When I raise my flashing sword, and my hand takes hold on judgment, I will take vengeance upon mine enemies, and I will repay those who haze me. Oh, Lord, raise me to Thy right hand and count me among Thy saints.
Now you will receive us.
We do not ask for your poor, or your hungry.
We do not want your tired and sick.
It is your corrupt we claim.
It is your evil that will be sought by us.
With every breath we shall hunt them down.
Each day, we will spill their blood till it rains down from the skies.
Do not kill, do not rape, do not steal, these are principles which every man of every faith can embrace.
These are not polite suggestions, these are codes of behavior and those of you that ignore them will pay the dearest cost.
There are varying degrees of evil, we urge you lesser forms of filth not to push the bounds and cross over, into true corruption, into our domain.
For if you do, one day you will look behind you and you will see us. And on that day, you will reap it.
And we will send you to whatever god you wish.
And shepherds we shall be, for Thee, my Lord, for Thee. Power hath descended forth from Thy hand, that our feet may swiftly carry out Thy command. So we shall flow a river forth to Thee, and teeming with souls shall it ever be.
(*No matter how facial expression changes with age, some things stay the same...)
Karanlıktan gelen bir ses, gölgelerden yansıyan bir karanlık sadece buradaki, o kadar...
Cuma, Mart 05, 2010
Çarşamba, Şubat 24, 2010
Gökyüzü
Bacaklarımı soktuğum çamurda her kıpırtıyla içe doğru birazcık daha çökerken kurtarıyorum kendimi. Tam burnum da içeri girecekken çıkıyorum oradan. Hayret verici şekilde üstüm başım tertemiz. Bir işi yapcaksam, tam yapmalıyım. Tam yapıyorum.
Çamura dönüp bakıyorum, canlı gibi. Canlı bir organizma o, nefes alıp veriyor, ağzını açıp kapatıyor. Besleniyor, benimle. Besleniyor-du. Artık onu terk ediyorum. Ayakkabılarıma bakıyorum, bağcıklarım bağlı.
İki ayağımı birden hızlıca yere çarpıp kısa bir zıplayış yapıyorum olduğum yerde, tam yukarı çıkarken nefesim ağzımdan dışarı çıkıyor ve indiğimde yeni bir nefes alıyorum, ayaklarım yere çarpıyorlar, topuklarım güçle doluyor, ayak parmaklarım gergin sinirlerime destek olmak ister gibi ve koşmaya başlıyorum. Her attığım adım bir öncekinden daha uzun, ayaklarım kıçıma biraz daha yaklaşıyorlar. Ciğerlerim yanana kadar koşuyorum, içleri boşalana kadar, dalağım şişip de ağzım kuruyana kadar koşuyorum, dizlerimin üzerine düşene kadar koşuyorum. Dizlerim kanıyorlar. Ağzımdan kötü bir tat var, nefesim düzensiz. Ayağa kalkıyorum, vücudum üç gün boyunca dayak yemişim gibi ağrıyor. Koşuyorum... Koşmayı yeni öğrenmişim gibi. İki adım daha atıp, güçlüce sıçrayıp, kanatlarımı açıyorum. Soğuk hava yüzüme çarpıyor. Yere indiğimde kendime bakıyorum. Bir su birikintisi olsa da Narcissus gibi saatlerce kendimi izlesem. Kendime bakıyorum son kez ve başımı kaldırıyorum. Önümde sonsuz bir çöl, başımın üzerinde de oldukça büyük sayılabilecek gökyüzü var. Gülümsüyorum. Bunu bilmek güzel.
Beni sınırlayan şeyler geçiyor aklımdan yavaş yavaş. Milyonlarca sınır. Bir gün herkes kendi sınırlarını öğrenecek. Bir gün herkes kendini gerçeklerken kendi sınırlarını bulacak. Limitler herkes için değişken bir yapıya sahip olsa da bir gün herkes limitin ne olduğunu öğrenecek. Ya da limitinin ne olduğunu en azından. Kanatlarımı esnetiyorum, bunu yapmak hoşuma gidiyor, sonra da beni sınırlayan şeyleri düşünüyorum tekrar. Altında ağ olan bir ipte yürüyen cambaz misali, limitler...
Uzakta bir yerde güneş doğuyor.
Güneşin nerede doğduğunu merak ediyorum.
Ayaklarım yalvarıyorlar koşalım diye.
Sahip oldukları neşeyi hissetmek güzel.
Yere doğru eğilip ayak uçlarıma değerken sırtımdan gelen çatırtıyı dinliyorum.
Güneşin nerede doğduğunu merak ediyorum.
Ayaklarımı bekletmiyorum daha fazla.
Vücudum bu sene yılbaşı erken gelmiş gibi, sonsuz bir coşku içerisinde.
Güneşin nerede doğduğunu merak ediyorum. Gözlerimi yakarak bana meydan okuyor.
Bana meydan okuduğunu bilmek güzel.
Her insanın limitleri vardır. Bir gün mutlaka bunların ne olduğunu öğrenmek zorunda kalırlar.
Bir gün mutlaka bunların ne olduğunu öğrenmek zorunda kalırız.
Her insan bir gün limitlerini öğrenir ve bunları aşmamayı da.
Ben, benimkileri göz ardı ediyorum, güneşin nerede doğduğunu merak ediyorum.
Çamura dönüp bakıyorum, canlı gibi. Canlı bir organizma o, nefes alıp veriyor, ağzını açıp kapatıyor. Besleniyor, benimle. Besleniyor-du. Artık onu terk ediyorum. Ayakkabılarıma bakıyorum, bağcıklarım bağlı.
İki ayağımı birden hızlıca yere çarpıp kısa bir zıplayış yapıyorum olduğum yerde, tam yukarı çıkarken nefesim ağzımdan dışarı çıkıyor ve indiğimde yeni bir nefes alıyorum, ayaklarım yere çarpıyorlar, topuklarım güçle doluyor, ayak parmaklarım gergin sinirlerime destek olmak ister gibi ve koşmaya başlıyorum. Her attığım adım bir öncekinden daha uzun, ayaklarım kıçıma biraz daha yaklaşıyorlar. Ciğerlerim yanana kadar koşuyorum, içleri boşalana kadar, dalağım şişip de ağzım kuruyana kadar koşuyorum, dizlerimin üzerine düşene kadar koşuyorum. Dizlerim kanıyorlar. Ağzımdan kötü bir tat var, nefesim düzensiz. Ayağa kalkıyorum, vücudum üç gün boyunca dayak yemişim gibi ağrıyor. Koşuyorum... Koşmayı yeni öğrenmişim gibi. İki adım daha atıp, güçlüce sıçrayıp, kanatlarımı açıyorum. Soğuk hava yüzüme çarpıyor. Yere indiğimde kendime bakıyorum. Bir su birikintisi olsa da Narcissus gibi saatlerce kendimi izlesem. Kendime bakıyorum son kez ve başımı kaldırıyorum. Önümde sonsuz bir çöl, başımın üzerinde de oldukça büyük sayılabilecek gökyüzü var. Gülümsüyorum. Bunu bilmek güzel.
Beni sınırlayan şeyler geçiyor aklımdan yavaş yavaş. Milyonlarca sınır. Bir gün herkes kendi sınırlarını öğrenecek. Bir gün herkes kendini gerçeklerken kendi sınırlarını bulacak. Limitler herkes için değişken bir yapıya sahip olsa da bir gün herkes limitin ne olduğunu öğrenecek. Ya da limitinin ne olduğunu en azından. Kanatlarımı esnetiyorum, bunu yapmak hoşuma gidiyor, sonra da beni sınırlayan şeyleri düşünüyorum tekrar. Altında ağ olan bir ipte yürüyen cambaz misali, limitler...
Uzakta bir yerde güneş doğuyor.
Güneşin nerede doğduğunu merak ediyorum.
Ayaklarım yalvarıyorlar koşalım diye.
Sahip oldukları neşeyi hissetmek güzel.
Yere doğru eğilip ayak uçlarıma değerken sırtımdan gelen çatırtıyı dinliyorum.
Güneşin nerede doğduğunu merak ediyorum.
Ayaklarımı bekletmiyorum daha fazla.
Vücudum bu sene yılbaşı erken gelmiş gibi, sonsuz bir coşku içerisinde.
Güneşin nerede doğduğunu merak ediyorum. Gözlerimi yakarak bana meydan okuyor.
Bana meydan okuduğunu bilmek güzel.
Her insanın limitleri vardır. Bir gün mutlaka bunların ne olduğunu öğrenmek zorunda kalırlar.
Bir gün mutlaka bunların ne olduğunu öğrenmek zorunda kalırız.
Her insan bir gün limitlerini öğrenir ve bunları aşmamayı da.
Ben, benimkileri göz ardı ediyorum, güneşin nerede doğduğunu merak ediyorum.
Pazartesi, Ocak 18, 2010
Düşmek
Bir düş gördüm.
Düşümde gitarım 50'lerden fırlamış bir bayan vokalist gibi sesler çıkarıyordu. Evet,tam olarak böyle tanımlayabilirim.
Düşümde kimse ölmüyordu, bir noktada zaman duruyordu ve öylece kalıyorduk hepimiz.
Kaybolunabilecek, içinde çürünebilecek, ölünebilecek bir şehirde, etrafımda birlikte kaybolunabilecek, çürünebilecek, ölmekten ziyade birlikte yaşanabilecek insanlarla birlikteydik. İçime korkular salmayan insanlarla. Aklımı kaçıracaktım.
Düşümde son bir hikaye yazıyordum. Sonuncu hikaye, bir eksik ya da fazla değil.
Sonra uyandım.
Bir düş gördüm, yağmur sularına karışmış.
Düşümde gitarım 50'lerden fırlamış bir bayan vokalist gibi sesler çıkarıyordu. Evet,tam olarak böyle tanımlayabilirim.
Düşümde kimse ölmüyordu, bir noktada zaman duruyordu ve öylece kalıyorduk hepimiz.
Kaybolunabilecek, içinde çürünebilecek, ölünebilecek bir şehirde, etrafımda birlikte kaybolunabilecek, çürünebilecek, ölmekten ziyade birlikte yaşanabilecek insanlarla birlikteydik. İçime korkular salmayan insanlarla. Aklımı kaçıracaktım.
Düşümde son bir hikaye yazıyordum. Sonuncu hikaye, bir eksik ya da fazla değil.
Sonra uyandım.
Bir düş gördüm, yağmur sularına karışmış.
Pazartesi, Ocak 11, 2010
There
I'm not an addict. I'm the addict. The addict I invented to keep this show on the road. Addicted to the life? Fat chance. Addicted to the opposite, not living, maybe chaos, i don't know, actually. I am all the addicts and all the junk in the world. Now I'm using the word "junk" as an illustration. Extend it. I am reality and I'm hooked on reality. Give me an old wall and a garbage can, and i can, by god, sit there forever. Because i am the wall and i am the garbage can. That is i need a human host. I cant look at anything. I am blind. Let me take this opportunity of replying to my creeping opponents. It is not true that I hate the human species. I just don't like human beings. I don't like animals. What i feel is not hate. In your verbal garbage the closest word is "distaste". Still i must live in and on human bodies. An intolerable situation you will agree. To make this situation clearer; suppose that you were stranded on a planet populated by insects.
You are blind.
But you find a way to make the insects bring you what you need.
Even after thousands of years living there you still feel that basic structural distaste for your insect servants. You feel it every time they touch you. That is exactly what it is. Consequently since my arrival some five hundred thousand years ago i have had one thought in mind. What you call the history of mankind is the history of my escape plan.
I don't want love.
I don't want forgiveness.
All i want is out of here.
*Thanks to W.S. Burroughs
You are blind.
But you find a way to make the insects bring you what you need.
Even after thousands of years living there you still feel that basic structural distaste for your insect servants. You feel it every time they touch you. That is exactly what it is. Consequently since my arrival some five hundred thousand years ago i have had one thought in mind. What you call the history of mankind is the history of my escape plan.
I don't want love.
I don't want forgiveness.
All i want is out of here.
*Thanks to W.S. Burroughs
Pazar, Aralık 27, 2009
Insanity
Then I smelled the night air. Or this was just one way to dramatise the scent of the cheap perfume coming from the lady that walked past, the horrendous smell of car fumes, some trees and some soil. But,anyways,then i smelled the night air. That's the point where i started thinking. You can't imagine the things ethanol lets you do. But no,not tonight. My mind was clear as much as the cloudless sky. My face bathing in the moonlight, and stars just above; gazing upon my very own body, always watchful. I took up the pace but i just didn't know why. I had no rush, neither anywhere to attend. As I mentioned; my mind was clear; as much as it could be. Working like the perfect machine it is, right behind my eyes. This could be a journey, to the emptiness within myself, or this could be the fact that I denied from the very beginning. The night could be the emptiness itself. I tried to stop thinking. Just another pointless attempt. For just once I tried to get out of myself. I just tried to take a glance upon the future, the past and the present that I had lost. Then I felt like losing control. Another crysis, a sickness or a trauma was on the way; moving like thunder to strike my mind. I could begin praying at that exact minute. Desperate more than I could imagine. But thanks to whatever saved me, I kept my sanity,my mind where it should be.
Stopped for a minute or two. Smelled the night air again. Some scotch spreading from my clothes, but sure as hell I didn't drink even one bit. I was not loaded. This time there were people coming down the road. Loneliness is always an option. Not the being alone in the center of the crowd bullshit. But whatever, loneliness is always an option; but ignorance is not. So i could not just ignore them. Looking at their faces, I could see myself. A fool getting colder every minute, harder like a stone. Hmm a riddle! I love them actually... Let us see... What gets colder,harder,and uglier by the minute? A corpse! Right answer. No, not a metaphore unfortunately... Then I started running, felt like a martyr. Funny.
Everything went black by the minute I got where I was trying to reach. My place, my Fortress of Solitude, my dearest coffin. Turned key in the lock, and stepped inside I did. Now I could pass out. Insanity was another option, and it was drawing me towards itself like flies to the shit. Trying to resist I turned on the TV. No use. I went to the bathroom and looked at the mirror. To my surprise, I encountered nothing, nothing at all. That's the end of it, then I passed out right there on the floor.
Stopped for a minute or two. Smelled the night air again. Some scotch spreading from my clothes, but sure as hell I didn't drink even one bit. I was not loaded. This time there were people coming down the road. Loneliness is always an option. Not the being alone in the center of the crowd bullshit. But whatever, loneliness is always an option; but ignorance is not. So i could not just ignore them. Looking at their faces, I could see myself. A fool getting colder every minute, harder like a stone. Hmm a riddle! I love them actually... Let us see... What gets colder,harder,and uglier by the minute? A corpse! Right answer. No, not a metaphore unfortunately... Then I started running, felt like a martyr. Funny.
