimiz için özür dileriz sancılı bi anlaşma süreci yaşarız böcek arkadaşlarla "abi valla iki kadeh atalım geri koyucaz bardakları" deriz "tamam gençler çok içip de asabımı bozmayın" der onlar da... Çok anlayışlı bu hamamböceği ve sivrisinek arkadaşlar... Neyse konumuz o değil şimdi... Bardakları alıp ince bi dirilme sürecine sokarız...
Yukarıda kaynar-sulanmış ve deterjanlanmış vodka bardaklarımızı görüyorsun sayın okuyucu... Bu ön çalışma süreci bir iki gün sürer tabi nitekim o bardaklar öldürücü olabilir...

Ve sonuç...

Yukarıdaki ön çalışmanın bir sonucu olan "madem bardaklar ok, vodka da var oooh içelim kankaa" adlı bu çalışmamda da sonucu görüyorsun pek sevdiğim okuyucu...

Sonuç olarak demem odur ki bulaşıkları yemeği yiyince yıkamayın, gereksiz oluyor zira...

Perşembe, Mart 01, 2007

Denizdeki şişelerle notlar yolladık adamızdan...

Yol çizgisiyse yaşam,çizgiler kesik kesik olduğunda insan durmamalı,
Aşkı bulduğuna emin olduğunda bırakmamalı...
Bunu yapmadı mı her biri kendi hayallerinin kahramanı olan çocuklar?
Bunun için acı çekmedik mi?
Oysa ki tek istediğimiz bulduğumuz son kar tanesine tutunup gökyüzünden süzülmekti,
Biz burnumuzun üzerine düştük...
Kanı gördük suratımızdan boşalan,
Her bir damlası için intikam yeminleri ettik...
Tutamadık onları,kanlar içimize aktı...
Kanatlarımızı kırdılar bizim!Balmumu değildi eksik olan,
O kanatlara güç veren rüzgardı...
Denizdeki şişelerle notlar yolladık adamızdan...
Birileri yüzünde sırıtışlarla biriktirdi o şişeleri; hepsini toptan kırmak için vazgeçtiğimiz gün...
Kırdı da! Vazgeçtik çünkü;
Gücümüz kalmadı,kağıtlarımız,mürekkebimiz,adamız,denizimiz tükendi... ( C. B. )


Lise zamanları melankolimin kağıtlara iz düşümlerinden biri... Fena yazmamışım aslında,beğendim bile diyebilirim...

Çarşamba, Şubat 28, 2007

Zamanın donduğu yerdeyim...
Çabuk büyümeliyim...
Değişip değiştirmeliyim çevremdekileri de...
Umulmayanı yapıp şaşırtmalıyım...
Unutmalıyım...
İyi adam olma çabamı bırakmalıyım bir kez daha...
Son isteklerim bunlar hayattan şimdilik...

Pazar, Şubat 11, 2007

Horizon Always Keeps Comin...

Sabit durmaktan benim kadar sıkılan biri yoktur herhalde... Kabına sığamayan ruhumun bazen "yol... yol..." diye yakardığını duyabiliyorum... Her şeyi sırtımın baktığı yerde bırakmayı çok seviyorum bazen, tozu dumana katarak gözlerimin görebildiği kadar uzağa gitmeyi çok seviyorum... Bir gün öyle bir an gelicek ki tüm ilham vermeyen öğütleri geride bırakıcam motorumun sırtında... Ufuk çizgisi tek hedefim olucak gidebildiğim kadar uzağa...

Hadi bakalım Don Quixote! Sür Rosinante'yi de gidelim...

Salı, Şubat 06, 2007

Anime Çılgınlığı

Uzaydan roketle fırlatıldığını sandığımız japonların bir başka icadı da anime dir sevgili okurcum... (bir başka icadı da derken aslında kullandığımız hemen her şeyin japonlar tarafından icad edilmiş olması teorisini de desteklemiyo değilim sevgili okurcuk-senin de japon olduğunu varsayıp küçültme efekti kullanıyorum) Anime kendine özgü çizim tarzıyla gönüllerimize taht kurmuş olan bir sanat dalıdır ya da bir başka açıdan sadece çizgi filmdir veya animasyondur ama çizgi film deyip bir kenara atamazsın öyle arkadaşım! Japon yapıyo lan onu bi kere atılır mı kenara? Watashiba Caaaanddyyyy!! diye bağıran salak sarışın kızdan tut Card Captor Sakura ya ordan Pokemon a Yu-Gi-Oh ya kadar bir çok anime görmüştür yurdum çocuğu,yurdum genci televizya insansısı... Ama aynen Matrix de olduğu gibi tüm bunlar televizyalarda gösterilen bir takım animelerdir... Yani "real world" adını verdiğim( yani matrix olduğunu düşünerek benzeştirdiğim yoksa Wachowski kardeşler vermiş zaten o adı filmi yaparken-sus! kopyacı,tacı,bacı,acı...) asıl animeler bambaşkadır bunlardan...Haa pokemon da yerine göre güzeldir sakura desen bazılar için o da candır(ya da kız olduğundan chan dır bilmiyorum...) ama bunlar bahsedeceklerim yanında ohooo hava gazı...(hava gazı?) Şimdi diyceksin ki şaşırmış okuyucu animein de iyisi kötüsü b.ku püsürü mü olur? Olmaz mı derim sana! Japon bile böyle çeşit çeşit ama adamlar bak ne kadar akıllı!! Her kesime hitap ediyor... Neyse komplo teorilerim de başka blogların konusu(o blogların adresleri yok burda hükümet bulmasın diye)... Ben asıl konuya seğirttiriyorum inceden tamam efendi ol çarpıya götürme cursorı!!! Bahsedeceğim ilk anime F.M.A. nam-ı diğer Full Metal Alchemist! Arkadaşım nedir f.m.a.? Simya adını verdiğimiz bir bilim dalının vuku bulduğu bir dünyada geçen ve iki kardeşin öyküsünü anlatan çılgın bir animedir! Bu iki kardeş tüm simya yasalarını hiçe sayıp(en basic yasa law of equivalent trade=hiç bir şeyi yoktan var edemezsin ve elde etmek istediğin her şey için aynı değerde bir şey feda etmen gerekir...) ölen annelerini geri getirmeye çalışırlar... Dünyada anneleri kadar değerli feda edilebilecek bir şey olmadığını anladıklarında küçük kardeş Alphonse vücudunu büyük kardeş Edward ise bacağını yitirmiştir... Ed, Al'ın ruhunu dünyada tutmak onu bir zırha koyar ve bunun için de kolunu feda eder(ona neden full metal alchemist dendiğini hala merak etmiyorsunuz ya takılan kol ve bacaktan sonra?) İşte 51 chapter lık bu anime bu kardeşlerin vücutlarını geri alma çabasını anlatmaktadır...F.M.A. gerçekten efsane bir anime herkes izlemeli... Neden mi? Utanmadan neden dedin yani? Allah ım sen ıslah olamzsan okurcu!! Neyse... Bi kere FMA konu bakımından gerçekten başarılı Al ve Ed arasındaki kardeşlik bağı,diğer karakterler falan derken alıp götürüyor zaten... Öte yandan çizimleri de süper,konsept şahane(hayır vermiyolar para falan ya...) babamla amcama(en yakın arkadaşına) bile gereken dozlarda aşılıyorum damardan daha ne olsun okuyucu arkadaşım!! Direk izle diyorum o kadar!!





Bahsetmek istediğim 2. anime de Bleach! Bleach i de nasıl anlatsam ki sayın okurcu-san?Kurosaki Ichigo adlı güzide insan henüz 15 yaşında bir gençtir... Çok da sıradan bir şekilde çocukluğundan beri hayaletler falan görmeye de o kadar alışmıştır ki bir gün Rukia adlı Shinigami(ölüm tanrısı) ona gelip de aslansın sen kaplansın sen süpersin he-man gibisin sen de bi ruh gücü var burdan koysan katana yı karşıdaki kötü ruhlar yarılır gibi gaz verince hiç şaşırmaz bile...Rukia nın güçlerini alıp onu ölüm anında kurtarır ve kendisi de bir shinigami olur... Normal shinigami gücüyle 1 metre boylarında olan kılıç Ichigo nun elinde 2 metreye yakın efsane bir boyut alır bu bile ne kadar güçlü olduğunu vurgularcasına bizim gözümüze sokulmaktadır sayın okuyucu-kun... Ama rahatsız mıyız?HAYIR! Şikayetçi miyiz? HAYIR! Çünkü Bleach süper Bleach hasta Bleach efsane Bleach çılgın Bleach kallavi Bleach izle Bleach download et Bleach konuş katana al kes biç hayalet gör shinigami ol falan... Öhöm pardon kontrolümü yitirdim bir an okuyucu-sama...





İşte sayın okur bu ikisi süper kitleyici animeler ha bir de Naruto var ama ona hiç girmeyeyim hayatta çıkamayız o zaman burdan...Şu kadar söyliyim Naruto da süper ama... Eğer ben gavatım anlamam falan derseniz bu hafta en çok bölüm download yapan okuyucuya(evet sen tek okuyucu değilsin okuyucu-san yaa kandırdım seni...) kuzenin telefonunu vericem ayrıntılı bilgi alınsın diye...






Ya bu posta son verirken aklıma geldi bi de ben küçükken hasta olduğum Kaptan Tsubasa vardı... Onu ve Wakabayashi yi aldılar mı en sonunda japon milli takımına zira ben görmedim geçen dünya kupasında? Olsun yine de o günleri bile deli özledim okuyucu...