Cuma, Mayıs 06, 2011

Mr. Jones

Bunu anlamak ne kadar zor olabilir ki? Ne kadar?

Siktir ya.

Nasılsınız bu gece Bay Jones? Umarım mezarınızda kemiklerinizi pek sızlatmıyorumdur. Ama öyle çok sızladığını da zannetmiyorum. Ne de olsa Jimi'den önce, Janis'den önce, belki Mick'den bile önce sen vardın değil mi? Boşversenize Bay Jones, beni yalnızca siz anlarsınız şu anda. İster kemikleriniz sızlasın, ister sızlamasın, yapabileceğimiz çok da bir şey yok.

Hayatta doğru bildiğimiz pek az şey var; sizin de benim de Bay Jones. Şimdi soru geliyor ama; biz bunlara tutunmadık mı? Bence tutunduk, hem de sonuna kadar; öleceğimizi bilsek de; kimileri aksini söylese de.

Önemli olan telefonun diğer ucundaki ses değildi Bay Jones, önemli olan ağzımızdan çıkandı, kafamızın içindekiydi; geç öğrendik. Belki de en başından beri biliyorduk,ha? Ne fark eder?

İyi geceler Bay Jones, huzur içinde uyuyun.

Çarşamba, Mayıs 04, 2011

Get It Right

Actress reading her script; trying to get familiar with the character and asks questions.

-Why does he love her so much? I mean what is it about her?

And the writer answers as the "he" the actress mentioned is himself, actually.

-I don't know. I don't think I've ever known. I think sometimes you get it right the first time and then it defines your life. It becomes who you are.



Sometimes in our lives we don't screw up totally. We get it right. As I did, once or twice. Hold on to those things, as I will hold on to mine, forever.

Pazartesi, Mayıs 02, 2011

Rock the Casbah

İnsanın en büyük düşmanının kendisi olması, ne garip şey. Düşman da demeyelim de, bilmiyorum işte başka bir şey diyelim. Dünya üzerinde benim için gelmiş geçmiş en büyük savaş kendime karşı giriştiğim sanırım. Üstelik savaştaki iki taraf da kan çıkarmak için giriyorlar birbirlerine. Acımıyorlar. Nükleer füzyon teknolojisiyle çalışan bombalar, otomatik tüfekler, teknoloji harikası tanklar, havada sineklerin kanatlarını bile vurabilen uçaklar. Hepsi var. Kendimle savaşıp duruyorum aynı soru sorup cevap alma karmaşası içinde. This is the fucking 'Nam.


Metafor bu kadar yeter. Bu gece pek metafora gelecek halim yok. Düşüncelerimi tercüme etmeye bile halim yok ya, neyse işte.


Aklımda bugüne kadar sormaktan en çok zevk aldığım soru var. Gerçekten neon ışıklı tabelalarla beynimin içinde yanıp sönüyor. Her gün, her saat, uyurken bile.

"Should I go? Or should I rock the casbah?"

Eskiden bu soruya ne için olursa olsun ve ne cevap verirsem vereyim hep aynı şeyi yapardım. Gitmek.

Bu kez içimden bu soruya karşılık olarak çıkan cevap beni 15 yaşında ilk kez alkol almış bir kız çocuğuna döndürüyor. Sallıyor, korkutuyor ve heyecanlandırıyor. Bazen cevaplara ihtiyacın yok, bunu anlıyorum.İnsan sadece içinden geleni yapmalı. Hayatın en zor olduğu noktada da, en kolay olduğu noktada da insan yalnızca kulağındaki sesi dinlemeli, uğultuyu değil.

Ha, o cevaba gelince, merak ediyorsanız söyleyeyim;

Fuck it.

Let's rock the casbah.

Bedtime Reading

-What do you read these days?
-What?
-I mean what reading material resides on your bedside cabinet nowadays?
-Ah,that. Well it says, Heineken.
-What?
-Heineken, the sign on the bottle says; Heineken.

Moody, bazen idolsün, bazen de "en boktan noktaya çok uzağım, Moody'e baksana" dedirtiyorsun adama.

Cuma, Nisan 29, 2011

Good Times Bad Times

Bu aralar buralar çok bluegrass kokuyor, bilemezsin.

Gitarımı alıyorum elime, hep aynı şeyi çalıyorum. Sanki gözlerimi kapatınca Willie karşımda; bana konuşuyor, elinde viskisi. Diyor ki;

"Bir sürü kadın, bir sürü şehir, bir sürü şarkı, iyi zamanlar, kötü zamanlar... Öldüğümde söylemelerini istediğim tek şey; iyi çalardı. Gerçekten iyiydi."

Viskiden yudumluyor. Dışarıda hava yağmurlu. Sadece gıcırdayan tahtaların sesi var ve yağmurun. Ara sıra yoldan geçen birkaç tane kamyon ve araba, o kadar. Sonra gitarın bilindik tınısı yarıp geçiyor havayı. Bu sese aşinayım, başka çok az sese olduğum kadar. Sanki hep yanımda olan bir arkadaşım gibi, ses beni kucaklıyor. Willie viskisini içmeye devam ediyor.

Bugünlerde huysuz biraz ihtiyar Willie. Dönüp yüzüne bakıyorum, bakışları ağır, yorgun. Sanki "benden bunu bekleme evlat" der gibi, "sadece o gitarı çal işte".

Sonra ekliyor; "blues kendini kötü hisseden iyi bir adamdan başka bir şey değildir". Ben senin iyi bir adam olduğunu biliyorum Willie, iyi bir adam olduğumu biliyorum.

Sesler ellerimde. Notalar değil, sesler. Sadece sesler var şimdi. Hiç umursamıyorum hangi perdeden hangi sesin çıktığını. Kalbim bana böyle yapmamı söylüyor. Rahatlamıyorum. Kendimi daha iyi hissetmiyorum. Tek parça değilim, ama sesler ellerimde.

Kafamı kaldırıp tekrar Willie'ye bakıyorum ve o da bana bakıyor.

Karanlığa bakıyorum ve o da bana bakıyor.

Buralar çok fazla mavi kokuyor, bilemezsin.

"Toparlan" diyor Willie, yola koyulmalıyız.

"Son bir kez daha çalayım şunu tekrar" diyorum. Elim yine tellere gidiyor. Viski şişesinin kapağını yavaşça açıyor Willie, gitarın sesinin arasından hafifçe söylendiğini duyabiliyorum.

"İyi zamanlar, kötü zamanlar..."



Pazar, Nisan 17, 2011

A Symphony In C


Bir oraya, sonra bir daha bir bakıyorum bir buraya, bir şuraya türkçe ne kadarına izin veriyorsa o kadar yere; kafam; gidiyor da geliyor. Boğuluyorum. Midem bulanıyor, bunda metafor yok (midemde en azından).

Neler geçiyor aklımdan, ben bir bilebilsem, o kadar hızlılar ki manual olarak yetişmemin imkanı yok. Eh, otomatik de bende yok, 80lerin sonunda yapılmış şeyde otomatik mi olurmuş efendim hiç? (mercedes de falan vardır belki, manda kasalı böyle konsolos arabası tadı)

Neyse, neyse değil; o konsolosun arabasını da şoför kullanıyor, hem para alıyor, hem de otomatik araba kullanıyor...

Neyse, bu sefer neyse; herkesin bir fikri var. Aslında hiç kimse sadece yer kaplamıyor, herkesin baya baya, çok ciddi, hani harbiden yani delikanlı gibi baya da yani ciddi gerçekten, öyle şaka değil, denyoca da olsa, çığırlar da açsa, yani gerçekten ciddi ciddi, az ciddi değil, bir fikri var.Bazen aklım almıyor ha. Gerçekten, nasıl oluyor? Bence herkesin fikri olmalı, herkesinkafasından bir şeyler geçiyor, ama anlamıyorum bazen; değişkenler ne? Parametreler ne? Hangi grafikten bakacağız değerleri?

80'lerin sonu dedim ya, bazen çok karizmatik geliyor aslında, ben doğduğumda herkesin yine fikirleri vardı. Hem de çok güzel aslında; 80'ler. Babam çok değil, 4-5 sene evvelinde annemi arayamıyor, ona mektup yazıyordu uzaktan. Bırakın bir uçağın kanadının altını, haritalarda önünden geçmediğim yerlerde birilerini öldürüyorlardı, müzik güzeldi (buna da geleceğim, gelmek istiyorum, of), ne bileyim babamlar evde limondan mayonez yapıyorlardı (siz mayonezin öylece oluverdiğini mi zannediyordunuz? ben öyle zannediyordum), konserlere gidip ya da belki bir film izleyip dünyayı ele geçirebilecek fikirlerle eve dönüyorlardı, insanlar hep ama hep ince bellilerdi, pantolonları bir garipti ama iyiydi falan filan. Ben de hepsini nerden biliyorum? Babama soruyorum işte, mayonezi evde yapardık diyor (bu kadar anlatıyorum da açtım baktım tam ben doğduğum aralarda ne olmuş diye, Turgut Özal cumhurbaşkanı olmuş. Peh der geçebilirdim ama Turgut Özal önemlidir; o olmasaydı asla ergenlik zamanlarımda babama "ee ama böyle Turgut Özal işletme mantığıyla Süleyman Demirel laflarını kombine edip çocuk mu yetiştirilir?!" diyemezdim).

Neyse işte, yine neyse; o zamanlarda ben ve akranlanım doğduk; dünyanın bana göre en karaktersiz, en deri ceket giymeyi hak etmeyen jenerasyonu. Seksenleri zaten kaçırmış, doksanlarda aklı yerinde olmadığı için hatırlayacağı şeyler Burak Kut ve atari salonları arasında gidip gelecek olan bir topluluk.

O da değil de yazının başını dönüp okumaya korkuyorum;kim bilir nelerden bahsedecektim... Plan yapmak lazım ya, çok plan yapmak lazım, hep planlamak lazım. Benim de bir fikrim var ama bir planım yok. Hayır hayır; benim fikirlerim var, bir sürü var, çok var, sığmıyorlar diye puntoyu küçültüyorum bu kez de görünmez oluyorlar, fontu değiştirmeye ise götüm yemiyor.

Neler geçiyor aklımdan, bir bilebilsem...

Ama ben çok sıkıldım. Her zamanki gibi değil, sadece sıkıldım işte, artık kendime bu benim hakkım değilmiş, bunu gizli gizli yapmak zorundaymışım, çok ayıpmış gibi davranmayacağım. Sadece canım sıkılıyor işte ve sarmıyorum hiçbir yere; kendime sarıyorum ben küçük küçük, küçük küçük.

Size bir sır vereyim mi? Yaklaşın.

Do majör en sevdiğimdir. Belki sadece harfinden dolayı ve hiç arıza almaz içinde, arızayı sevmez, huzuru kaçar, canı sıkılır.

"So you'll be an Austrian nobleman?
Commissioning a symphony in C.
Which defies all earthly descriptions
You'll be commissioning a symphony in C." (*)

(*) Cake'den.

Pazartesi, Nisan 11, 2011

Physics is a Bitch


"Fluid; it's a difficult subject. You have to understand the physics behind it, you have to understand and assume how the fluid behaves. After you understand these, you can solve any problems regarding hydraulic machinery. This is what engineers do, not just memorizing problems solved in the class. You have to derive a solution. In the midterm exam last week, I asked a question, your first question and it was easy, just a pipe with two pumps. But only one of you had the ability to solve it. It was not in the book, it was unlike any problem solved in the tutorials or the class. But it was one of the easiest. You just had to use your mind. Please do not memorize, just use your mind so that you can find a solution for anything you encounter. I just can't believe only one of you did it. So, although he had some mistakes here or there, I gave him 90 points."


-Dr. Loay Aldabagh

Bölümün küçük seminer odasındaki rahatsız tek kişilik masalardan birinde uyuklarken bu sabah ve içimden "geç işte ya, tamam zaten canım sıkılıyor, engineer falan sen de kafa ütülüyorsun Loay" diye düşünürken benden bahsettiğini nerden bilebilirdim ki?

Bernoulli'yi seviyorum, bazen.

Pazar, Nisan 10, 2011

Jealous


-When did you become so good at this?
-I had the best teacher.
-Who?
-You.
-Really?
-Yeah.
-So... Do you lose your virginity with me, in the future?
-Mm.. No,sorry.
-Hmm...
-Are you jealous?
-Shut up!
-I like it when you're jealous.
-Really?
-Yeah.
-Love him.
-Who?
-Me.
-But I love you.
-No, me of this time; it will be your love which makes him who he's supposed to be; me. (*)


(*)İzlediğim en güzel sex sonrası diyaloglardan biri bence, Misfits'den. Birazcık da değiştirdim kestim yapıştırdım. Çok bir şey ifade etmemiş olabilir ama adam zamanda geriye gelmiş, ordan anlayıverin işte...
Ve not; bebeğim söz, biz de çektireceğiz tabelanın önünde öyle, çok canım istedi (burda söz kendime biraz da) (:



Pazartesi, Mart 28, 2011

Ne Şanslıyım, Bir Gün Daha Geçti, Hem de Bir Saat Kara Bile Geçtim

"God knows your lonely souls"

Böyle diyor şarkı.

Bu kaçıncı bundan sonra blog yazmayacağım deyip de yazışım bilmiyorum. Komik, plastik bir kutunun içine yerleştirilmiş dijital bir sunucuya neden trip yapıyorsam...

Kendimi 3. kişi bakış açısından izliyorum. Elimde kontrol cihazı yokmuş gibi, izliyorum sadece yukarıdan, biraz izometrik bir açıdan kendime bakıyorum. Çok garip hareketler yapıyor izlediğim ben. Çünkü hiçbir şey yapmıyor. "Atıl" olmak. Telef olmak.

Neyse, boşversene, ne yazacağımı bile bilmiyorum. Sadece uzun bir şeyler olsa iyi olur, sıkılıp okumayın diye.

"What have I become?" diyor şarkı.

Bu bir dönüşüm, bir değişim, transformasyon benim söylemeyi daha çok sevdiğim haliyle.

Bu bir dönem sadece ve geçecek diyorum kendi kendime, her gün diyorum bunu. Hani boyunuz uzarken anlamazsınız ya nasıl uzadığını, duvarlara attığınız çentikler büyürken söyler ama, onun gibi olacak belki de. Bu dönem bitecek ve bittiğini anlamayacağım ilk başta. Sahi ya, o çentiklerden var mıydı benim büyüdüğüm ev(ler)de? Sanki hatırlayabildiğim en eski zamandan beri kocamanım.

Bu geçecek. Acı geçecek, sıkıntı geçecek, yalnızlık bilinci geçecek. Kriptonitin üstüne kurşun kabı koymanın bir yolunu bulacağız bir gün.

Söyle bana Jor-el, sen ne yapardın? Binlerce galaksiden topladığın milyonlarca sanat eserini, bilimsel çalışmayı beynime işlemek dışında, bana bir fikir ver. Sen ne yapardın Jor-el? Bana bir şey söyle.
Bana bir cevap ver.

Cevapları bilemeyeceksen büyük mavi olmanın ne anlamı var ki?

Cevapları bulacağım. Bir yolunu bulacağım. Boşverdim 20 yıl sonra ne olacağımı, yaşlanınca üşüyen kıçımı neyle soğutacağımı boşverdim. Ben önce bir cevap bulacağım.

Biz her şeyi çok güzel yapacağız, buna inanıyorum. Cevabı bulacağıma da inanıyorum.

Hem belki de ağzımdan çıkan her söz, parmaklarımla yazdığım her mesaj, ulaştırdığım her haber, bu sunucuda kaydedilen her bir yazı duvardaki birer çentiktir, değil mi?

Çarşamba, Mart 16, 2011

Kill the Pressure

"Deep inside of a parallel universe,
It's getting harder and harder to tell what came first

Under water where thoughts can breathe easily
Far away you were made in the sea; just like me

Christ I'm a sidewinder; I'm a California king
I swear it's everywhere; it's everything

Staring straight up into the sky
Oh my my; a solar system that fits in your eye; microcosm

You could die but you never dead; spider web
Take a look at the stars in your head; fields of space kid

Psychic changes are born in your heart entertain
A nervous breakthrough that makes us the same; bless your heart girl

Kill the pressure it's raining on; salted cheeks
When you hear the beloved song I am with you" (*)


Dur, düşün. Dur, düşün. Dur,düşün. Dur,düşün. Bir gün hareket de edebileceğini söylüyorlar; söz veriyorlar.
Dur, düşün.
Dur, düşün.
Dur.
Düşün.
Dur.



(*) Parallel Universe-Red Hot Chili Peppers

Perşembe, Mart 03, 2011

Wish

God grant me strength, do not test my patience be my flashing sword, be the armor on my bare skin; I beg you. Just send us the cure; as the disease is already here.

Salı, Ocak 11, 2011

Bilinçli Tüketici

Size sesleniyorum.
Orada her kim varsa.

Okulun duvarlarındaki panolara bakarken boş boş gece saat 11 civarıydı sanırım, kafam bir kova suya girip çıkmış gibi nümerik analizden, Henry Ford'u gördüm. Çok kısa biyografisini ve bir de yakışıklı resmini. Ezbere bilmeme rağmen okudum tekrar.
Belki bilmeyenler vardır, benim de tüm misyonum anlatmak ya, anlatayım; Henry Ford, Ford'un kurucusu, işçilere vereceği maaşı seri üretim makineleriyle değiştirip Amerika'daki her şehre ve altı kıtadaki en büyük şehirlere bir bayi açarak inanılmaz zengin olmuş bir adam. Kullandığı tek bir faktör var ki ben onu çok seviyorum, okuduğum panoda ilgimi çeken de oydu o anda;
"Consumerism"
Tüketicilik.
İnsanlar daha çok tüketmeseydi günde 6 yerine 60 otomobil üretmeyi icad etmiş bir adam, nasıl zengin olabilirdi?

Biz insanların en çok bu huyunu seviyorum; tüketiyor oluşumuzu. Tüketiyoruz, hem de inanılmaz bir hızda, inanılmaz bir iradeyle. Hiç durmadan tüketiyoruz, tüketilebilmek için satıyoruz kendimizi, pazarlıyoruz. Profil fotoğraflarıyla, yazdığımız bu bloglarla, yakışıklı elbiselerle, cafcaflı konuşmalarla,çaldığımız müzikle, yazdığımız hikayeyle, sahip olduğumuz eşyalarla, sahip olduğumuz her şeyle satıyoruz kendimizi. Tükenebilelim diye. Tükenebilelim ki, tüketmeye devam edelim, boşalalım ki, dolabilelim.

Yanlış anlamayın, çoğu zaman olduğu gibi kızgın değilim bir şeye, dövüş klubü edebiyatı da yapmıyorum, sakın yanlış anlamayın. Yazdığım şeylere karşı değilim çok, nasıl olabilirim ki, siz tüketiyorsunuz, ben de tüketiyorum. Siz üretiyorsunuz, ben tüketiyorum, ben üretiyorum, siz tüketiyorsunuz.
En güzel yanı da bu zaten, üretmeye teşvik ediyor.

Tükeniyor olmak beni ve bana benzeyen insanları gerçek anlamda tüketiyor olsa da, tükeniyoruz. Aynı cümlede bu kadar kullanabilirdim sanırım bu kelimeyi.

Herkes bizlerden bir parça isterken, biz birarada durmaya çalışıyoruz.

Sakın beni yanlış anlamayın, bilinçli tüketiciler olarak; yanlış anlarsanız, nasıl tüketeceksiniz?