Everything went black by the minute I got where I was trying to reach. My place, my Fortress of Solitude, my dearest coffin. Turned key in the lock, and stepped inside I did. Now I could pass out. Insanity was another option, and it was drawing me towards itself like flies to the shit. Trying to resist I turned on the TV. No use. I went to the bathroom and looked at the mirror. To my surprise, I encountered nothing, nothing at all. That's the end of it, then I passed out right there on the floor.
Cuma, Aralık 04, 2009
Bi' Dur
Ya dedim o anda kendime, olm dedim, orda bambaşka yerler var lan. Bildiğin bambaşka kafalar var. Hiç yaşamayı aklından bile geçiremediğin -basit bir vizyon problemiyle- inanılmaz değişik şeyler var. Sonra sordum; ee o zaman? O zaman öyle işte. Ama anladım sonra, o zaman öyle değil işte. O zaman şikayet etme, sorma da.
Olm, orda bambaşka yerler var lan, hiç daha görmediğin resimlerini bile.
Olm, orda bambaşka yerler var lan, hiç daha görmediğin resimlerini bile.
Cumartesi, Kasım 28, 2009
Delta
Hava sıcak, hem de fena halde. Üzerime giydiğim pamuklu kumaşın içinden ve dışından süzülen terler her dakika bunu bana hatırlatıyor; tuzdan yapılmış yollar çizerken üzerimde. Buranın güneşi hep böyle yakar zaten, birkaç yıl önce birilerinin öldüğünü duymuştum. Yanımdaki zenciye sordum; "kaç yılıydı o?" , öylece bakıyor suratıma, çok konuşmayı hiç sevmedi zaten. Umarım güneş onun o kara tenini de benimki kadar kavuruyordur, şeytan alsın canını... Tam iki haftadır kucağında o eski gitarla yanımda yürüyor, şarkı söylemediği zamanlarda konuştuğu cümle ya üç ya beş... Meymenetsiz herif, tanrı tükürsün suratına... Adından bahsetmek istemiyorum, mevcut durumumuzda isimlerden bahsetmek yanlış olacaktır. Geldiği yerde "Çivi" diyorlarmış zenciye; "demiryolu çivisi". Penisiyle ilgili olsa gerek diye düşündüm, hiç bir zaman sorgulamadım. Bana kalırsa bir tabut çivisi o piç kurusu. Sert,sağlam bir tabut çivisi. Hava sıcak ve yere tükürüp devam ediyorum,ağzım kuru. Duyduğum tek ses bok herifin ayağını yere sürümesi.
Oturuyoruz, yağmur yağıyor. Kafamızı sokabildiğimiz ilk yerde oturduk bu gece. Zenciden gitarını bana uzatmasını istedim. Onların müziğini çalıyorum; pis kölelerin buralara getirdiği tek güzel şey bu ya, bundan bahsetmek yersiz olur şimdi. Yüzündeki ifade "beyaz adam benim gibi asla çalamayacak" der gibi, beni izliyor. Yakmayı saatlerce cebelleşmeden sonra becerdiğimiz ateş aydınlatıyor şeytan suratını; sakince izliyor. Dinliyor beni. Duyguyu onun kadar anlayamadığım doğru, köle olan o. Pis herifin kabullenmiş bakışları başka sebepten. Bu topraklarda ona ait olan tek şeyi ondan çalıyormuşum gibi bakıyor bana, yine de kızgın değil. Kadınını çal, parasını çal, özgürlüğünü çal, işkence et, süründür, kırbaçlayıp çalıştır; hepsini kabulleniyor zenci, müziğini çalamazsın ama, ruhunu ondan alamazsın. Alamıyorum da zaten. Aynı şeyi çalsak da onunki başka bir şey anlatıyor, benimki başka. Gitarı bırakıyorum yere, şapkamı gözlerimin önüne indirip arkamı bir kayaya yaslıyorum. Zenci alıyor gitarı eline, uzaklarda bir tarladaki bir kadından söz etmeye başlıyor, bir silahtan ve bir başka adamdan. Bu aralar bu öyküyü anlatmayı çok seviyor sanırım. Yine dinliyorum onu, uykuya teslim olmadan önce.
Yağmurun ıslattığı toprakta yolculuk etmek için erken kalkıyorum. Ayağa kalkması birkaç dakika alıyor yol arkadaşımın ve yine yoldayız. Güneş doğuyor, yürüdüğümüz yolda birkaç saatte bir bir ya da iki araba geçiyor, parmaklarımızı kaldırmıyoruz. Neden bilmiyorum. Bugün yüzü neşeli zencinin, bok gibi bakmıyor etrafa, konuşacak gibi; umursadığımdan değil ya... Gitarını iplerden yaptığı bir bağ ile boynuna asıp dokunuyor tellere, adımlarımı yavaşlatıyorum. Bir yoldan bahsediyor Afrikalı, bir hapishaneye giden bir yoldan, onbir dolar için vurulmuş bir adamdan ve uzaktaki bir hapishaneden.
Deltaya yaklaşırken yollarımız yakında ayrılacak,biliyorum. Üzgün müyüm? Hayır. Ona verdiğim söz buydu çünkü. Uzakta sonbaharın geldiğini belli eden tepeleri görüyorum, ıssız yolları, bana bir anlam ifade etmiyorlar ama Afrikalı mutlu. Gitarı ellerinden düşmüyor bu aralar. Birkaç kilometre sonra ne olacak merak etmeye başlıyorum. Başladığı gibi sessizce bitecek her şey. Yola çıktığımız gibi bitireceğiz. Nehrin kenarında duruyoruz. Zenci karşımda dikiliyor. İblis suratlı, ifadesiz yine, arkamdan büyük bir gürültüyle geçen treni izliyor. Bana bakıyor sonra ve ağzını açıyor; son kez.
"Teşekkür ederim" diyor, başımı sallıyorum sadece. Cevap beklemiyor zaten. Düşünüyorum da bana gemilerle gelen o siyah kadınları anımsatıyor bir anda, hiç konuşmayıp kaderini bekleyen, ama tüm vücuduyla yapsa da bakışlarıyla asla boyun eğmeyen, herkesin becermek isteyip hastalanmaktan da ölesiye korktuğu, zihnimi tekrar odaklayıp düşünceleri uzaklaştırıyorum. Sahi ya zenci neden geldi buraya? Hep o bahsettiği kadın için mi? Müzik için mi? Evi burası olduğu için mi? Söylemiyor, artık merak da etmiyorum. Birkaç saniye duraksayıp elindeki gitarı uzatıyor bana. Alıyorum. "Son bir şarkı çal" diyor. Çalmaya başlıyorum, düşünmeden. Şarkı biterken başıyla son bir selam verip arkasını dönüyor ve boyun bağını çözüp yürüyor, gitarını almadan. Adımları sert ama hızlı değil. Arkasına bir kez olsun bakmıyor. Yere tükürüyorum. Özleyeceğim iblis suratlı Afrikalıyı. Elimdeki gitara bakıyorum, arkasına bir şeyler kazınmış; "tını her zaman yolculuk edecektir". Başımı kaldırıp son kez bakıyorum, arkamı dönüp gidiyorum kendi yoluma. Bir kaç hafta sonra aklıma geliyor; ne yapıyor acaba Afrikalı? Yalnızca iyi olduğunu umuyorum.
Oturuyoruz, yağmur yağıyor. Kafamızı sokabildiğimiz ilk yerde oturduk bu gece. Zenciden gitarını bana uzatmasını istedim. Onların müziğini çalıyorum; pis kölelerin buralara getirdiği tek güzel şey bu ya, bundan bahsetmek yersiz olur şimdi. Yüzündeki ifade "beyaz adam benim gibi asla çalamayacak" der gibi, beni izliyor. Yakmayı saatlerce cebelleşmeden sonra becerdiğimiz ateş aydınlatıyor şeytan suratını; sakince izliyor. Dinliyor beni. Duyguyu onun kadar anlayamadığım doğru, köle olan o. Pis herifin kabullenmiş bakışları başka sebepten. Bu topraklarda ona ait olan tek şeyi ondan çalıyormuşum gibi bakıyor bana, yine de kızgın değil. Kadınını çal, parasını çal, özgürlüğünü çal, işkence et, süründür, kırbaçlayıp çalıştır; hepsini kabulleniyor zenci, müziğini çalamazsın ama, ruhunu ondan alamazsın. Alamıyorum da zaten. Aynı şeyi çalsak da onunki başka bir şey anlatıyor, benimki başka. Gitarı bırakıyorum yere, şapkamı gözlerimin önüne indirip arkamı bir kayaya yaslıyorum. Zenci alıyor gitarı eline, uzaklarda bir tarladaki bir kadından söz etmeye başlıyor, bir silahtan ve bir başka adamdan. Bu aralar bu öyküyü anlatmayı çok seviyor sanırım. Yine dinliyorum onu, uykuya teslim olmadan önce.
Yağmurun ıslattığı toprakta yolculuk etmek için erken kalkıyorum. Ayağa kalkması birkaç dakika alıyor yol arkadaşımın ve yine yoldayız. Güneş doğuyor, yürüdüğümüz yolda birkaç saatte bir bir ya da iki araba geçiyor, parmaklarımızı kaldırmıyoruz. Neden bilmiyorum. Bugün yüzü neşeli zencinin, bok gibi bakmıyor etrafa, konuşacak gibi; umursadığımdan değil ya... Gitarını iplerden yaptığı bir bağ ile boynuna asıp dokunuyor tellere, adımlarımı yavaşlatıyorum. Bir yoldan bahsediyor Afrikalı, bir hapishaneye giden bir yoldan, onbir dolar için vurulmuş bir adamdan ve uzaktaki bir hapishaneden.
Deltaya yaklaşırken yollarımız yakında ayrılacak,biliyorum. Üzgün müyüm? Hayır. Ona verdiğim söz buydu çünkü. Uzakta sonbaharın geldiğini belli eden tepeleri görüyorum, ıssız yolları, bana bir anlam ifade etmiyorlar ama Afrikalı mutlu. Gitarı ellerinden düşmüyor bu aralar. Birkaç kilometre sonra ne olacak merak etmeye başlıyorum. Başladığı gibi sessizce bitecek her şey. Yola çıktığımız gibi bitireceğiz. Nehrin kenarında duruyoruz. Zenci karşımda dikiliyor. İblis suratlı, ifadesiz yine, arkamdan büyük bir gürültüyle geçen treni izliyor. Bana bakıyor sonra ve ağzını açıyor; son kez.
"Teşekkür ederim" diyor, başımı sallıyorum sadece. Cevap beklemiyor zaten. Düşünüyorum da bana gemilerle gelen o siyah kadınları anımsatıyor bir anda, hiç konuşmayıp kaderini bekleyen, ama tüm vücuduyla yapsa da bakışlarıyla asla boyun eğmeyen, herkesin becermek isteyip hastalanmaktan da ölesiye korktuğu, zihnimi tekrar odaklayıp düşünceleri uzaklaştırıyorum. Sahi ya zenci neden geldi buraya? Hep o bahsettiği kadın için mi? Müzik için mi? Evi burası olduğu için mi? Söylemiyor, artık merak da etmiyorum. Birkaç saniye duraksayıp elindeki gitarı uzatıyor bana. Alıyorum. "Son bir şarkı çal" diyor. Çalmaya başlıyorum, düşünmeden. Şarkı biterken başıyla son bir selam verip arkasını dönüyor ve boyun bağını çözüp yürüyor, gitarını almadan. Adımları sert ama hızlı değil. Arkasına bir kez olsun bakmıyor. Yere tükürüyorum. Özleyeceğim iblis suratlı Afrikalıyı. Elimdeki gitara bakıyorum, arkasına bir şeyler kazınmış; "tını her zaman yolculuk edecektir". Başımı kaldırıp son kez bakıyorum, arkamı dönüp gidiyorum kendi yoluma. Bir kaç hafta sonra aklıma geliyor; ne yapıyor acaba Afrikalı? Yalnızca iyi olduğunu umuyorum.

Salı, Kasım 03, 2009
Lucid
4.30 Mide sancısı. Uyanış.
5.30 Yatakta kıvranış, bir sürü gerçek mi rüya mı olduğunu ayırt edemediğim görüntü kafamın içinde,gözlerim kapalı,pencerenin önündeki turuncu ışığı göremiyorum ama orada olduğunu biliyorum. Kötü şeyler olmak üzere. Çok geç, oluyorlar ve kafama birer birer saplanıyorlar. Superman bu gece uçamayacak.
6.00 Aynı görüntüler kafamın içindeler, gözlerimi açamıyorum. Uyumaya çalışıyorum. Gözlerimi açıyorum. Işık orada. Ortalık aydınlanıyor. "Başka bir sabah olmalıydı" diyorum, "bambaşka bir yerdeki bambaşka bir sabah, bambaşka bir günışığının aydınlattığı bambaşka kokan bir yerde". Gözlerimi kapatıyorum, ağrıyorlar. Görüntüler kayboluyor.
6.30 Gözlerim artık açık. Beyaz çarşaf, beyaz yorgan, beyaz yastık. Hepsi bembeyaz. Ne de olsa yarın gelip değiştiricekler. Sürpriz. Yine beyaz olacak. Görüntüler tamamen kayboldu, olmalarını istediğim gibi. Bana başka bir yaşamı hatırlatıyorlar. Hava tamamen aydınlık. Son kez kafamı yastığa gömüyorum, yorganı atıp soğuğu karşılıyorum ve aynı sözleri tekrar ediyorum; "başka bir sabah olmalıydı, bambaşka bir yerdeki bambaşka bir sabah".
7.00 Kahve vakti. Kafein bağımlılığı. Elim olması gerekenden daha fazla kahveye ve şekere gidiyor. Durdurmaya çalışmıyorum. Su ısıtan dünya dışı alet inanılmaz sıkıcı sesler çıkarıyor, yanına çöküp bekliyorum. Son nefesini veriyormuş gibi son gürültüsünü yapıp duruyor. Birkaç dakika sonra alışık olduğum sıvı boğazımı yakıp mideme doğru kısa bir yolculuk yapıyor. Sonraki safha; aynayla karşılaşma. Yüzümü yıkıyorum, suyun tadı kötü, iyi olması da gerekmiyor. Diş fırçası, nedense diş macunu tadının üzerine kahve içmekten zevk alıyorum. Sakallarımı kesmek falan gibi komik düşünceler geçiyor aklımdan, ışığı kapatıyorum.
7.30 Yorgunluk. Şimdiden kendimi gelmekte olan gün için yorgun hissediyorum. Ne dedikleri pek de umrumda değil, yorgunum işte. Dolabı açıyorum. Ceket, pantolon, iç çamaşırı, çorap, tişört. İç çamaşırı da tuvalete lavabo demek gibiymiş. Boxer işte. Oturup kahveye devam ediyorum, yorgunluk hissi gitmiyor. Başka bir sabah olsaydı ya da başka bir yer; aslında her ikisi de, olmayabilirdi belki. En azından böyle düşünmek beni mutlu ediyor. Düşüncelerimi bir kenara itmeye çalışıyorum, gitmiyorlar. Çok sevdiğim beynimin belirli başlı bazı şeyler karşısında aciz kalması beni her zaman şaşırtıyor.
8.00 Gözlüklerimi takıp dışarı çıkıyorum. Cool olmaya çalışmıyorum aslında. Kışın en güzel yanının ceketler ve kocaman gözlükler olduğunu söyleyen birisi vardı bir zamanlar. Kulağa güzel geliyor. Ama gözlerim ağrıyor, bunun da ötesinde gözlerimi kendime saklamak istiyorum, ifadesiz kalsınlar istiyorum, görünmezlerse ifadesiz olurlar değil mi? Yürüyorum, aynı yollar, onlar da ifadesiz, sert, sıkıcı. Tüm dünyadaki her sabah yürünen yollar böyle mi acaba? Aksini düşünmek istiyorum; böylesi beni mutlu ediyor. Burası böyle olmalı sadece, başka bir yer olmamalı. Başka insanlar başka yerlerde benim zevk almak istediğim şeylerden zevk alıyor olmalı, burada zevk almadığım şeylerden zevk alan insanlar gibi değil. O insanlar bana benziyor işte. Hemen hemen hiç birinin varlığından haberdar olmasam da orada olduklarını bilmek beni mutlu ediyor. Orada bir yerde güzel insanlar var. Yıldızlar kadar uzaklar ve bazıları her gece kayıyorlar. Gerizekalının teki otomobiliyle yanımdan geçerken su sıçratıyor. Uyarayım, böyle durumlarda çok çeviğimdir. Küfür etme konusunda. Hayatında bir değişiklik yapmıyor, arabadan inmiyor mesela. Düşüncelerime geri dönmem bir iki saniyemi alıyor sadece. Tekrar beynimin kutuplarındaki yalnızlık kaleme dönüyorum. Düşünmeye devam ediyorum. Başım ağrıyor. Yorgunum demiştim. Başımı kaldırıp gökyüzüne bakacakken tam Faculty of Mechanical Engineering yazısını görüyorum. Başka bir sabah olmalıydı.
8.30 Çevremdeki insanlar arkadaş canlısı davranıyorlar. İnanılmaz yetenekliler aslında. Bir kız not istiyor, iki dönem öncesinden tanıyor olmalıyım, adını çıkaramıyorum. Bir çocuk gelip yanıma oturuyor, bahis oynamış,para kazanamamış,anlatıyor, kafamı sallıyorum, kahvemi içiyorum, ben de çok yetenekliyim sanırım. Bir başkası arkadan omzuma dokunup haftasonunu soruyor, standart cevaplar veriyorum. Hoca içeri giriyor. Hiç bir şey söylemeden bilgisayarını açıp slideları duvara yansıtıyor ve konuşmaya başlıyor. Her söylediği sözde başka yerlere gidiyor kafam, başka şeyler düşünüyorum. Akşam bir şeyler içmeye mi gitsem? Böylesi daha iyi olacaktır sanırım. Kendimi "eskitmek". Fena fikir değil.
9.30 Hoca quiz yapacağını söylüyor ve kağıtları dağıtıyor. Kalemim olması gerektiği gibi. İsmimi yazıyor, numaramı yazıyor. Sorulara bakıyorum. Cevapları biliyorum, biraz düşünmem yetiyor, düşünmekle bile uğraşmadan yazıyorum. Yanımda oturan aynı çocuğun gözleri kağıdımda, inanılmaz başarılı bir şekilde yazdıklarımı geçiriyor kendi kağıdına. Görmemiş gibi davranıyorum, birkaç dakika bitirsin diye bekleyip kalemi cebime koyuyorum. Hocaya "iyi günler" derken dönüp gülümsemiyor bile.
Tekrar yürümeye başladığımda hala yorgunum, düşüncelerim geri geliyor. Bir şeyler yesem mi? Aslında fark etmez. Mide sancısı,tekrar,bu binanın kantini nerde diye düşünüyorum çok kısa bir süre, elim cebime gidiyor; kahve bozuklukları. Güneş biraz daha yükselip de gölgemi biraz daha büyütürken kitaplarım kolumda ağırlaşıyor, gözlerim kısılıyor, midem fenalaşıyor, küfürlerim sertleşiyor, kendimi o ucuz çizgi romanlardaki aksi karakterler gibi hissediyorum. Eve geldiğinde ucuz parfüm ve kalitesiz viski kokan. Öyle olmadığımı biliyorum aslında, yine de olsam ne fark eder ki? Devam etmeye karar veriyorum, yapacak başka bir şeyim olmadığı için, bu başka bir sabah,başka bir gün veya başka bir gün ışığı olmadığı için. Adımlarım birbirini takip ediyor. Düşünmekten vazgeçmeye çalışıyorum. Hayal kurmaktan da öyle. Artık sırtımda birer kırbaç gibiler;tüm hayallerim. Bir zamanlar beni motive ederken şimdilerde sırtımda yepyeni yaralar açan. Derin bir nefes alıp biraz çam,biraz egzoz gazı kokan havayı içime çekiyorum. Kulağımı insanların alışılmış gürültüsüne kabartıyorum ve devam ediyorum.
Bambaşka bir yerde, bambaşka bir sabah olmalıydı aslında bu.
5.30 Yatakta kıvranış, bir sürü gerçek mi rüya mı olduğunu ayırt edemediğim görüntü kafamın içinde,gözlerim kapalı,pencerenin önündeki turuncu ışığı göremiyorum ama orada olduğunu biliyorum. Kötü şeyler olmak üzere. Çok geç, oluyorlar ve kafama birer birer saplanıyorlar. Superman bu gece uçamayacak.
6.00 Aynı görüntüler kafamın içindeler, gözlerimi açamıyorum. Uyumaya çalışıyorum. Gözlerimi açıyorum. Işık orada. Ortalık aydınlanıyor. "Başka bir sabah olmalıydı" diyorum, "bambaşka bir yerdeki bambaşka bir sabah, bambaşka bir günışığının aydınlattığı bambaşka kokan bir yerde". Gözlerimi kapatıyorum, ağrıyorlar. Görüntüler kayboluyor.
6.30 Gözlerim artık açık. Beyaz çarşaf, beyaz yorgan, beyaz yastık. Hepsi bembeyaz. Ne de olsa yarın gelip değiştiricekler. Sürpriz. Yine beyaz olacak. Görüntüler tamamen kayboldu, olmalarını istediğim gibi. Bana başka bir yaşamı hatırlatıyorlar. Hava tamamen aydınlık. Son kez kafamı yastığa gömüyorum, yorganı atıp soğuğu karşılıyorum ve aynı sözleri tekrar ediyorum; "başka bir sabah olmalıydı, bambaşka bir yerdeki bambaşka bir sabah".
7.00 Kahve vakti. Kafein bağımlılığı. Elim olması gerekenden daha fazla kahveye ve şekere gidiyor. Durdurmaya çalışmıyorum. Su ısıtan dünya dışı alet inanılmaz sıkıcı sesler çıkarıyor, yanına çöküp bekliyorum. Son nefesini veriyormuş gibi son gürültüsünü yapıp duruyor. Birkaç dakika sonra alışık olduğum sıvı boğazımı yakıp mideme doğru kısa bir yolculuk yapıyor. Sonraki safha; aynayla karşılaşma. Yüzümü yıkıyorum, suyun tadı kötü, iyi olması da gerekmiyor. Diş fırçası, nedense diş macunu tadının üzerine kahve içmekten zevk alıyorum. Sakallarımı kesmek falan gibi komik düşünceler geçiyor aklımdan, ışığı kapatıyorum.
7.30 Yorgunluk. Şimdiden kendimi gelmekte olan gün için yorgun hissediyorum. Ne dedikleri pek de umrumda değil, yorgunum işte. Dolabı açıyorum. Ceket, pantolon, iç çamaşırı, çorap, tişört. İç çamaşırı da tuvalete lavabo demek gibiymiş. Boxer işte. Oturup kahveye devam ediyorum, yorgunluk hissi gitmiyor. Başka bir sabah olsaydı ya da başka bir yer; aslında her ikisi de, olmayabilirdi belki. En azından böyle düşünmek beni mutlu ediyor. Düşüncelerimi bir kenara itmeye çalışıyorum, gitmiyorlar. Çok sevdiğim beynimin belirli başlı bazı şeyler karşısında aciz kalması beni her zaman şaşırtıyor.
8.00 Gözlüklerimi takıp dışarı çıkıyorum. Cool olmaya çalışmıyorum aslında. Kışın en güzel yanının ceketler ve kocaman gözlükler olduğunu söyleyen birisi vardı bir zamanlar. Kulağa güzel geliyor. Ama gözlerim ağrıyor, bunun da ötesinde gözlerimi kendime saklamak istiyorum, ifadesiz kalsınlar istiyorum, görünmezlerse ifadesiz olurlar değil mi? Yürüyorum, aynı yollar, onlar da ifadesiz, sert, sıkıcı. Tüm dünyadaki her sabah yürünen yollar böyle mi acaba? Aksini düşünmek istiyorum; böylesi beni mutlu ediyor. Burası böyle olmalı sadece, başka bir yer olmamalı. Başka insanlar başka yerlerde benim zevk almak istediğim şeylerden zevk alıyor olmalı, burada zevk almadığım şeylerden zevk alan insanlar gibi değil. O insanlar bana benziyor işte. Hemen hemen hiç birinin varlığından haberdar olmasam da orada olduklarını bilmek beni mutlu ediyor. Orada bir yerde güzel insanlar var. Yıldızlar kadar uzaklar ve bazıları her gece kayıyorlar. Gerizekalının teki otomobiliyle yanımdan geçerken su sıçratıyor. Uyarayım, böyle durumlarda çok çeviğimdir. Küfür etme konusunda. Hayatında bir değişiklik yapmıyor, arabadan inmiyor mesela. Düşüncelerime geri dönmem bir iki saniyemi alıyor sadece. Tekrar beynimin kutuplarındaki yalnızlık kaleme dönüyorum. Düşünmeye devam ediyorum. Başım ağrıyor. Yorgunum demiştim. Başımı kaldırıp gökyüzüne bakacakken tam Faculty of Mechanical Engineering yazısını görüyorum. Başka bir sabah olmalıydı.
8.30 Çevremdeki insanlar arkadaş canlısı davranıyorlar. İnanılmaz yetenekliler aslında. Bir kız not istiyor, iki dönem öncesinden tanıyor olmalıyım, adını çıkaramıyorum. Bir çocuk gelip yanıma oturuyor, bahis oynamış,para kazanamamış,anlatıyor, kafamı sallıyorum, kahvemi içiyorum, ben de çok yetenekliyim sanırım. Bir başkası arkadan omzuma dokunup haftasonunu soruyor, standart cevaplar veriyorum. Hoca içeri giriyor. Hiç bir şey söylemeden bilgisayarını açıp slideları duvara yansıtıyor ve konuşmaya başlıyor. Her söylediği sözde başka yerlere gidiyor kafam, başka şeyler düşünüyorum. Akşam bir şeyler içmeye mi gitsem? Böylesi daha iyi olacaktır sanırım. Kendimi "eskitmek". Fena fikir değil.
9.30 Hoca quiz yapacağını söylüyor ve kağıtları dağıtıyor. Kalemim olması gerektiği gibi. İsmimi yazıyor, numaramı yazıyor. Sorulara bakıyorum. Cevapları biliyorum, biraz düşünmem yetiyor, düşünmekle bile uğraşmadan yazıyorum. Yanımda oturan aynı çocuğun gözleri kağıdımda, inanılmaz başarılı bir şekilde yazdıklarımı geçiriyor kendi kağıdına. Görmemiş gibi davranıyorum, birkaç dakika bitirsin diye bekleyip kalemi cebime koyuyorum. Hocaya "iyi günler" derken dönüp gülümsemiyor bile.
Tekrar yürümeye başladığımda hala yorgunum, düşüncelerim geri geliyor. Bir şeyler yesem mi? Aslında fark etmez. Mide sancısı,tekrar,bu binanın kantini nerde diye düşünüyorum çok kısa bir süre, elim cebime gidiyor; kahve bozuklukları. Güneş biraz daha yükselip de gölgemi biraz daha büyütürken kitaplarım kolumda ağırlaşıyor, gözlerim kısılıyor, midem fenalaşıyor, küfürlerim sertleşiyor, kendimi o ucuz çizgi romanlardaki aksi karakterler gibi hissediyorum. Eve geldiğinde ucuz parfüm ve kalitesiz viski kokan. Öyle olmadığımı biliyorum aslında, yine de olsam ne fark eder ki? Devam etmeye karar veriyorum, yapacak başka bir şeyim olmadığı için, bu başka bir sabah,başka bir gün veya başka bir gün ışığı olmadığı için. Adımlarım birbirini takip ediyor. Düşünmekten vazgeçmeye çalışıyorum. Hayal kurmaktan da öyle. Artık sırtımda birer kırbaç gibiler;tüm hayallerim. Bir zamanlar beni motive ederken şimdilerde sırtımda yepyeni yaralar açan. Derin bir nefes alıp biraz çam,biraz egzoz gazı kokan havayı içime çekiyorum. Kulağımı insanların alışılmış gürültüsüne kabartıyorum ve devam ediyorum.
Bambaşka bir yerde, bambaşka bir sabah olmalıydı aslında bu.
S.O.T.W.
Sol majör sürekli ve ritmik (klavyeden olacak)
Sol notası üstteki o işte kalın olan mi den 3 sonra olan ve ritmik (basstan olacak)
Çık çıkı çık çıkı çık çıkı... (simballerden ve aynı ritmle)
Sonra da ben;
Daat dat daaaaat daat dat da daaaaaaat...
We all came out to Montreux,
On the Lake Geneva shoreline...
To make records with a mobile,
We didn't have much time...
Falan filan işte.
Ya o değil de, Water bi kasabanın adıymış, çok ayıp.
Sol notası üstteki o işte kalın olan mi den 3 sonra olan ve ritmik (basstan olacak)
Çık çıkı çık çıkı çık çıkı... (simballerden ve aynı ritmle)
Sonra da ben;
Daat dat daaaaat daat dat da daaaaaaat...
We all came out to Montreux,
On the Lake Geneva shoreline...
To make records with a mobile,
We didn't have much time...
Falan filan işte.
Ya o değil de, Water bi kasabanın adıymış, çok ayıp.
Salı, Haziran 23, 2009
Her Şey Bitmeden
Ölümden bahsetmek ya da ölümü düşünüp durmak bir çeşit obsesyon mu? Bilmiyorum ki... Yine de obsesif bir yapıya sahip olduğumu söyleyebilirim,bazen...
Yine de, ne dersem diyeyim, ölümü çok fazla düşünüyorum yüksek sesle söylemesem de ,dile getirmesem de hiç, çok fazla düşünüyorum. Hemen bir kaç dakika sonra ölebilmeyi de altmış yıl sonra ölebilmeyi de çok fazla düşünüyorum. Genelde ikisi arasında pek fazla seçim yapamıyorum aslında. Hangisi daha iyi kim söyleyebilir ki? Düşünüyorum huzurlu anılarımı, içimde sarı renklerle işaretlenmiş, turuncu pastel boyalarla daireler içine alınmış,kırmızı ve mavi keçeli kalemlerle boyanmış hatıralarımı, bir noktada siyah bir pilot kalem komşunun arsız çocuğunun eline geçmiş de üzerlerini umarsızca çiziyormuş gibi... Yediğim eriklerin daha dişlerime o garip hissi verdiğinin farkına varamadan dişlerimi elime alıyorum, kırılıyorlar...
Bana ölünce geride kalanların acısından bahsediyorlar; bunu daha da fazla düşünüyorum. Acımasızlık? Bunu da bilmiyorum. Yansıtabileceğim kadar merhamet görmedim hiç etrafta, ama yaratabildiğim kadarını yaratmaya çalıştım,bunu biliyorum.
Çok değil bir kaç ay evvel bir arkadaşım birkaç kat yüksekten kendini yerdeki taşla buluşturmaya karar verdiğinde daha da fazla düşündüm. Onu değil,seçimini değil, kızgınlığımı,üzüntümü falan değil. Kendimi düşündüm, bencilce kendimi düşündüm. Ben yapabilir miydim diye düşündüm. Eğer hayat daha da zor gelse,bundan daha da fazlası olabilecekse, ben yapabilir miydim aynısını? Cevabı veremedim. Gerçekten hep ayağa kalkmak, hep taş gibi sert olmak bu kadar önemli mi? Ayağa kalkmaya çalışırken neler kaybediyoruz? Sadece çok büyük taşaklarımız varmış gibi gösterebilmek için kendimizden neler veriyoruz? Amacı düşünürken, bizi götüren yollardaki yabancıların yüzleri bir bir silinip gidince aslında neleri feda ediyoruz?
Belki de daha önce söylediğim gibi, gerçekten öldüm daha önce,biyolojik olarak değil.
Çok düşündüm, dakikalar,saatler,günler boyu belki. Tadabildiğim tek şey boyumun yetmediği ağaçlardan düşen çürük meyveler de olsa, yeni bir şeylerin tadını aramak ne kadar doğru bilmiyorum ama tek yaptığım bu. Daha ne kadar dayanabilirim, kestiremiyorum açıkçası...
Ama bildiğim bir şey var.
Ölmek istemiyorum, henüz ilk gerçek kahkahamı atmadan ölmek istemiyorum, hayatın karşısında pantolonumu indirip ona kıçımla gülmeden ölmek istemiyorum, komşunun arsız çocuğunun kıçına tekmeyi atıp annemden azar yemeden ölmek istemiyorum, güneşi görmeden ölmek istemiyorum, ağaçlara tırmanamadan ölmek istemiyorum, gerçekten kavgaya giremeden henüz bu arkamdan gelen sinsi darbelerle ölmek istemiyorum, savaşmadan ölmek istemiyorum, savaşı değil belki ama bir kez bile olsa çatışmayı kazanmadan ölmek istemiyorum, mutsuz bir rüyanın tam ortasında uykumda ölmek istemiyorum, belki buruşarak değil ama aşınmadan ölmek istemiyorum.
Şimdi ölmek istemiyorum.
Kolumdaki güç, kalbimdeki sevgi, içimdeki inanç, ciğerimdeki nefes,kafamdaki sözler,dilimdeki cümleler bitmeden.
Yine de, ne dersem diyeyim, ölümü çok fazla düşünüyorum yüksek sesle söylemesem de ,dile getirmesem de hiç, çok fazla düşünüyorum. Hemen bir kaç dakika sonra ölebilmeyi de altmış yıl sonra ölebilmeyi de çok fazla düşünüyorum. Genelde ikisi arasında pek fazla seçim yapamıyorum aslında. Hangisi daha iyi kim söyleyebilir ki? Düşünüyorum huzurlu anılarımı, içimde sarı renklerle işaretlenmiş, turuncu pastel boyalarla daireler içine alınmış,kırmızı ve mavi keçeli kalemlerle boyanmış hatıralarımı, bir noktada siyah bir pilot kalem komşunun arsız çocuğunun eline geçmiş de üzerlerini umarsızca çiziyormuş gibi... Yediğim eriklerin daha dişlerime o garip hissi verdiğinin farkına varamadan dişlerimi elime alıyorum, kırılıyorlar...
Bana ölünce geride kalanların acısından bahsediyorlar; bunu daha da fazla düşünüyorum. Acımasızlık? Bunu da bilmiyorum. Yansıtabileceğim kadar merhamet görmedim hiç etrafta, ama yaratabildiğim kadarını yaratmaya çalıştım,bunu biliyorum.
Çok değil bir kaç ay evvel bir arkadaşım birkaç kat yüksekten kendini yerdeki taşla buluşturmaya karar verdiğinde daha da fazla düşündüm. Onu değil,seçimini değil, kızgınlığımı,üzüntümü falan değil. Kendimi düşündüm, bencilce kendimi düşündüm. Ben yapabilir miydim diye düşündüm. Eğer hayat daha da zor gelse,bundan daha da fazlası olabilecekse, ben yapabilir miydim aynısını? Cevabı veremedim. Gerçekten hep ayağa kalkmak, hep taş gibi sert olmak bu kadar önemli mi? Ayağa kalkmaya çalışırken neler kaybediyoruz? Sadece çok büyük taşaklarımız varmış gibi gösterebilmek için kendimizden neler veriyoruz? Amacı düşünürken, bizi götüren yollardaki yabancıların yüzleri bir bir silinip gidince aslında neleri feda ediyoruz?
Belki de daha önce söylediğim gibi, gerçekten öldüm daha önce,biyolojik olarak değil.
Çok düşündüm, dakikalar,saatler,günler boyu belki. Tadabildiğim tek şey boyumun yetmediği ağaçlardan düşen çürük meyveler de olsa, yeni bir şeylerin tadını aramak ne kadar doğru bilmiyorum ama tek yaptığım bu. Daha ne kadar dayanabilirim, kestiremiyorum açıkçası...
Ama bildiğim bir şey var.
Ölmek istemiyorum, henüz ilk gerçek kahkahamı atmadan ölmek istemiyorum, hayatın karşısında pantolonumu indirip ona kıçımla gülmeden ölmek istemiyorum, komşunun arsız çocuğunun kıçına tekmeyi atıp annemden azar yemeden ölmek istemiyorum, güneşi görmeden ölmek istemiyorum, ağaçlara tırmanamadan ölmek istemiyorum, gerçekten kavgaya giremeden henüz bu arkamdan gelen sinsi darbelerle ölmek istemiyorum, savaşmadan ölmek istemiyorum, savaşı değil belki ama bir kez bile olsa çatışmayı kazanmadan ölmek istemiyorum, mutsuz bir rüyanın tam ortasında uykumda ölmek istemiyorum, belki buruşarak değil ama aşınmadan ölmek istemiyorum.
Şimdi ölmek istemiyorum.
Kolumdaki güç, kalbimdeki sevgi, içimdeki inanç, ciğerimdeki nefes,kafamdaki sözler,dilimdeki cümleler bitmeden.
Cumartesi, Haziran 20, 2009
Karanlık Çöktüğünde
Gerçekten,ben gerçekten ne zaman öldüm? Biyolojik ölüm saatimi sormuyorum, ben ne zaman öldüm? Okul sıralarında mı? Mikrofona sarılıp ilk kez bağırdığımda mı? Çelik tellere var gücümle vururken ellerim acıdığında mı? Kitaplarımı okuduktan sonra mı? Benden büyük bir bedenin bana sarf ettiği,bağırdığı,haykırdığı anlamsız sözleri duyduktan sonra mı? Tavandaki ipe bakarken içimdeki korkuyu dinlerken mi? Ben ne zaman öldüm? Ben ne zaman öldüm? Ben gerçekten ne zaman öldüm?
Saydığım günler saymak üzere olduklarımın birer parçası olmadan hemen evvel, her şeyim birbirine karışmadan bir önce...
Ben hayaller kurmaya başlarken tam... Birileri gelsin ve bu hayalleri buradan alsın.
Her sabah ölüp her gece tekrar dirilirken metaforlar ve alaycı sözlerin tam ortasında içimden geçen kör bakışlı,kem gözlü öfke ve umutsuzluk topluluğu benimle yok olsun isterdim. Zor öğrendim kendim yaratmadığım şeylerin benimle son bulmadığını...
Kontrolü kaybettiğim an okul sıralarım nerdeydi? Bana o ağızlar dolusu sözleri bağıranlar neredeydi? Kitaplarım neredeydi? Kucaklar dolusu sevgilerinize, bulutlar ve güneş ışıkları dolu huzur anlarınıza, dudaklar dolusu gülüşlerinize benim üzerimden kavuşmayı beklerken zaten bunları kendi kendinize yitirdiğinizin hiç mi farkına varmadınız?
O albümü kaset çalara takıp, sesi de sonuna kadar açtığımı hatırlıyorum...
Sonra,çok sonra, karanlık çöktüğünde; sadece çöktüm,parçalandım ve ağlamaya başladım.
İnandım aslında biliyor musun? Fena halde inandım. Birileri gelsin ve bu hayalleri buradan alsın. Kalbimin atmakta olduğu vücuduma ve acınası derecede küçük,küçücük varoluşuma çok büyük ve yüce geliyorlar.
Saydığım günler saymak üzere olduklarımın birer parçası olmadan hemen evvel, her şeyim birbirine karışmadan bir önce...
Ben hayaller kurmaya başlarken tam... Birileri gelsin ve bu hayalleri buradan alsın.
Her sabah ölüp her gece tekrar dirilirken metaforlar ve alaycı sözlerin tam ortasında içimden geçen kör bakışlı,kem gözlü öfke ve umutsuzluk topluluğu benimle yok olsun isterdim. Zor öğrendim kendim yaratmadığım şeylerin benimle son bulmadığını...
Kontrolü kaybettiğim an okul sıralarım nerdeydi? Bana o ağızlar dolusu sözleri bağıranlar neredeydi? Kitaplarım neredeydi? Kucaklar dolusu sevgilerinize, bulutlar ve güneş ışıkları dolu huzur anlarınıza, dudaklar dolusu gülüşlerinize benim üzerimden kavuşmayı beklerken zaten bunları kendi kendinize yitirdiğinizin hiç mi farkına varmadınız?
O albümü kaset çalara takıp, sesi de sonuna kadar açtığımı hatırlıyorum...
Sonra,çok sonra, karanlık çöktüğünde; sadece çöktüm,parçalandım ve ağlamaya başladım.
İnandım aslında biliyor musun? Fena halde inandım. Birileri gelsin ve bu hayalleri buradan alsın. Kalbimin atmakta olduğu vücuduma ve acınası derecede küçük,küçücük varoluşuma çok büyük ve yüce geliyorlar.
Çarşamba, Mayıs 27, 2009
Ellerim
Ellerim, varoluşumun vazgeçilmez parçaları.
Bu ellerle yarattım,hayat verdim, dokundum değiştirdim; müziğe şekil verdim.
Bu ellerle düşündüm, toparlandım, döküldüm, kalem tuttum.
Bu ellerle kendi sonumu,yeniden doğuşumu,yaşamımı şekillendirdim.
Bu ellerle dokundum,hissettim, içime çektim, ittirdim.
Bu ellerle tuttum,bıraktım,kırdım, yapıştırdım.
Bu ellere soğukta nefesimi verdim, bu ellerle soğukta nefes olmaya çalıştım.
Yeri geldiğinde bu elleri kırmaya,durdurmaya çalıştılar. Başarılı oldukları da oldu.
Onları asla istediğim gibi kullanamadığım zamanlar gibi tıpkı.
Bu ellere bir gün silah tutuşturmaya kalkacaklar, ateş etsinler diye, yaşamlara son versinler diye, yine sadece bu ellerle bunu sonuna kadar, kaçabildiğim yere kadar reddedeceğim.
Zamanı geldiğinde bu ellerle bir yaşam yaratacağım, ona da kendi ellerini vereceğim.
Dokunsun,değiştirsin, daha da iyi bir yer yaratsın diye.
Yeri geldiğinde bu ellerle uzanan bir el olacağım bana ihtiyacı olan insanlar için.
Bazıları için umut, bazıları için coşku, kimileri için de, kim bilir, belki de bir kabus olacağım; yalnızca bu ellerle.
Bazen yalnızca veda eden bir el, bazen uzak bir hatırayı çağrıştıran bir tını, bazen de omuzda duran destek olacağım.
Bu ellerle yarattım,hayat verdim, dokundum değiştirdim; müziğe şekil verdim.
Bu ellerle düşündüm, toparlandım, döküldüm, kalem tuttum.
Bu ellerle kendi sonumu,yeniden doğuşumu,yaşamımı şekillendirdim.
Bu ellerle dokundum,hissettim, içime çektim, ittirdim.
Bu ellerle tuttum,bıraktım,kırdım, yapıştırdım.
Bu ellere soğukta nefesimi verdim, bu ellerle soğukta nefes olmaya çalıştım.
Yeri geldiğinde bu elleri kırmaya,durdurmaya çalıştılar. Başarılı oldukları da oldu.
Onları asla istediğim gibi kullanamadığım zamanlar gibi tıpkı.
Bu ellere bir gün silah tutuşturmaya kalkacaklar, ateş etsinler diye, yaşamlara son versinler diye, yine sadece bu ellerle bunu sonuna kadar, kaçabildiğim yere kadar reddedeceğim.
Zamanı geldiğinde bu ellerle bir yaşam yaratacağım, ona da kendi ellerini vereceğim.
Dokunsun,değiştirsin, daha da iyi bir yer yaratsın diye.
Yeri geldiğinde bu ellerle uzanan bir el olacağım bana ihtiyacı olan insanlar için.
Bazıları için umut, bazıları için coşku, kimileri için de, kim bilir, belki de bir kabus olacağım; yalnızca bu ellerle.
Bazen yalnızca veda eden bir el, bazen uzak bir hatırayı çağrıştıran bir tını, bazen de omuzda duran destek olacağım.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)