Pazar, Nisan 17, 2011

A Symphony In C


Bir oraya, sonra bir daha bir bakıyorum bir buraya, bir şuraya türkçe ne kadarına izin veriyorsa o kadar yere; kafam; gidiyor da geliyor. Boğuluyorum. Midem bulanıyor, bunda metafor yok (midemde en azından).

Neler geçiyor aklımdan, ben bir bilebilsem, o kadar hızlılar ki manual olarak yetişmemin imkanı yok. Eh, otomatik de bende yok, 80lerin sonunda yapılmış şeyde otomatik mi olurmuş efendim hiç? (mercedes de falan vardır belki, manda kasalı böyle konsolos arabası tadı)

Neyse, neyse değil; o konsolosun arabasını da şoför kullanıyor, hem para alıyor, hem de otomatik araba kullanıyor...

Neyse, bu sefer neyse; herkesin bir fikri var. Aslında hiç kimse sadece yer kaplamıyor, herkesin baya baya, çok ciddi, hani harbiden yani delikanlı gibi baya da yani ciddi gerçekten, öyle şaka değil, denyoca da olsa, çığırlar da açsa, yani gerçekten ciddi ciddi, az ciddi değil, bir fikri var.Bazen aklım almıyor ha. Gerçekten, nasıl oluyor? Bence herkesin fikri olmalı, herkesinkafasından bir şeyler geçiyor, ama anlamıyorum bazen; değişkenler ne? Parametreler ne? Hangi grafikten bakacağız değerleri?

80'lerin sonu dedim ya, bazen çok karizmatik geliyor aslında, ben doğduğumda herkesin yine fikirleri vardı. Hem de çok güzel aslında; 80'ler. Babam çok değil, 4-5 sene evvelinde annemi arayamıyor, ona mektup yazıyordu uzaktan. Bırakın bir uçağın kanadının altını, haritalarda önünden geçmediğim yerlerde birilerini öldürüyorlardı, müzik güzeldi (buna da geleceğim, gelmek istiyorum, of), ne bileyim babamlar evde limondan mayonez yapıyorlardı (siz mayonezin öylece oluverdiğini mi zannediyordunuz? ben öyle zannediyordum), konserlere gidip ya da belki bir film izleyip dünyayı ele geçirebilecek fikirlerle eve dönüyorlardı, insanlar hep ama hep ince bellilerdi, pantolonları bir garipti ama iyiydi falan filan. Ben de hepsini nerden biliyorum? Babama soruyorum işte, mayonezi evde yapardık diyor (bu kadar anlatıyorum da açtım baktım tam ben doğduğum aralarda ne olmuş diye, Turgut Özal cumhurbaşkanı olmuş. Peh der geçebilirdim ama Turgut Özal önemlidir; o olmasaydı asla ergenlik zamanlarımda babama "ee ama böyle Turgut Özal işletme mantığıyla Süleyman Demirel laflarını kombine edip çocuk mu yetiştirilir?!" diyemezdim).

Neyse işte, yine neyse; o zamanlarda ben ve akranlanım doğduk; dünyanın bana göre en karaktersiz, en deri ceket giymeyi hak etmeyen jenerasyonu. Seksenleri zaten kaçırmış, doksanlarda aklı yerinde olmadığı için hatırlayacağı şeyler Burak Kut ve atari salonları arasında gidip gelecek olan bir topluluk.

O da değil de yazının başını dönüp okumaya korkuyorum;kim bilir nelerden bahsedecektim... Plan yapmak lazım ya, çok plan yapmak lazım, hep planlamak lazım. Benim de bir fikrim var ama bir planım yok. Hayır hayır; benim fikirlerim var, bir sürü var, çok var, sığmıyorlar diye puntoyu küçültüyorum bu kez de görünmez oluyorlar, fontu değiştirmeye ise götüm yemiyor.

Neler geçiyor aklımdan, bir bilebilsem...

Ama ben çok sıkıldım. Her zamanki gibi değil, sadece sıkıldım işte, artık kendime bu benim hakkım değilmiş, bunu gizli gizli yapmak zorundaymışım, çok ayıpmış gibi davranmayacağım. Sadece canım sıkılıyor işte ve sarmıyorum hiçbir yere; kendime sarıyorum ben küçük küçük, küçük küçük.

Size bir sır vereyim mi? Yaklaşın.

Do majör en sevdiğimdir. Belki sadece harfinden dolayı ve hiç arıza almaz içinde, arızayı sevmez, huzuru kaçar, canı sıkılır.

"So you'll be an Austrian nobleman?
Commissioning a symphony in C.
Which defies all earthly descriptions
You'll be commissioning a symphony in C." (*)

(*) Cake'den.

Hiç yorum yok: