Kanatlarım olduğunu fark ettiğimde tam olarak 10 yaşımdaydım. Buna fark etmekten çok, şüphelenmek de diyebiliriz pek tabi. Zira gerçek anlamda fark etmem daha sonraya denk geliyor ki ona da geleceğim. İlk başlarda sadece bir his vardı sanırım. Kaşıntı? Acı? Sırtımda? Göğsümde? Başımda? Bilmiyorum. Ama 10 yaşımdaydım,adım gibi eminim. Adım demişken? Hiç kendi adını düşündün mü? "Cenk" diye düşününce örneğin milyonlarca korelasyon dolusu yol ve düşünce oluşuyor kafamın içinde. Bu isme sahibim, bu gözlerin gerisinden dünyayı izliyorum ve bu ciğerlerle tüketiyorum dünyayı. "Cenk", başka bir şey de olabilirdi ama "Cenk". Sen busun işte,adın kadarsın ve buna karar vermek de sana düşmüyor, sen busun; o ismin arkasından dünyaya bakıp, o isimle dünyaya iz bırakıyorsun gibi şeyler düşünürken, o düşünce demetini izlemekten vazgeçip kendime dönüyorum. Tam 10 yaşımdan beri belirli aralıklarla hep bunu düşünüyorum. Cenk. Başka bir isim, başka birisi de olabilirdi, ama Cenk, ve kanatlarım olduğunu fark ettiğimde 10 yaşımdaydım, üzerimde hala mavi önlük vardı.
Onüçüme gelene kadar çok fazla düştüm ama hiç birisi o kadar da yüksekten değildi. Ve trapeze çıkan o sirk cambazlarının kullandığı ağlar hep geriliydi altımda. Ama onüçümde sanırım, boşluğa doğru kafa üstü düştüm ve süzüldüm. Düşmek ve süzülmek derken; 9.81 metre bölü saniye kare yerçekimi ivmesi olan bir yerde düşmek başınıza kötü işler açıyor genelde. Düşeceksiniz ayda düşün ve vurulacaksanız bir hastanenin içinde vurulun ki bunun konumuzla hiç bir ilgisi yok, Hugh Laurie'ye ithafen söylemek istedim,neyse. Düştüm ve süzüldüm. Yerçekimi normaldi, düşüş anormaldi,ani olmuştu gibi geldi ama hiç öyle değildi aslında geri dönüp düşününce. Tek anomali şuydu aslında; düşmeye mahkumsanız ve düşmeye alışmışsanız hiç bir düşüş anormal gelmiyor. Örneğin profesyonel bir paraşütçü olsam,uçaktan atlamaktan sıkılırdım sanırım ki bundan sıkılabileceğimi hayal bile edemiyorum. Bu da bana eski bir animasyonu hatırlatıyor. Elinde tüfek olan bir adam bembeyaz bir yerde bulur kendini, elindeki silahı ve boşluğun ortasında olan bir televizyonla. Televizyondaki adam sürekli konuşuyor. Adam dinlemekten sıkılıp yürümeye başlıyor. Dayanamayacak kadar sıkılınca silahıyla kafasına ateş ediyor,ölüyor ve yine aynı beyaz boşlukta diriliyor. Aynı televizyonun yanında. Defalarca aynı çevrimi tekrarlayıp aynı yere geri dönüyor. En sonunda yeter artık deyip televizyona ateş ediyor ve hiç bir şey olmadığını görünce televizyonu da kaybettiğini anlayıp ağlamaya başlıyor. Çıkış yok,üzgünüm dostum.
Onaltı. Mükemmel bir sayıdır ve nedense hep kafamda açık yeşil rengi çağrıştırıyor. Tıpkı onsekizin kahverengi, onun kırmızı ve yedinin siyah olduğu gibi. Ya da dokuz lacivert, oniki beyaz,onbir sarı. Ama onaltı açık yeşil, her zaman. Nedenini bilmiyorum,sadece renklerle sayıları öğrendiğim günden beri böyle. Hayatımın açık yeşil yılına geldiğim o zamanların yavaş yavaş onyedi olan koyu renklere çaldığı günlere doğru çocukluğumdan beri üzerime bir miras gibi kalmış olan o duyguya anlamlar yükleyebiliyordum artık. Hala süzülmekte güçlükler çekiyordum, hiç göremedim onları,şekillerini kafamda canladırabiliyordum ama asla kesin bir fikrim yoktu. Renkleri beyaz mıydı? Kızıl mıydı? Bana kalsa ağaşıya doğru kıvrımlı ve uzun olmalarını isterdim, siyah ve kızıl renkli. Ama hiç bir fikrim yok,üzgünüm... Kanatlarımın olduğunu bilmekse düşündüğümün aksine hiç bir işime yaramadı. Daha sık kaybolmaya başladım. Hatırlıyorum da ben altı yaşlarımdayken babamla pazara giderdik. Ben her seferinde kaybolurdum neredeyse. Hep oyuncakçının önünde veya balıkçının çeşmesinin yanında bulurdu babam beni. Başımı okşayıp oyuncak falan alırdı sanırım. Konumuzla bir ilgisi olup olmadığından emin değilim, kaybolmak dediğim vakit hatırladım. Kanatlarımın orda olduğu ortaya çıkınca uçmamı istediler benden. İtiraf etmek zorundayım, çok zordu. Hiç anlatamadım işlerin öyle yürümediğini. Onların da anlamaya pek iştahı yoktu ya. Koşmaya başladım, koştum, daha hızlı koştum... Tam uca geldiğimde son gücümle sıçrayıp bıraktım kendimi. Rüzgar saçlarıma çarptı, gözlerim sulandı. Kendimi zorladım. Yerçekimi inanılmaz bir şey. Tam ağzımdan burnumdan kanlar akarken Golden brown çalıyordu Stranglers'dan. Hiç anlatamamıştım işlerin böyle yürümediğini. Kanın tadını da hayatım boyunca sevemedim.
