Cumartesi, Mayıs 26, 2007

Pis 7li Revisited or It's been a long time mates?

O kadar uzun zaman oldu ki "bizim çocuklar"la şöyle bi toplanıp oturup konuşmayalı... Geçen reklamlarda gördüm "Kavak Yelleri" diye dizi çekiyorlarmış... Hem de bizim lisede geçiyo hikaye- 60.Yıl'da!!!

Biz de Mert'le oturduk baya konuştuk keşke biz de oynasaydık falan geyikleri geldi aklımıza... Uzun uzun yad ettik...

Nerden esti diyeceksiniz? Dizinin reklamını izlerken taa zamanında duvara yazdığımız "Pis 7li Üniversiteye Gitti Gelicek" yazısı çarptı gözümüze... Bi fena oldu içlerimiz yahu... Oysa ki hiç bitmeyecek gibiydi lise... Piçliğin sonu asla gelmeyecek gibiydi... Ama bitti işte... Bu noktada susucam ve Mert'in yazdığı yazıdan bir alıntı yapıp öyle devam edicem yazıma...

"Lise nedir? Lise bir grup gencin belirli bir ortamda toplaşıp yaramazlık yapmasıdır ki bunu müdüriyet denen kutsal birlik “ disiplin ” ile ödüllendirir. Hepimiz liseyi okuduk neler atlattık kimbilir? ( Neden böyle duygusal yazıyom lan direk konuya gireyim ben ) Sizin yapamadığınızı yaptık ( OH BE rahatladım )... Müdürü tehditte ettik, müdür yardımcısının odasının önünde sigarada içtik, sıkılınca okuluda yaktık, azınca temizlik odasına kız da attık kısaca okulun ağzına sıçtık. Hiç örnek adam rolü yapamıycam. Böyle yaşayın lan liseyi müdüriyet illalah desin sizden ama abartmayın da nerde durcağınızı bilin mesela kendi çişinizi içtiğiniz için atılmayın okuldan."

Böyle bişeydi işte lise bizim için... Çünkü biz Pis 7liydik... Biz efsaneydik... Her şeyin en ortasındaki hiç yakalanmayan, yakalansa da kurtulan suçlular... 60. yıl'ı süsleyip Kabataş formatına sokun dizi çekin ne fark eder ki? Biz olmadan olur mu hiç? Neyse, ben yaşlandım artık galiba ya çok eski zaman yad etmesi modundayım yine bu gece... Şimdi aklımda o günlerden yaptığımız şeyler, kurduğumuz sonsuz yüce dostluklar var... Ve asla bitmeyecek, silinmeyecek... Mutluyum, çünkü istediğim her şeyi yaptım galiba lisede(hemen hemen belki de emin değilim)...

Bu yazıya kadim pis 7li nin adlarıyla ve şu resimle veda ediyorum...



Ata, Anıl, CemDeniz, Cenk, Doğuş, Erdal, Mert, MustafaCan(Mcan)

DipNot: Tam bu yazının yayınlanacağı sırada Mert'le isimleri sıraya sokarken saatten midir nedir eksik saydık ve tam sonrasında gelen "Oğlum bu kadar senedir Pis 6lı'ymışız da 7li zannediyomuşuz kendimizi lan..." geyiği müthişti ikiye ayırdı bizi...

Cuma, Mayıs 25, 2007

Gidiyorum Sizin Olsun Buralar

Nasıl başlasam ki? Tam iki saattir monitöre bakıp da bunu düşünüyorum... Kafamın içine balyozlarla vuran düşünceleri neresinden tutsam da çekip yazsam? Aslına bakılacak olursa hala bilmiyorum başlamış olmama rağmen... Bunlar kafamda dönerken açtım en sevdiğim filmlerden birinin en sevdiğim sahnelerini karıştırmaya başladım... (hayır gecenin bu saati oluşundan dolayı Tinto Brass'ın Cheeky' si gelmesin aklınıza gayet de Fatih Akın'ın Crossing the Bridge'i...) SiyaSiyaBend' den "Dede" o kadar güzel bi laf etti ki orda... "Sokak; çok romantik bir şeydir abi, bunu yaşayan adam bilir... Taş yani... Taş taştır... Oraya kafayı koyduğun zaman anlarsın taşın taşlığını..." Düşünüyorum da ne kadar anlamlı sözler... Özellikle de dün sabah yazdıklarımla da bağdaştırınca... Ve tüm bunları düşününce yine içimdeki gitme isteği kabarıyor...

Ben galiba sıkıldım ya bu aralar... Dönüp durmaktan sıkıldım... Bir robotun işini yapmaktan sıkıldım... Hem oku hayatımda hem özel hayatımda rekabet etmekten sıkıldım insanlarla... Belki bu son dediğimi yapım gereği engelleyemiyorum... Ama çok sıkıldım... Ve işte tüm insanları bir yapan o hemzemin ortamı çok özledim... Sokağı... Beni diğerlerinden ayıran tüm vasıflarımı çok sevsem de, o vasıfları sıfırlayan o ortamı çok özledim...

Ben, galiba, gerçekten çok sıkıldım bu aralar... Sıkıntımı atacak yerler ve insanlar ararken daha da sıkıldım... Anlamsız bir koşuda en önde yer almaya çalışmaktan sıkıldım...

Ama az kaldı... Sesleri duymaya başladım bile... Hayatımı düzene sokamama az kaldı... Biraz daha bunalım belki biraz daha sıkıntı... Biraz daha karartı ve biraz daha gölge... Ama hepsini bir sonuca bağlamama az kaldı... Bunu hissediyorum... Buz gibi suyun altında ıslanırken, yakan güneşin altında kavrulurken, odamda yüzüm avuçlarımın içindeyken bunu hissediyorum... Az kaldı...


Ve, bilmiyorum neden, bu noktada da şu şarkının sözlerini yazmak istedi canım... Konuyla belki biraz derin düşününce ilgisi var, belki ruh halimle ilgisi var, belki de sadece sözleri çok basit ama çok güzel... Yine kesin bir fikrim yok... Herneyse...

Ela gözlerini sevdiğim dilber
Gidiyorum sizin olsun buralar...
Ah çekerim kara bahtım ezilir
Eksik olmaz şu sinemden yaralar...

Çay küçük ama vermez avını
Sen erittin yüreğimin yağını
Sarayıdım yar'in usul boynunu
İsterlerse kollarımdan kırsınlar...

Karac'oğlan der ki halimiz nice
O yar'in sevdası gönlümden yüce...
Sarayıdım yar'i bari bir gece
İsterlerse kefenime... Sarsınlar...(*)


(*)Karac'oğlan türküsü-Ela Gözlerini Sevdiğim Dilber (SiyaSiyaBend)


"Gidiyorum sizin olsun buralar..."

Perşembe, Mayıs 24, 2007

Yolculuk Nereye Bu Sefer?

İyice monologa dönüştüğünden neredeyse emin olduğum bu blog denemelerimden birini daha yazarken yine bir şarkıyla başlamak istiyorum...

Hiç hiç bir şey bilmiyorlar
Bilmek istemiyorlar...
Hiç hiç bir şey görmüyorlar
Görmek istemiyorlar...
Şu cahillere bak dünyanın sahibi onlar...
Onlardan değilsen sana zalim derler,
Onlara aldırma Hayyam, dostum...
Dostum...
Hiç hiç bir şey bilmiyorlar
Çünkü bilmek istemiyorlar...
Şu cahillere bak dünyanın sahibi de onlar...(*)


Bu aralar neden bilmiyorum (belki de biliyorum, bilmiyorum...) bir şeylere ihtiyacım var... Damarlarımda dolaşan, ordan beynimin kıvrımlarına akan aynı duygu... Kalbimden çıkıp ruhumu okşayan... Sabah rüzgarının boynunu okşaması gibi... Son paranı biraya verip yanındaki dostunla aynı şişeden içmek gibi... Ya da hepsi birden.... Tam bir fikir sahibi değilim... Bu duyguya bazen yalnızlık diyorum... Bazen ruhun açlığı... Bazen de bi ad veremiyorum... Ne olursa olsun orada öylece duruyor...

Bir de bu aralar ölümü düşünüyorum... Son zamanlarda olan bir kaç olaydan sonra yakınımdaki insanlara daha da sıkı sarılıyorum...( iyi ki varsınız hayatımda bitanecik babanne ve sevgili badi... siz olmasanız çoktan kaybolurdum galiba) Ve en yakınını kaybeden dostumun gözlerinde beni bırakıp gittin ifadesini görüyorum... Daha da çok söz veriyorum , ben bırakıp gitmiycem... Çünkü bu öyle boktan bi duygu ki anladığımı asla söyleyemem, hayalini dahi kuramıyorum...


Tüm bunları uzun süre düşündükten sonra aradım kadim yol arkadaşımı ve rüzgarın sonunda yeniden aynı yönden estiğini söyledim... O da hissetmişti... Yol çizgilerini saymak için vakit tekrar gelmişti...

Hemen küçük çaplı bir ön program yaptık... Ekipmanlarımız belli... Hasır, bir kaç parça giysi, 104 tane oyun kartı falan filan... Üssümüz belli, rotamız her zamanki gibi değil... Ne zaman oldu ki?

Şimdi yol yine çağırıyor... Aynı şeyi tekrar damarlarımda hissediyorum... Bu insanın ne içki masasında, ne bir kadının kollarında, ne de evinin sıcak huzurlu ortamında hissedebileceği bir şey... Bu yol çünkü, bu kaldırım, bu taş, bu kumlarda yarın nereye gideceğini bilmeden yatarken hiç de iplemeden yıldızları izlemek... Bu, gerçekten vazgeçtiğin anda bir ezgi mırıldanıp, haykırarak şarkı söyleyip yola devam etmek... Bu, yanındaki dostuna her şeyden çok güvenmek, tanımadıklarına da... Bu, yol, başka bildiğin hiç bir şeye benzemez...

Evet, işte yine geliyor... Ama başlamadan önce 25 Haziran için tutmam gereken bir söz var... Her şey sırasıyla ama öyle değil mi?

Hatta geçenlerde quizilla da yaptığım bi testin sonunda bu sonuca ulaşmıştım... Galiba karakterimi biraz olsun açıklar...

Which element rules your life?(pics)



Wind
Take this quiz!


Quizilla |

target="quizilla" href="http://www.quizilla.com/redirect.php?statsid=21&url=http://www.quizilla.com/register">Join

| Make A Quiz | More Quizzes | Grab Code



Bu arada neden bu şarkıyla girdim bilmiyorum... Belki de sokak müziği bana tüm bu anlattıklarımı çağrıştırıyor... Neyse...

(*) SiyaSiyaBend-Hayyam

Blog! Öze Dön!

An itibariyle blogumuzun rengini yine siyah yapmış bulunmaktayız sevgili okurcuklar... Öze dönüş çalışmamı tamamladım böylece, yine orjinal rengim olan siyaha... Ah ah yeterli destek olsa daha neler yapıcam ben ama...

Bir de artık yazıalrımı Ace diye imzalıyorum... Ace'in anlamıyla ilgili bir yazı da karalarım bilare...

Cumartesi, Mayıs 19, 2007

İleri Geri... İleri Geri...

Ve işte gözlerimden yaşların bir anda boşaldığı o an kendimle gurur mu duymalıydım? Yoksa kendimden nefret mi etmeliydim, bilmiyorum... Öyle bir bokun içine batmıştım ki... Tüm hayata lanet olsundu, tüm insanlara lanet olsundu... Kimsenin yüzünü görmek, sesini duymak istemiyorum... Mümkünse Pasifiğin orta yerinde bir adaya koyuverin beni...

Hayatım artık o kadar çıktı ki rayından... Düşlerim, benliğim, kendim... Hepsi birbirine girdi... Belki de o kadar büyük düşler kurdum ki hepsini üst üste koyarken devrilip üzerime düştüler... Kendi hayatıma uyan o kadar güzel bir yalan uydurdum ki kendime onun içinde yaşamaya başladım... Sıkı dümendi... Gerçekten de güzeldi... Ama sonra ne oldu? Her şeyin yıkılmaya başladığı o kaosun ortasında durup izledim... Ne gelirdi ki elimden? Her şeyi yaptığım bu ellerimden, bu beynimden daha ben ne yapabilirdim?

Sonra dönüp arkama baktım... Neler yapmışım? Hayatıma neler almışım? Bir bir saydım hepsini... Canım sıkıldı...

Oysa böyle mi olacaktı benim planıma göre? Hayır... Asla... Ama buyrun işte Bay Cenk... Eğer bu kadar kendinizden emin giderseniz böyle güzel patlarsınız... Hem sizin lafınız değil mi? O kadar büyük yan ki aydınlat her yeri? Şimdi yan bakalım yan da aydınlat her yeri...

Kendime kurduğum bu hayatın içinde daha ne kadar yaşayabilirim bilmiyorum... Şimdilik gördüklerimin gerisinde, gözlerimin de gerisinde beynimin içinde bir ileri bir geri... Bir ileri bir geri... Gidip geliyorum... Başka bir şey yapabileceğimi de zannetmiyorum...

İçimde bir yerlerde kalk ayağa bu senin için hiç bir şey diyen bir ses de olsa... Ayağa kalkmak istemiyorum bu sefer... Bu defa bağırmak yok, çağırmak yok... Cennette beni bekleyen o meleği bile düşünmek yok... Bu defa yalnızca oturduğum yerden izleyeceğim...

Ve bana inanmayan insanlar, böyle bir hale geldiğim için gülebilirsiniz... Ama bir gün skoru eşitleme şansımız olacak... O güne kadar defolun hadi... Zaten dedim ya, insan yüzü görmek istemiyorum...

Şimdilik kendimi fırlatıyorum sokaklara... Büyük insan kalabalıklarının içinde tek yalnız olabilmek için... Aklımın içinde ileriye ve geriye... İleriye ve geriye...

Pazartesi, Mayıs 14, 2007

Bazen Kapatamazsın Beynini

Bir yudum içkiydi sanırım kadehi dolduran... Ve ardından da dudaklarıma dokunup aşağı doğru yakarak giden... Galiba içime yapışıp kalan korku ölüm korkusu değildi... Yeterli olamama korkusuydu... Belki o da değildi... Bilmiyorum... Ağzımda kalan tat neydi peki? Acı mıydı? Tatlı mıydı? Bir yerlerden tanıdık ama bilmiyorum işte yine de...

Bir ayağımın önüne diğerini atarken ne vardı aklımda? Beynimin kıvrımlarında dönüp duran neydi? Tüm gece yürürken aklımda olan neydi? Yudum yudum içerken aklımdaki neydi? H,ç tanımadığım insanlarla konuşurken aklımdaki neydi?

İçimdeki Tanrı o saatlerde meşgul muydu? Beni uyutmak için gelmesi gereken Kum Adam o saatlerde meşgul muydu? Beni bulmasını ama rahat bırakmasını istediğim kalabalıklar o saatte meşgul muydu? Bilmiyorum...

Daha önce de demiştim ya... Saçlarım düzgündü, silahlarım doluydu ve dikti başım diye... Bu sefer yaralarımdan kan akıyordu galiba çünkü korkuyordum...Dünyadan korkuyordum belki... Belki içindekilerden, belki de kendi içimdekilerden... Evet, bu en mantıklısı...

Garip şey insan vücudu... Bazen gözlerini kapatmak istesen de kapatamazsın... Bu çok sevdiğim sözler o anlarda ne kadar da çok uyuyordu bana...

Tüm bunları düşündüm tüm gece ve sürüklendim durdum.. En son durağım olan ve burda en sevdiğim yer olan stadyuma vardığımda soluk bir kıbrıs güneşi üzerime doğuyordu... Benimle birlikte tüm korkularımın üzerine... Güneşe baktım ve bir kez daha sayıkladım içimden...

"Devam et..."

Pazar, Mayıs 13, 2007

Sayın Tanrı ve Monologlar

"Parlak Işığı ve Tanrı'yı Bulup Kamil veya Kamil Pozisyonuna Erme" adını verdiğim projemin gelişme aşamaları sırasında tuttuğum günlüğümden bir iki kesit vereyim istedim sizlere...

Sevgili Tanrı! Bak, beni deli etmenin sana hiç bir yararı olmayacağı gibi tam aksine hiç de akıl karı bir şey değildir... O yüzden, lütfen evime kitaplar göndermeyi kes artık... Onları okumak istemiyorum... Böyle bir niyetim de olmadı hiç zaten... Teşekkür ederim...

... Tanrı!!! Sen varsın! Araştırma ve deneylerime göre gerçekten var gibisin... Ben de şaka yapıyorsun veya eğleniyorsun falan zannları içerisindeydim...

...Çok sevgili Tanrı... "Parlak Işığı ve Tanrı'yı Bulup Kamil veya Kamil Pozisyonuna Erme" prosesimin sonlarına yaklaşıyorum artık galiba... Sadece bil istedim... Ama sana bunula ilgili hiç bir şey anlatmayacağım...

... Sayın Tanrı... Ne var ki geçtiğim zamanda umudumu yitirdim galiba... Ama yılmayacağım... Bizim çocuk cesaretimiz mi bizi bir yerlere getiren? Yoksa hepsini kaybettiren o mu? Neyse... Neden sana soruyorum ki zaten? Bazı insanlar senin cevapları önceden yolladığını savunuyorlar... İnanmıyorum onlara...

...Yüceler yücesi! Ah, sadece şakaydı... Neyseartık bu çalışmanın tamamen bir insomniyağın
saçmalama monologlarından ibaret olduğuna kanaaat getirmeye başladım... Ve galiba seni kendi içimden başka bir yerde bulamayacağım... Hoş, onu bile yapmak yeterince zor... Sonuç olarak eğer bir günlüğüne de olsa buralara bakarsan bir el salla... Sayın Tanrı... Eğer oradaysan ses ver...

Hımm evet burda bitmiş bu çalışma...

Perşembe, Mayıs 03, 2007

Bu Bir Belirsiz Gidiş...

Hayatımın öyle bir evresindeyim ki bu yazıya başlamdan önce şu şarkıyla giriş yapmak istiyorum...( Nitekim şu an o yeşil şarap şişesini hala neden sonuna kadar içtiğimi merak etmekteyim ve bana bu yazıya başlamakta yardımcı olacak her şeye ihtiyacım var...)

Yine düştük yollara,yollara...
Yine aştık dağları,dağları...

Ayağım gaz pedalında ardımda fırtına...
Dönülmez ufuklarda yollardayım...
Bu bir belirsiz gidiş,
Hem çıkış var hem iniş...
İşte şimdi burdayım yanındayım...

Sen varsın ya her şey senden önce ve enden sonra...

Yine düştük yollara, yollara...(*)

Of o kadar garip hissediyorum ki kendimi... Bir adım fazla atmadığım için kendime kızıyorum adım atmaya ölesiye korkuyorum... Gitmekten korkuyorum kalmak istemiyorum... Açıkçası hiç bir şey bilmiyorum...

Şimdi anlıyorum şarap gibi poker de zararlıymış... Pokerle birlikte gelen ya hepsindir ya hiç kuramım da öyle... rahmetli bir dostumuz şöyle derdi... "Eğer elinde iyi kartlar varsa blöf yap..." Çocukken anlam veremezdim ama sonra anladım... Şimdi de hayatımda oynadığım en zor kumarı oynuyorum hem tüm insanlığa hem de kendime karşı... İnsanlığa karşı elimdeki tek iyi kart olan kupa ası'yla blöf yapıyorum; nam-ı diğer bizzat kendim... Ama kendimle de oynuyorum çünkü hiç bilmiyorum bu kupa ası oyundaki tüm kartları geçecek kadar iyi bir el yapar mı? Dedim ya bilmiyorum... Ama adı üzerinde kumar, benim kuramıma göre yüzde doksan beş zeka ve yüzde beş de bilinmezlik ne de olsa...

Bildiğim şeylere gelince, çok az... Korku, bekleyiş, büyük hayaller, umutlar, kendime verilmiş sözler, beni bekleyen binlerce ihtimal... Beklemekten başka ne yapabilirim ki?


Birileri yardım etsin diyeceğim de kim yardım edecek? Tanrı? Yok o yeterince meşgul sağolsun yerinde şimdilik... İnsanlar mı? Onlar da çok meşgul... Ben mi kendime yardım edeceğim? Ben de meşgulum demek isterdim ama kahretsin ki diyemiyorum, dedim ya bekliyorum... Bekliyorum...

Macerayı, yolu çok severdim eskiden hayatın tam ortasına yaydan fırlamış gibi atılıvermeyi... Şimdi ne oldu bana neden duraksıyorum? Neden?...

Ama ne diyordu şarkı? "Ayağım gaz pedalında, ardımda fırtına, dönülmez ufuklarda yollardayım..." Galiba tam da böyle devam edeceğim ne kadar içimde bilinmezlik de olsa, yüreğim korku dolu olsa... Ne olursa olsun işte... Bir adım ileri veya tamamen geriye, boşluğa... Teorik olarak ikisi de benim için aynı şey, aynı son...

(*)Bulutsuzluk Özlemi-Yine Düştük Yollara

Pazartesi, Nisan 30, 2007

Öyle Parlak Yani ki Tüm Dünya Kör Olsun...

Etrafımda umudunu yitiren insanlar görüyorum... Çoktan her şeyden vazgeçmiş, umutsuzluğunu kabullenmiş ve sinmiş insanlar... Eskiden olsa ederdim ama hayır, nefret etmiyorum onlardan. Eskiden olsa acırdım onlara ama hayır acımıyorum da onlara. Niye acıyayım ki? Zaten onlar kendilerine yeterince acıyorlar... Onlar için kaygılanmanın anlamı yok... Etrafımdaki bu insanları görünce bir iç sorgulamaya gidiyorum istemeden... Acaba diyorum durmalı mıyım? O kadar çoklar ki acaba diyorum onlar gibi olmalı? Ama düşününce çoğunluk oldukları için sineklerin yaptığını yapıp pislik yeseydik sonumuz nice olurdu... Hiç bir zaman çoğunluğa uyamadım ki zaten...

Dediğim gibi etrafımda umudunu kaybetmiş çok insan var, hayallerimi küçümseyen... Kendi hayallerini çoktan unutmuş olanlar. Dedim ya artık kızmıyorum onlara, suçlamıyorum onları. Ben yalnızca hayallerimin peşinden gidiyorum... Hiç kimseyi sallamadan dümdüz ileri...

Ve ben hayallerime yaklaştıkça bu hayallerimin içine daha da çok giriyorum ve ne kadar ne olacağından korksam da bu sefer daha kararlıyım daha hırslıyım...

Benim adım Cenk... Ve "Cenk" eski türkçede savaşmak, çatışmak demek... Ben yaşama gelmek için savaşmışım neredeyse annemi ve kendimi öldürüyormuşum... Ama yalnızca yaşamak bu hayata adım atmak için savaşmışım. Babam bu yüzden bu adı vermiş bana; Cenk. Ve eğer hayallerinin peşinden koşmayacaksan bu hayatta yanmadan bir odun olarak kalacaksan yaşamanın, bu dünyaya gelmenin hiç bir anlamı yok. Kazanmadıktan sonra savaşmanın, savaşmadıktan sonra yaşamanın ne anlamı var ki? Benim adım Cenk... Ve ben bu hayata gelmek için savaştım, tıpkı şimdi savaştığım gibi... Hiç bir zaman da bırakmayacağım... Bunun için yemin ettim, Tanrı'ya değil, Tanrı'ya veya diğer insanlara vermem gereken hiç bir söz yok çünkü... Kendime ettim yeminimi. Tüm hayallerimi gerçek kılıp kendi yaktığım ateşin ortasında en parlak şekilde yanacağım, o kadar parlak ki tüm herkes kör olacak...

Cumartesi, Nisan 07, 2007

The Good, The Bad and the Gudubet...

Nedendir bilinmez uyumadım dün gece... (aslında bal gibi de biliyorum süper geceydi ama biz buna edebiyat aleminde gizem yaratmak adına palavra yaratan yazar sendromu diyoruz... evet güzel diyomuşuz...)

Neyse... Dediğim gibi uyumadım sonra sabaha karşı arkadaşın odasından kendi odama geldim, oturdum bilgisayarımın başına ne yapayım diye bakınırken( ki uyumak aklımın ucundan bile geçmiyordu...) oturdum ve açtım youtube'u... Orda da bakınırken yıllar yıllar öncesinden, aslında pek de öncesinden değil, hatırladığım üç büyük adamı andım bu sabah... Barış Manço, Cem Karaca ve Gökhan Semiz... Videolar arasında ondan ona atlarken Barış Manço, Cem Karaca ve Cahit Berkay'ın içinde olduğu "Uzun İnce Bir Yoldayım" düetini izledim, " Müsadenizle Çocukları"ı izlerken oradaki 3 adam dikkatimi çekti ve hemen "vitamin" yazıverdim youtube un search bar ına... Orda çıkan videoları da izledikten sonra Gökhan Semiz için hazırlanan bir fan sitesine girdim biyografi falan okurken duygulandım bir an... Daha sonra Barış Manço ve Cem Karaca'nın zamanın TRT programlarından Dolu Dizgin'de halka verdikleri cevapları izledim... Manço'nun, Karaca'nın saçları ve şapkasıyla dalga geçmesi falan derken iyice duygulanmıştım artık... Sonra biraz daha klip izledim Turkish Kovboylar, Zalım Sultan konser kaydı falan derken bıraktım... Artık canım duygularımı yazıya dökmek istiyordu çünkü... Sevgili Ece ve Eda'nın eksiklğinde anime partnerim olan Yasin'le sabaha karşı da yapıyorduk bu geyiği ( ki tecrübeyle sabit kazan gibi kafayla sakın girmeyin böyle geyiklere... demedi demek yok...) biz küçükken bambaşka şehirlerde coğrafyalarda aynı şeyler izleyip aynı şeylerle büyümüşüz diye... Tsubasa, Barış Manço, Tom&Jerry, Looney Tunes, Grup Vitamin, Atari Salonları ve şimdi aklıma gelmeyen daha yüzlerce şey... Şimdiki nesli düşündük bir de... Belki onlar bu saydıklarımın hiç birini tanıyamayacak bile... Gerçekten üzüldük... Neyse sonra ben eeh be abi yorgunum zaten yorma beni yeni nesil falan deyip odama geldim ama neyse o işin duygusal yanı...

Son olarak şöyle bitirmek istiyorum sevgili okur... Ne olacak acaba bu işlerin sonu? Kot kumaştan yapılmıştır kovboyun donu... (mu desem yoksa silahı vardır kullanmaz, bu ne biçim kovboy? mu desem diye düşünürken buna karar verdim ama ufak bi hileyle ikisini de yazdım işte.. Ha ha okur, ha ha...)

(not: Bu Turkish Cowboys klibinde Gökhan Semiz bizim Aksel'in uzun saçlı haline amma da benziyor değil mi ama??)

Cuma, Nisan 06, 2007

Resim...

Geçen yazın sıcak bir gecesiydi galiba... Masada bira vardı, fıstık falan filan daha bir sürü şey vardı... Bizim evin o büyük terasındaydık, havada hafif bir esinti vardı bahçedeki ağaçları ve saçlarımı okşayıp giden... Daha dünmüş gibi hatırlıyorum bahçenin kokusunu rüzgarın yumuşaklığını... Hatırlıyorum çünkü masada benim sahip olduğum en değerli hazinelerin ikisi vardı... Babam ve Amcam... (amcam derken Galler Prensi Edward da diyebileceğimiz Murat'tan başka kimden bahsediyor olabilirim?) Okula başlamama birkaç hafta kalmıştı, ben tüm zamanımı izmir & İzmir Fiestası konulu bir gez-toz sürecine ayırmıştım ama o gece bambaşkaydı... Şu klasik babanın oğlunu karşısına alıp tavsiyeler verme konuşması gibi gelebilir size, belki de öyle olabilirdi ama burda söz konusu olan ben ve babam ise öyle değil diyebilirim rahatça... Üstelik bir de Edward olunca... Biz babamla ve kaçınılmaz olarak Edward la et ve tırnak gibiyizdir eğer bunu karşılayan daha vurgulu bir terim yoksa... Edward a amcam derim çünkü babamın en değerli dostudur lisede tanıştıklarından beri... Daha da ötesi amcam derim çünkü amcamdır kapı komşumuz, ortağımız Bodaral organizasyonlarının belkemiği... Nasıl amcam demem ki?
Kusura bakmayın galiba konuları iç içe geçirerek anlatıyorum ama ne yapayım o gece ve bu iki değerli dostum aklıma geldikçe tutamıyorum kendimi... Babama dostum derim çünkü... Aslında çünkü falan yok... Çünkü olmadığı için o benim dostum zaten...


Neyse... O gece oturduk o masanın etrafında ve konuştuk... Ben her zamanki gibi iki dostumun sözlerini dinledim... Ve amcam o an anlamını tam olarak kavrayamadığım bir laf etti... Belki de dedi bu bir aile olarak son toplanmamız... Belki de senin bu evden son adımını atışın ve belki bir daha hiç bir zaman uzunca birlikte olamayacağız... Konuştuktan ve önümdeki biraları içtikten sonra çıktım yukarıya, belki de bir korunma içgüdüsüyle sıcak yaz havasına rağmen sardım yorganıma kendimi... Bütün gece gözlerimi kırpmadım bile bir kez olsun... Aynı sözleri düşündüm durdum... Bu değil miydi istediğim? Genç yaşta zengin olmak? Evden çıkıp dünyayı kucaklamak... Korkuyor muydum? İpleri elimden kayıp mı ediyordum? O gece uzun uzun kendimi sorguladım... Güneş doğarken kendimle yaptığım savaşın sonuna gelmiştim... Öncelikle bir hayal kurdum... Babam hep bir resim olsun gözünde der, ve o resmi çizene kadar bırakma çalışmayı, denemeyi... O resmi çizmiştim o gece... Resimde taş evlerinin yeni ekip biçtikleri bahçesinde çaylerını yudumlayan iki tane keyif düşkünü adam vardı, onların yanında da onlardan aşağı kalmayan bir tane adam daha... Ve bu adamlar bir daha o bahçeden asla kalkmamaya yemin etmiş gibi duruyorlardı... Resmin diğer yanında da tüm dertlerinden sıyrılmış bir kadın vardı... İlk olarak bu resmi çizmiştim kafamda ve ikinci olarak da yemin ettim... Ne için mi? Kafamdaki o resmi çizmek için... İnsanlar sorarlar şu hep bahsettiğin o uykularını kaçıran seni bu hayata bağlayıp adayan o durmadan uğrunda çalıştığın hayalin ne? , diye... Benim hayalim sadece bir resim ve ben asla durmayacağım...

Son olarak küçükken hep babama ve Edward a bakıp düşünürdüm... Acaba benim de onlar gibi senelerce yanımda olan ve bir gün bile benden ayrılmayan bir dostum olacak mı diye... Şimdi anladım ki ben onlardan çok daha şanslıyım... Benim bir değil iki tane öyle dostum var...

Perşembe, Nisan 05, 2007

Ses Ver...

Ben seni sorgulamaya başladığımdan beri pek konuşmadık seninle... Zaten önceden de pek konuşmazdık... Ya ben sesini duymak için ayaklarının dibinde ağlardım, bağırırdım, ya da kahrederdim, küfrederdim sana... Hepsinin amacı aynıymış daha iyi anladım şimdi... Sonra gün geldi bu sefer de sorguladım seni... Bulmak için çabalamaktan vazgeçtim bi anda... Duymak için çabalarken bile bulmaya çalışmanın ne anlamı vardı? Ya da nerde bulacaktım ki seni? İçimde mi? Dışarıda mı? Aynaya bakınca gördüğü şeyi beğenmediği için aynayı kırmaya çalışan bakışlarımda mı? Nerede? Ve vazgeçtim... İşte o günden beri hiç duymadım sesini, duymak için pek de çaba sarf etmedim açıkçası... Ne kadar konuşmasak da galiba sendin beni sabahları veya gecenin en kör zamanında arayan, sadece orda mıyım değil miyim diye bakmak için... Belki ordaydım, belki değildim, bilmiyorum...
Çok uzun zamandır konuşmadık seninle... Belki çok sinirliydim, belki çok çaresizdim, bilmiyorum, inan... Yine de son bir kez sesleneyim dedim sana burda...Gölgemin boyu uzarken batan güneşi selamlamak için başımı kaldırınca orda göremiyorum artık seni... Yeni doğan bebeğin gülümsemesinde göremiyorum... Ama içimde bir yerde biliyorum ki sana ihtiyacım var, eğer oradaysan ses ver...