Salı, Kasım 03, 2009

S.O.T.W.

Sol majör sürekli ve ritmik (klavyeden olacak)
Sol notası üstteki o işte kalın olan mi den 3 sonra olan ve ritmik (basstan olacak)
Çık çıkı çık çıkı çık çıkı... (simballerden ve aynı ritmle)
Sonra da ben;
Daat dat daaaaat daat dat da daaaaaaat...

We all came out to Montreux,
On the Lake Geneva shoreline...
To make records with a mobile,
We didn't have much time...

Falan filan işte.

Ya o değil de, Water bi kasabanın adıymış, çok ayıp.

Salı, Haziran 23, 2009

Her Şey Bitmeden

Ölümden bahsetmek ya da ölümü düşünüp durmak bir çeşit obsesyon mu? Bilmiyorum ki... Yine de obsesif bir yapıya sahip olduğumu söyleyebilirim,bazen...

Yine de, ne dersem diyeyim, ölümü çok fazla düşünüyorum yüksek sesle söylemesem de ,dile getirmesem de hiç, çok fazla düşünüyorum. Hemen bir kaç dakika sonra ölebilmeyi de altmış yıl sonra ölebilmeyi de çok fazla düşünüyorum. Genelde ikisi arasında pek fazla seçim yapamıyorum aslında. Hangisi daha iyi kim söyleyebilir ki? Düşünüyorum huzurlu anılarımı, içimde sarı renklerle işaretlenmiş, turuncu pastel boyalarla daireler içine alınmış,kırmızı ve mavi keçeli kalemlerle boyanmış hatıralarımı, bir noktada siyah bir pilot kalem komşunun arsız çocuğunun eline geçmiş de üzerlerini umarsızca çiziyormuş gibi... Yediğim eriklerin daha dişlerime o garip hissi verdiğinin farkına varamadan dişlerimi elime alıyorum, kırılıyorlar...

Bana ölünce geride kalanların acısından bahsediyorlar; bunu daha da fazla düşünüyorum. Acımasızlık? Bunu da bilmiyorum. Yansıtabileceğim kadar merhamet görmedim hiç etrafta, ama yaratabildiğim kadarını yaratmaya çalıştım,bunu biliyorum.

Çok değil bir kaç ay evvel bir arkadaşım birkaç kat yüksekten kendini yerdeki taşla buluşturmaya karar verdiğinde daha da fazla düşündüm. Onu değil,seçimini değil, kızgınlığımı,üzüntümü falan değil. Kendimi düşündüm, bencilce kendimi düşündüm. Ben yapabilir miydim diye düşündüm. Eğer hayat daha da zor gelse,bundan daha da fazlası olabilecekse, ben yapabilir miydim aynısını? Cevabı veremedim. Gerçekten hep ayağa kalkmak, hep taş gibi sert olmak bu kadar önemli mi? Ayağa kalkmaya çalışırken neler kaybediyoruz? Sadece çok büyük taşaklarımız varmış gibi gösterebilmek için kendimizden neler veriyoruz? Amacı düşünürken, bizi götüren yollardaki yabancıların yüzleri bir bir silinip gidince aslında neleri feda ediyoruz?

Belki de daha önce söylediğim gibi, gerçekten öldüm daha önce,biyolojik olarak değil.

Çok düşündüm, dakikalar,saatler,günler boyu belki. Tadabildiğim tek şey boyumun yetmediği ağaçlardan düşen çürük meyveler de olsa, yeni bir şeylerin tadını aramak ne kadar doğru bilmiyorum ama tek yaptığım bu. Daha ne kadar dayanabilirim, kestiremiyorum açıkçası...


Ama bildiğim bir şey var.


Ölmek istemiyorum, henüz ilk gerçek kahkahamı atmadan ölmek istemiyorum, hayatın karşısında pantolonumu indirip ona kıçımla gülmeden ölmek istemiyorum, komşunun arsız çocuğunun kıçına tekmeyi atıp annemden azar yemeden ölmek istemiyorum, güneşi görmeden ölmek istemiyorum, ağaçlara tırmanamadan ölmek istemiyorum, gerçekten kavgaya giremeden henüz bu arkamdan gelen sinsi darbelerle ölmek istemiyorum, savaşmadan ölmek istemiyorum, savaşı değil belki ama bir kez bile olsa çatışmayı kazanmadan ölmek istemiyorum, mutsuz bir rüyanın tam ortasında uykumda ölmek istemiyorum, belki buruşarak değil ama aşınmadan ölmek istemiyorum.

Şimdi ölmek istemiyorum.


Kolumdaki güç, kalbimdeki sevgi, içimdeki inanç, ciğerimdeki nefes,kafamdaki sözler,dilimdeki cümleler bitmeden.

Cumartesi, Haziran 20, 2009

Karanlık Çöktüğünde

Gerçekten,ben gerçekten ne zaman öldüm? Biyolojik ölüm saatimi sormuyorum, ben ne zaman öldüm? Okul sıralarında mı? Mikrofona sarılıp ilk kez bağırdığımda mı? Çelik tellere var gücümle vururken ellerim acıdığında mı? Kitaplarımı okuduktan sonra mı? Benden büyük bir bedenin bana sarf ettiği,bağırdığı,haykırdığı anlamsız sözleri duyduktan sonra mı? Tavandaki ipe bakarken içimdeki korkuyu dinlerken mi? Ben ne zaman öldüm? Ben ne zaman öldüm? Ben gerçekten ne zaman öldüm?

Saydığım günler saymak üzere olduklarımın birer parçası olmadan hemen evvel, her şeyim birbirine karışmadan bir önce...

Ben hayaller kurmaya başlarken tam... Birileri gelsin ve bu hayalleri buradan alsın.

Her sabah ölüp her gece tekrar dirilirken metaforlar ve alaycı sözlerin tam ortasında içimden geçen kör bakışlı,kem gözlü öfke ve umutsuzluk topluluğu benimle yok olsun isterdim. Zor öğrendim kendim yaratmadığım şeylerin benimle son bulmadığını...

Kontrolü kaybettiğim an okul sıralarım nerdeydi? Bana o ağızlar dolusu sözleri bağıranlar neredeydi? Kitaplarım neredeydi? Kucaklar dolusu sevgilerinize, bulutlar ve güneş ışıkları dolu huzur anlarınıza, dudaklar dolusu gülüşlerinize benim üzerimden kavuşmayı beklerken zaten bunları kendi kendinize yitirdiğinizin hiç mi farkına varmadınız?

O albümü kaset çalara takıp, sesi de sonuna kadar açtığımı hatırlıyorum...

Sonra,çok sonra, karanlık çöktüğünde; sadece çöktüm,parçalandım ve ağlamaya başladım.

İnandım aslında biliyor musun? Fena halde inandım. Birileri gelsin ve bu hayalleri buradan alsın. Kalbimin atmakta olduğu vücuduma ve acınası derecede küçük,küçücük varoluşuma çok büyük ve yüce geliyorlar.

Çarşamba, Mayıs 27, 2009

Ellerim

Ellerim, varoluşumun vazgeçilmez parçaları.
Bu ellerle yarattım,hayat verdim, dokundum değiştirdim; müziğe şekil verdim.
Bu ellerle düşündüm, toparlandım, döküldüm, kalem tuttum.
Bu ellerle kendi sonumu,yeniden doğuşumu,yaşamımı şekillendirdim.
Bu ellerle dokundum,hissettim, içime çektim, ittirdim.
Bu ellerle tuttum,bıraktım,kırdım, yapıştırdım.
Bu ellere soğukta nefesimi verdim, bu ellerle soğukta nefes olmaya çalıştım.
Yeri geldiğinde bu elleri kırmaya,durdurmaya çalıştılar. Başarılı oldukları da oldu.
Onları asla istediğim gibi kullanamadığım zamanlar gibi tıpkı.
Bu ellere bir gün silah tutuşturmaya kalkacaklar, ateş etsinler diye, yaşamlara son versinler diye, yine sadece bu ellerle bunu sonuna kadar, kaçabildiğim yere kadar reddedeceğim.
Zamanı geldiğinde bu ellerle bir yaşam yaratacağım, ona da kendi ellerini vereceğim.
Dokunsun,değiştirsin, daha da iyi bir yer yaratsın diye.
Yeri geldiğinde bu ellerle uzanan bir el olacağım bana ihtiyacı olan insanlar için.
Bazıları için umut, bazıları için coşku, kimileri için de, kim bilir, belki de bir kabus olacağım; yalnızca bu ellerle.
Bazen yalnızca veda eden bir el, bazen uzak bir hatırayı çağrıştıran bir tını, bazen de omuzda duran destek olacağım.

Salı, Mart 31, 2009

Yedi Farklı Ses,İki Kanat ve Milyonlarca Düşünce Demeti

Kanatlarım olduğunu fark ettiğimde tam olarak 10 yaşımdaydım. Buna fark etmekten çok, şüphelenmek de diyebiliriz pek tabi. Zira gerçek anlamda fark etmem daha sonraya denk geliyor ki ona da geleceğim. İlk başlarda sadece bir his vardı sanırım. Kaşıntı? Acı? Sırtımda? Göğsümde? Başımda? Bilmiyorum. Ama 10 yaşımdaydım,adım gibi eminim. Adım demişken? Hiç kendi adını düşündün mü? "Cenk" diye düşününce örneğin milyonlarca korelasyon dolusu yol ve düşünce oluşuyor kafamın içinde. Bu isme sahibim, bu gözlerin gerisinden dünyayı izliyorum ve bu ciğerlerle tüketiyorum dünyayı. "Cenk", başka bir şey de olabilirdi ama "Cenk". Sen busun işte,adın kadarsın ve buna karar vermek de sana düşmüyor, sen busun; o ismin arkasından dünyaya bakıp, o isimle dünyaya iz bırakıyorsun gibi şeyler düşünürken, o düşünce demetini izlemekten vazgeçip kendime dönüyorum. Tam 10 yaşımdan beri belirli aralıklarla hep bunu düşünüyorum. Cenk. Başka bir isim, başka birisi de olabilirdi, ama Cenk, ve kanatlarım olduğunu fark ettiğimde 10 yaşımdaydım, üzerimde hala mavi önlük vardı.

Onüçüme gelene kadar çok fazla düştüm ama hiç birisi o kadar da yüksekten değildi. Ve trapeze çıkan o sirk cambazlarının kullandığı ağlar hep geriliydi altımda. Ama onüçümde sanırım, boşluğa doğru kafa üstü düştüm ve süzüldüm. Düşmek ve süzülmek derken; 9.81 metre bölü saniye kare yerçekimi ivmesi olan bir yerde düşmek başınıza kötü işler açıyor genelde. Düşeceksiniz ayda düşün ve vurulacaksanız bir hastanenin içinde vurulun ki bunun konumuzla hiç bir ilgisi yok, Hugh Laurie'ye ithafen söylemek istedim,neyse. Düştüm ve süzüldüm. Yerçekimi normaldi, düşüş anormaldi,ani olmuştu gibi geldi ama hiç öyle değildi aslında geri dönüp düşününce. Tek anomali şuydu aslında; düşmeye mahkumsanız ve düşmeye alışmışsanız hiç bir düşüş anormal gelmiyor. Örneğin profesyonel bir paraşütçü olsam,uçaktan atlamaktan sıkılırdım sanırım ki bundan sıkılabileceğimi hayal bile edemiyorum. Bu da bana eski bir animasyonu hatırlatıyor. Elinde tüfek olan bir adam bembeyaz bir yerde bulur kendini, elindeki silahı ve boşluğun ortasında olan bir televizyonla. Televizyondaki adam sürekli konuşuyor. Adam dinlemekten sıkılıp yürümeye başlıyor. Dayanamayacak kadar sıkılınca silahıyla kafasına ateş ediyor,ölüyor ve yine aynı beyaz boşlukta diriliyor. Aynı televizyonun yanında. Defalarca aynı çevrimi tekrarlayıp aynı yere geri dönüyor. En sonunda yeter artık deyip televizyona ateş ediyor ve hiç bir şey olmadığını görünce televizyonu da kaybettiğini anlayıp ağlamaya başlıyor. Çıkış yok,üzgünüm dostum.

Onaltı. Mükemmel bir sayıdır ve nedense hep kafamda açık yeşil rengi çağrıştırıyor. Tıpkı onsekizin kahverengi, onun kırmızı ve yedinin siyah olduğu gibi. Ya da dokuz lacivert, oniki beyaz,onbir sarı. Ama onaltı açık yeşil, her zaman. Nedenini bilmiyorum,sadece renklerle sayıları öğrendiğim günden beri böyle. Hayatımın açık yeşil yılına geldiğim o zamanların yavaş yavaş onyedi olan koyu renklere çaldığı günlere doğru çocukluğumdan beri üzerime bir miras gibi kalmış olan o duyguya anlamlar yükleyebiliyordum artık. Hala süzülmekte güçlükler çekiyordum, hiç göremedim onları,şekillerini kafamda canladırabiliyordum ama asla kesin bir fikrim yoktu. Renkleri beyaz mıydı? Kızıl mıydı? Bana kalsa ağaşıya doğru kıvrımlı ve uzun olmalarını isterdim, siyah ve kızıl renkli. Ama hiç bir fikrim yok,üzgünüm... Kanatlarımın olduğunu bilmekse düşündüğümün aksine hiç bir işime yaramadı. Daha sık kaybolmaya başladım. Hatırlıyorum da ben altı yaşlarımdayken babamla pazara giderdik. Ben her seferinde kaybolurdum neredeyse. Hep oyuncakçının önünde veya balıkçının çeşmesinin yanında bulurdu babam beni. Başımı okşayıp oyuncak falan alırdı sanırım. Konumuzla bir ilgisi olup olmadığından emin değilim, kaybolmak dediğim vakit hatırladım. Kanatlarımın orda olduğu ortaya çıkınca uçmamı istediler benden. İtiraf etmek zorundayım, çok zordu. Hiç anlatamadım işlerin öyle yürümediğini. Onların da anlamaya pek iştahı yoktu ya. Koşmaya başladım, koştum, daha hızlı koştum... Tam uca geldiğimde son gücümle sıçrayıp bıraktım kendimi. Rüzgar saçlarıma çarptı, gözlerim sulandı. Kendimi zorladım. Yerçekimi inanılmaz bir şey. Tam ağzımdan burnumdan kanlar akarken Golden brown çalıyordu Stranglers'dan. Hiç anlatamamıştım işlerin böyle yürümediğini. Kanın tadını da hayatım boyunca sevemedim.

Kendimi toparlayabildiğim zamanlar oldu, toparlayamadığım zamanlar da. Ama sanırım ki hiç bir zaman tam olarak iyileşemedim, kanatlarıma da asla güvenemedim. Düştüğüm yerin de neresi olduğuyla ilgili hiç bir fikrim yoktu. Bu yüzden açık yeşilden sonraki sayılara bir renk yükleyemiyorum nedense. Beynimin içinde tamamıyla boş ve anlamsızlar. On sekize kadar belki ki emin olmasam da onun ne renk olduğunu belirtmiştim.

Neresi olduğunu bilmediğim bu gri renkli koridorlarda dolaşırken bir yabancıya rastladım. Dizlerini göğsüne doğru çekmiş oturuyordu öylece. Bana bambaşka bir olguyu öğretti. Yıllardır tam orada olan, ama bir türlü farkına varamadığım olguyu. Ve bazı insanların yarı-tanrı diye basitçe adlandırılabilecek statüye geldiğini gösterdi bana. Buradan gerisinde o gri koridorlarda yürürken kafamın içinde sürekli 7 farklı sesten oluşan bir diziler topluluğu vardı. Buna da siz müzik diyorsunuz sanırım.

Müzik ve insan. Öncelikle anatomi ve biraz da nöroloji. Müziği duyduğunuz an duyu korteksimiz uyarılır ve yorumlarız. Daha sonra da anlamlandırırız. Eğer bizde bir şeyler çağrıştırıyor ve hatırlatıyorsa bu duyguları ve olguları çağrıştırır (bilimsel olmam gerekirse hipokampüs uyarılır). Eğer bize hitap ediyorsa ödül merkezimiz uyarılır. Ama bityeniği şurada; eğer dinlediğiniz şeyi oluşturan sizseniz tatmin duygusu eklenir karışıma. Bilinçsizlik ve yoğun dikkat. Bilimsel olarak orgazmdan farkı yok. Ve Dr. Mihaly Csi­kszentmihalyi gibi enteresan bir ismi olan adamın dediği gibi, bu şekilde geçen bir yaşam, yaşamaya değerdir. Üzerinde altı tane metal tel olan bir tahta parçasına dokunmaya başlarsınız, başka birisi sizinle eş zamanlı olarak iki tane tahta parçasını plastik ve metal yığınlarına vurmaya başlar, bir başkası sadece bağırıyordur. Bilinçsizlik ve yoğun dikkat. Yüzlerce insan bunu dinlerken aynı zamanlarda siz olmaya çalışıyorsa, empatik sinirleri aracılığıyla sizin gözlerinizden görüyorsa dünyayı; kanatlarınız olduğunu bilirsiniz. Sanat asla büyük paraların döndüğü bir sektörün içinde zevk düşkünü pezevenklerin yan gelip yatarak sadece parası yeten insanların ihtiyaçlarını karşıladığı bir olgu değildir. Zevk düşkünü pezevenkler lafı hoşuma da gitse, böyle olduğunu düşünmüyorum. Nöroloji bitti.

O düşüşte kanatlarımı kaybettiğimi sandım. Ama yanılmıştım aslında. Kaybettiğim şey kanatlarım değil, bilindik yollardı. O düşüşte kanatlarımın neler yapamayacağını öğrendim. Kendi yapabildiklerimi öğrenmek ise yalnızca ek bir ödüldü sanırım.

Ne anlatmaya çalıştım? Gençlik sorunlarımı mı? Metaforik örneklemeler yaparak yazdığım denemelerin bir diğeri miydi bu? Ya da müziğin veya sanatın hayatımdaki önemi konulu bir başka yazı mıydı? Boşversene. Yargıya gerek yok,yargıca da,sözlere de. Bu yalnızca bir algı problemi. Kanatlarım olduğunu ilk fark ettiğimde 10 yaşımdaydım. Onları kullanamayıp kırılınca biraz daha fazla. Kullanmaya başladığımda buralarda olmayacağım.

Pazartesi, Şubat 09, 2009

Korkunun Rengi,Kokusu,Sesi,Dokunuşu,Tadı

Çok uzun zaman olmuş ben yine bişeyler yazmayalı... Gerçi bunu neden söylüyorsam blog hesap soruyormuş gibi? Ben de bilmiyorum ki. Neyse uzatmak istemiyorum,dümdüz konuya giricem, bu kez Nietzche'nin şiiriyle başlamak istiyorum,beni anlatan bir şeylerle.



Öyle bir hayat yaşıyorum ki,
Cenneti de gördüm, cehennemi de...
Öyle bir aşk yaşadım ki;
Tutkuyu da gördüm, pes etmeyi de...
Bazıları seyrederken hayatı en önden,
Kendime bir sahne buldum oynadım.
Öyle bir rol vermişler ki
Okudum okudum anlamadım...
Kendi kendime konuştum bazen evimde
Hem kızdım hem güldüm halime
Sonra dedim ki ' söz ver kendine ';
Denizleri seviyorsan, dalgaları da seveceksin,
Sevilmek istiyorsan, önce sevmeyi bileceksin,
Uçmayı seviyorsan, düşmeyi de bileceksin,
Korkarak yaşıyorsan, yalnızca hayatı seyredersin...
Öyle bir hayat yaşadım ki, son yolculukları erken tanıdım.
Öyle çok değerliymiş ki zaman, hep acele etmem bundandı
Anladım...


Shawnshank Redemption'ın bir sahnesi var aklımda,aslında çok fazla var, ama bir replik beynimin içinde yanıp sönen ışıklı tabelalar gibi parlayıp duruyor... Şöyle diyordu Red; "Korkuyla yaşamak, sahip olabileceğin en kötü duygudur." O kadar haklı ki... Morgan Freeman'ın surat ifadesi hala aklımda, zaten aklımda olmasına da pek gerek yok,aynaya bakabildiğim sürece. Tek fark, o rolünü oynuyor,ben okuyup okuyup anlamıyorum. Sürekli okuyorum, rolünü oyna diye zorluyorlar,anlamadıkça zorluyor, zorladıkça korkutuyorlar... Korktukça da oynamak yerine izlemeye gelen insanları seyrediyorum, bir zamanlar cennetteki günlerimi düşünürken, şimdi cehennemde yaşıyorum, ama hayır çok yanılıyorum, cehennem henüz başlamadı bile. Zaten başlasa korkacak bir şeyim olmazdı,ah... Acele etmeliyim...

Yine başlıyorum işte. Susuyorum,gözlerimi kapatıyorum,ellerimi cebime sokuyorum... Zamanında benden istediğiniz gibi davranamadım, şimdi öyle davranmaya çalışıyorum, kapatıyorum kendimi... Kesin ellerimi,gözlerimi çıkarın, kulaklarımı sağır edin,derimi yüzün... Burnum? Duyacağı tek şey kesif pislik kokusu olacak zaten, içinde yüzdüğüm pisliğin derin kokusu...

Beynimin içinde kendi kendime hesap soruyorum, onlar sormaya başlamadan hemen önce, hiç bir tutar yanı yok. Hesap hiç bir zaman tutmuyor. Verebileceğim tek cevap var; özür dilerim, her şey için özür dilerim... Böyle olsun istemedim,hiç. Burda bulunmayı ben istemedim, elimden geleni yaptım,yapmaya çalıştım,biraz daha gidebilmeyi denedim ama... Bu noktada dizlerimin üzerine çöküyorum, bir damla göz yaşı yanağımdan süzülüp yere çarpıyor, yarattığı titreşim depremler yaratıyor. Kayıt düğmesine tekrar basıp bu kaydı bitiriyorum.

Korkuyla yaşamak insanın sahip olabileceği en kötü duygudur. Kanser gibidir. Kanserin kendisidir, bu yarayı saramazsınız.

Tüm bunları düşünürken aklımda gülümseyerek uyandığım güneşli sabahlar var. Sahi var mıydı öyle sabahlar? Sanırım rüyalarımın etkisinde pek fazla kalmışım...

Cuma, Ağustos 01, 2008

Iaaaaaahhhhhhhhgrrrgghhhh!!!!!

Yürüyorum yine... Aylardan sonra ilk kez kafamda bir ışık beliriyor... Bir şeyler yazdıran ilk şey bu belki de... Yürüyorum... Ellerimi sıkıyorum... Yine geliyor... Hayır... Hayır... Hayır! İzin vermemeliyim.. Argh!

Tamam, atlattım bunu... Kontrol altında tutulmayan öfke zararlı olabilir... Bir grup çizerin oturup ortaya yeşil renkli aptal bi karakter atması kadar basit bişey değil bu! Kontrol altında olmayan öfke çok sakıncalı olabilir... Tutamıyorum kendimi... Yapamıyorum... Hayır!

Metallica nın mesajı bu değil miydi? Büyük baş belaları olmadan da agresif müzik yapmak... Aslında olay müzikle alakalı değil... İçimdeki o bir çeşit canavar ortaya çıkıyor işte... İşin en kötüsü de şu; o canavarı koşturabileceğim bir çayır yok artık ortalıkta... Onu dizginleyip koşturabileceğim bir gitar klavyesi, bir boş kağıt ya da herhangi bi şey yok... Canavar içimde bekliyor... Bekliyor... Beklemesi emredildi ona! Dur orda dendi, çıkman yasak! Nefes alırken burnundan çıkan dumanı görebiliyorum... Sessizliği bozmak istiyor... Gürlemek, hırlamak, bağırmak, haykırmak! Ama hayır sessiz duruyor. Gözleri kıpkırmızı... İçten içe merak ediyor, en hayvansı içgüdüsü onu şu düşünceye zorluyor; bir daha eskisi gibi olacak mı? Bilmiyor. Sadece bekliyor,sessiz,durgun...

Hadi şimdi siktir edelim hepsini? Bırakalım onu dışarıya? Hayır... Sistemin emri bu değil... İlerleme yolu, yapay seleksiyon bunun tam tersini emrediyor. Ama hadi, serbest bırakalım onu! Hadi! Hadi! HADİ! Ellerimin titrediğini hissedebiliyorum... Dışarı çık, bir kavga başlat, karşı cinsin bir üyesiyle tanış... Yaşadığını kanıtla! Hayır... Ty Durden sadece şizofrenik bir aklın ürettiği bir başka canavardı... Ah! Hadi ama Jackie... Bir striptiz daha yap bize... Ellerim... Dişlerimi sıkıyorum... Hayır!

Canavar zaman geçtikçe benimle bütünleşiyor... Bir zamanlar içimde olan ve gitme gücü veren şey, şimdi büyüdü ve vücudumun her yerine yayıldı... Çünkü gidebileceği başka bi yer yok. Bedenime, aklıma hapsoldu ve orda bekliyor... Sessizce, emredildiği gibi... Ama bu kötü... Çok kötü... İçimde olan, şimdi benimle bir oldu, ben oldu... Onu tutmak için elimden geleni yapıyorum... İstemeden de olsa...

Uysallaştırılmış insan içgüdüleri çok tehlikeli olabilir...

Bu sesi siz de duydunuz mu?

Ah!

Argh... Ellerim...

Hayır...

Hayır...

HA...

Onların dediği gibi, bu sadece sessizliğin bitmek üzere olduğunu belirten ses...

Çarşamba, Ocak 30, 2008

Incoming Transmission...

---
Jack sokaklarda yürüyor... Ve düşünüyor, düşünüyor... Galiba artık Jack kalabalığın içindeki yalnız adam olmamayı seçiyor yavaş yavaş... Bir süreliğine yalanların arkasına sığınmayı seçiyor... Her sabah uyanıyor Jack artık, saçlarını yıkayıp, tarayıp sakallarını düzeltiyor... Sonra dışarı çıkıyor 9'da kahvaltısını edip, düzgün bağladığı ayakkabılarının bastığı sokaklarda insanlara gülümseyerek dolaştıktan sonra 1'de yemek yiyor ve öğleden sonra "so called mate"leriyle bara falan gidiyor... Akşam da eve dönüp her şeyden zevk alarak televizyon izliyor ya da internette falan geziyor biraz... Gece olunca da uyuyor artık Jack. Hayatındna çok memnun, gerçekten. Bu aralar hayatı seçmiş taklidi yapıyor biraz daha. Çünkü anlamış bulunmaktayız ki, Jack artık yalanların arkasında yaşamanın sadeliğini çözmüş durumda. İnsanlar bunu talep ediyor ondan. Bohem mi? O da ne? İnsanların taleplerini karşılamak zorundasınız! Sorunsuz bir Sparta kalkanı gibi; herkes birbirinin isteğini bir yalanla karşılarsa Jack de bunu yapmalı ki düzen devam etsin. Kalabalığa karışıyor bu kez Jack. Uzun zamandır ilk defa. Evinin varlığına inanıyor, eve döneceğine inanıyor. Yolları sevmediğini iddia ediyor Jack artık. Yorulduğunu söylüyor. İkili insan ilişkilerinde hep tekil olmak yerine bu kez ikilideki ikinin teki olmaya karar veriyor pek sevgili Bay Jack. Çünkü etrafındaki herkes bunu talep ediyor ondan. Ve tüm bunları yaparken bir kez olsun kafasını kaldırıp da "bakın istediğiniz gibi oldum" diye bağırmıyor Jack. Çünkü bu bir yalan ve bu hareketinin yalanı bozmak anlamına gelebileceğini biliyor. Sadece şapkasını çıkartıp, kalabalığın arsına karışıyor. Artık normal insan taklidi yapıyor Jack. Proleteryayı kabullenip, bohemyayı sallıyor. Son kozunu oynayıp, o çok sevdiği maça ası'na veda ediyor ve gidiyor Jack. Hayatı seçmiş taklidi yapıyor.
---

Beyin kıvrımlarından aldığım son mesaj Bay Jack'in artık ne yaptğını belirtti bana. Ve işte, bu mesaj da burada sona eriyor. Artık "istediğiniz gibi olma" taklidi yapıyor Bay Jack. Dönüp size gülümsüyor.

Pazartesi, Ocak 21, 2008

Pile Misery Upon Misery...

"Our response was to keep on going and fuck everything... Pile misery upon misery... Heat it up ona spoon and dissolve it with a drop of bile then squirt it into a stinking purulent vein and do it all over again... Keep on going, keep getting up, going out, fucking people over... Propelling ourselves with longing towards the day it would go wrong... Because no matter what you do, you never have enough... You always need to get up and do it all again..."

(Trainspotting'den)

Pazar, Ocak 20, 2008

Little Miss Sunshine...

Little Miss Sunshine... Son zamanlarda belki de izlediğim en iyi filmdi... Bana birkaç tane dyguyu ard arda bu kadar iyi hissettirebilmiş bir film şu an hatırlayamıyor bile olabilirim... Amacım tabi ki filmi burda anlatmak değil, sadece duyguya giriş için, biraz filmden bahsetmem gerek...

Bir aile düşünün, baba bir sürekli kazanma manyağı, ne kadar hep kazanan olmaya çalışsa da, kazanma hırsı onu kaybeden yapıyor. Bir oğul, 15 yaşında ve yaşının getirdiği tüm ağırlığı en sert şekilde yaşıyor. Bir anne, aileyi toplamaya çalışan ve sürekli sigara içen. Bir büyükbaba, uyuşturucu bağımlısı ama sevgi dolu yaşlı bir adam, bir amca, eşcinsel bir akademisyen, henüz intihar edip, ölmeyi becerememiş olan ve son olarak da bir kız çocuğu, henüz yedi yaşında... Tek isteği California eyaletinde küçük kızlar için düzenlenen "Little Miss Sunshine" güzellik yarışmasını kazanmak... Kırılmanın eşiğindeki bu aile yaklaşık bin mil öteden yola çıkıyor, eski bir minibüsle, yalnızca küçük kızları Olive'in hayalini gerçek kılabilmek için...

Ve bu insanlar uzun yollarında aile'nin, gençliğin, hayallerin ve çoğunlukla da yaşamın ne olduğunu öğreniyorlar... Aslında anlatıp isteyip de anlatamadığım o kadar çok şey var ki... Filmden bir diyalog karalarım belki, olur o zaman...

...
Dwayne(oğul): Bazen 18 yaşıma gelene dek uyumayı diliyorum... Bütün bu saçmalıkları, liseyi ve her şeyi geçmeyi...

Frank(amca):Marcel Proust'u biliyor musun?

D:Hakkında ders verdiğin adam?

F:Evet, Fransız yazar, tam bir kaybeden... Asla düzgün bir iş edinememiş, karşılıksız, eşcinsel aşkları olmuş... Kimsenin okumadığı bir kitap için neredeyse 20 yıl uğraşmış... Ama aynı zamanda muhtemelen Shakespeare'den sonraki en büyük yazardır... Her neyse, hayatının sonuna gelir, geçmişe bakar ve en çok acı çektiği senelerin hayatının en güzel seneleri olduğuna karar verir... Çünkü o yıllarda kendini bulmuştur... Mutlu olduğu yıllar tamamen boşa gitmiş, hiç bir şey öğrenememiş... Yani 18 yaşına dek uyursan, ah, kaçıracağın acıları bir düşün! Yani lise... Lise, senin en iyi acı çekme yıllarındır! Bundan daha iyi acı çekemezsin...

D:Biliyor musun ne var? Güzellik yarışmasını sikeyim! Hayat zaten bir biri ardına takip eden bir güzellik yarışmaları bütünü... Okul, üniversite ve sonra iş... Sik bunu... Hava Akademisini de sik... Eğer ben uçmak istersem, bir yolunu bulurum! Sevdiğin şeyi yap ve gerisini siktir et!
...

Bu aslında filmde insana bir şeyler anlatmayı başaran bir sürü kareden yalnızca biri... (Bir de filmin sonu var ki, işte o her şeyi anlatmayı başaran, ağlatan kare)

Filmi izledikten sonra oturdum düşündüm, zaten saat bu saat olmuş, kendime bi çay koydum ve dedim ki aynen Dwayne gibi, "I hate everyone..." Evet an itibariyle herkesten nefret ediyordum... Ama düşününce, hayat da sevmeye değer olgular da vardı, sevmeye değer üç beş tane insan... Midemi kaldırmayan üç beş tane insan sadece... Daha da az sayıda olgu... Ve çekilecek daha çok acı vardı... Önümdeki yola baktım da, daha şimdiden şikayet etmeye başlamışım, aslında çekilecek daha çok acı vardı... Sonra da dedim ki yine Dwayne gibi, "Sik hepsini, sevdiğin şeyi yap ve gerisini siktir et!.." Kendime geldim, baktım, uykum gelmiş...

Ve gecenin şu saatinde yanımda amcam olsun istedim, babam olsun... Evin yıkılmamış ve yerine yenisi yapılmamış küçük balkonu olsun... Ben hayata küfür eden 15 yaşındaki ben olayım, onlar da eski onlar... Sonra Ece arasın, trip yapsın... Annem arasın, akşam yemeğine çağırsın ama babamların bar önerisi ondan daha çekici geldiği için Ece niye annenlere gitmedin diye tekrar trip yapsın... Olmaz mı? Galiba bir kaç kısmı dışında olmaz ya... Siktir et hepsini... Daha çekecek çok acı var...

Salı, Ocak 08, 2008

Good Morning Vietnam!

Aslında başlık ve yazı arasında pek bağlantı olabileceğini zannetmiyorum. Başlık belki de bunu yazdığım saat nedeniyle gelmiştir aklıma, belki de radyonun switch on yazan düğmesine basınca "Good morning Vietnam!" diyecek bir dj'in istekleri içerisindeyimdir,bilmiyorum açıkçası. Tipi Robin Williams'a benzemese de olur, zaten çoğunlukla dj'in tipini bilemezsiniz, sözlerini dinlersiniz, sabah sizi uyandıran bağırışını duyarsınız ya da... Of, ben bu saatte hiç çekilmiyormuşum...

Hayat, bir looptan ibaret şu sıralar... Uyu kalk, ders çalış, uyu kalk gez, uyu kalk evde otur, uyu kalk sınava git... Belirli bir program kodunun devamına yazılmış beş ya da maksimum altı farklı koddan ibaret bir loop... Bu, aslında üniversite hayatımın özeti, bu aralar dediğime bakmayın. Beni bu looptan önümüzdeki 4 sene kadar çıkarabilecek bir şey olduğunu zannetmiyorum. Loop,loop,loop... Reddedilemeyen, içinden çıkılamayan... Memnun muyum? Hayır...

Bu döngünün içinde kendime güzel bir hayat kurmaya çalıştıkça bazen daha da batıyorum, daha da zor hale getiriyorum her şeyi... Herkesi aynı loopun içinde zannediyorum, herkesi kendim zannediyorum, bildiğim terimlere uygulamaya çalışıyorum, bildiğim kalıplara... Ama üniversitenin size verdiği ilk kredisiz ders bu aslında, özellikle ebesinin şeyinde okuyorsanız, kimse senin tarafında değil, tıpkı sen olmadıkları gibi. Sen onların tarafında oldukça onlar da senden. Ne kadar da benim ideolojilerime uyan bir ders değil mi? Neyse ben de A almayı beklemiyorum zaten... Bir kez daha kendime dönüyorum...

Aslına bakarsanız, bu son dediğimden ölesiye korkuyorum biliyor musunuz? Hani derim ya hep, cehennem gibi korkuyorum... Kendi içimde, kendime özgü o kadar büyük bir dünya kurdum ki, bazen içinden asla çıkamayacağım diye çok korkuyorum... Beni rahatlatan şey, beni çekip alabilen insanların olması... Ne yazık ki hepsinin toplamı bir elin parmakları kadar bile değil, ve hiçbiri yanıbaşımda değiller... Kendime dönüyorum...

Ah, bakın sabah olmuş... Uyanıp ders çalışmalıyım, ya da kalkıp oturmalıyım şimdi... Mark Renton'un "my so-called-mates" dediği türden dostlarımla takılabilirm de... Sınırlı seçenekler arasında seçme şansım sınırsız... Elimi radyoya götürüyorum, "Good morning Vietnam!".. Ah radyo yokmuş ki başucumda... Bu, yalnızca kafamda duyduğum bir ses. Umursamıyorum pek fazla... Seçeneklerden birini seçip program kodunun çalışmasına izin veriyorum... Hangisini seçtiğimin bir önemi yok...

Cuma, Ocak 04, 2008

Başlığı Yazarsam Olmaz...

Evet! Son bikaç ayı sarhoş gibi geçirdikten sonra ayılmış gibi (bu gibi tamamen cümlenin başındakine uysun diye) olunca geldim blogger'ın başına... Ve evet, yine evet! Bu bir ordan burdan yazısı! Ordan Burdan V3.0! İşte asıl başlık bu! (bu arada evde açlık baş göstermeye başladı...)



Ordan Burdan V3.0



İlk olarak tekrar burlarda olmak güzel. Yazı yazıyodum ama tabi defterime. Hani Ece varken aldığım zen notebook var ya... Onun da her sayfasında zen mesajları var sakin ol doğru konuş ağzını kırarım gibilerinden sakinleştirici mesajlar... Yazarken deli oldum ben de...



Evde dediğim gibi yılbaşı sonrası açlık baş gösterdi... Yılbaşı da çılgındı bi taraftan... Arkada Victoria's Secret varken Barış'ın striptiz şovu yapması apayrı bi bombaydı, Seçkin,Ege,Atıl,Doğuş,Yasin falan derken zaten kendimizi unutmuşuz... Fotoğraflarla anlatabilirdim tabi ama bluetooth u açmaya üşenmekteyim idare et artık okuyucu... (bu arada bulaşıklar da hala duruyo...)



Güzel bir bayandan aldığım bir habere göre, bir başka güzel bayan olan Pelin Teyzem özlemiş beni! Acilen İzmir'e gidile, kendileriyle program yapıla! (vala yağ değil ya gayet de içimden geldi, pis yağcı dediğini duymadım sanma hanımefendi!)



22 sinde İstanbul'dayım... Uzun zaman olmuştu doğrusu çok özledim... Ama 22'sine kadar büssürü final falan var... Sonra çöküyorum Ata'ya yine...



Work&Travel a gidiyorum gibi yazın... Amerika'nın doğu kıyısına... Her şey bir Gibson Les Paul Classic için... (voodoo da olur...) Hatta başvurduğum şirketteki hatun beni aradı, konuştuk falan bi noktada sordu bana, "Peki Cenk, neden gitmek istiyosun Amerika'ya bu yaz?" diye, ben de "Gitar almak için" deyince belli bi süre yarılma süreci yaşadık kendisiyle birlikte... Bi de tabi New York falan güzel olur diye düşünüyorum...

Ege şu an en küçüğümüz olmasın rağmen baba olmuş durumda bütün evi kendisi besliyo sağolsun dostum benim...

Bu kısmı yazmazsam olmaz, bilenler bilir; aşırı ihtiraslanıp iğrençleşenlerden, düzelip takılanlardan, finallerden, "eeh tipo'ya mı binilirmiş?" diyenlerden, hayallere inanmayanlardan, salaklardan nefret ediyorum... İlk aklıma gelenleri yazdım yine...


Kaşıma piercing yaptırmak istiyorum!

Şimdilik kendinize iyi bakın... Geri döndüm, yine yazıyorum sevgili bloggera...