Kendimi toparlayabildiğim zamanlar oldu, toparlayamadığım zamanlar da. Ama sanırım ki hiç bir zaman tam olarak iyileşemedim, kanatlarıma da asla güvenemedim. Düştüğüm yerin de neresi olduğuyla ilgili hiç bir fikrim yoktu. Bu yüzden açık yeşilden sonraki sayılara bir renk yükleyemiyorum nedense. Beynimin içinde tamamıyla boş ve anlamsızlar. On sekize kadar belki ki emin olmasam da onun ne renk olduğunu belirtmiştim.
Neresi olduğunu bilmediğim bu gri renkli koridorlarda dolaşırken bir yabancıya rastladım. Dizlerini göğsüne doğru çekmiş oturuyordu öylece. Bana bambaşka bir olguyu öğretti. Yıllardır tam orada olan, ama bir türlü farkına varamadığım olguyu. Ve bazı insanların yarı-tanrı diye basitçe adlandırılabilecek statüye geldiğini gösterdi bana. Buradan gerisinde o gri koridorlarda yürürken kafamın içinde sürekli 7 farklı sesten oluşan bir diziler topluluğu vardı. Buna da siz müzik diyorsunuz sanırım.
Müzik ve insan. Öncelikle anatomi ve biraz da nöroloji. Müziği duyduğunuz an duyu korteksimiz uyarılır ve yorumlarız. Daha sonra da anlamlandırırız. Eğer bizde bir şeyler çağrıştırıyor ve hatırlatıyorsa bu duyguları ve olguları çağrıştırır (bilimsel olmam gerekirse hipokampüs uyarılır). Eğer bize hitap ediyorsa ödül merkezimiz uyarılır. Ama bityeniği şurada; eğer dinlediğiniz şeyi oluşturan sizseniz tatmin duygusu eklenir karışıma. Bilinçsizlik ve yoğun dikkat. Bilimsel olarak orgazmdan farkı yok. Ve Dr. Mihaly Csikszentmihalyi gibi enteresan bir ismi olan adamın dediği gibi, bu şekilde geçen bir yaşam, yaşamaya değerdir. Üzerinde altı tane metal tel olan bir tahta parçasına dokunmaya başlarsınız, başka birisi sizinle eş zamanlı olarak iki tane tahta parçasını plastik ve metal yığınlarına vurmaya başlar, bir başkası sadece bağırıyordur. Bilinçsizlik ve yoğun dikkat. Yüzlerce insan bunu dinlerken aynı zamanlarda siz olmaya çalışıyorsa, empatik sinirleri aracılığıyla sizin gözlerinizden görüyorsa dünyayı; kanatlarınız olduğunu bilirsiniz. Sanat asla büyük paraların döndüğü bir sektörün içinde zevk düşkünü pezevenklerin yan gelip yatarak sadece parası yeten insanların ihtiyaçlarını karşıladığı bir olgu değildir. Zevk düşkünü pezevenkler lafı hoşuma da gitse, böyle olduğunu düşünmüyorum. Nöroloji bitti.
O düşüşte kanatlarımı kaybettiğimi sandım. Ama yanılmıştım aslında. Kaybettiğim şey kanatlarım değil, bilindik yollardı. O düşüşte kanatlarımın neler yapamayacağını öğrendim. Kendi yapabildiklerimi öğrenmek ise yalnızca ek bir ödüldü sanırım.
Ne anlatmaya çalıştım? Gençlik sorunlarımı mı? Metaforik örneklemeler yaparak yazdığım denemelerin bir diğeri miydi bu? Ya da müziğin veya sanatın hayatımdaki önemi konulu bir başka yazı mıydı? Boşversene. Yargıya gerek yok,yargıca da,sözlere de. Bu yalnızca bir algı problemi. Kanatlarım olduğunu ilk fark ettiğimde 10 yaşımdaydım. Onları kullanamayıp kırılınca biraz daha fazla. Kullanmaya başladığımda buralarda olmayacağım.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder