60ların ortalarıydı, net olarak hatırlamıyorum. Paris'de bir cafede üç beş arkadaşla oturuyorduk. Yé-yé müzik akımı her tarafı sarmıştı ve biz bundan son hızla kaçıyorduk. Karşımda oturan şık giyimli kadın sürekli olarak bana neden kaçtığımızı soruyordu, ben de o kadar şık giyimli olmadığımdan pek de yanıt vermiyordum. Akşam genelevden bozma bir yerde klarnet çalan bir adamın çalıyor olacağını öğrenmiştik ve ben herkesi gitmek için teşvik etmeye çalışıyordum. Canım blues dinlemek istiyordu, yé-yé olsun ya da olmasın. Tam karşımda oturan kadın yanımda oturan kadından makyajını kontrol etmek için aynasını isterken garson masamıza teşrif etti ve hepimizi çok büyük dertlerden kurtardı. Büyük adamlardı şu garsonlar, o zamanlar en azından. Sağ yanımda oturan beyefendinin sipariş ettiği kahve hiç iç açıcı gözükmese de, garson önüme lapsang souchongumu koyduğunda içim rahatladı. Kokusunu içime çektim, keyfim biraz olsun yerine geliyordu şimdi. Kim demiş ki 60larda Paris'de çay içemezsin diye? Sonuçta lanet doğulular çayı buraya da gönderiyorlardı, ama bu hanımlar ve beyefendiler kahve, dana eti, biraz peynir ve şarapla kafayı bozmuş vaziyetteydiler. Bu beni delirtiyordu, ama yine de burada, onlarla oturuyordum. Saatime baktım, akşama daha çok vardı, canım sıkılıyordu. Dünyadaki en boktan turist kafilesiydik. Bir an için yan masaya geçmeyi düşündüm, ama hayır bu hiç yakışık almayacaktı. Kibarlığı elden bırakmamalıydım. Kibarlık. Son anda bana hitap ettiğini anladığım sesi yakalayıp, düşüncelerimden sıyrılmayı başardım.
"Çok kibar bir beyefendiye benziyorsunuz" dedi kadın.
"Konuşmuyorum, ondandır" dedim. Makyajı gerçekten de kötüydü ama aynanın bunu değiştirebildiğini sanmıyorum, bunu belirtmemeye karar verdim. Gülümsemedim. Çay bardağı ve güneş gözlükleri yüzümü tamamen örtüyordu ne de olsa. Aslında böyle bir yanıt vermek istememiştim, çok sıkılmış olmalıyım.
"Hadi kalkalım" dedim, herkese hitap ederek.
Yürümeye başladık. Birkaç tane daha cafe ve birkaç tane daha boktan dükkan sonra ki bir türlü istediğim şeyleri satan bir bakkal dükkanı bulamazken etrafımdaki bu insanlar nasıl o kadar şeyi satın alabildiler bilmiyorum, akşam oldu. Işıklar yandı. Biraz daha rahatladım, gözlüklerimi çıkarmadım. Üşeniyordum.
"Neden bu kadar sıkıntılı görünüyorsun?" dedi adımlarını hızlandırıp yanıma gelen bıyıklı beyefendi.
"Burası beni sıkıyor diyemeyeceğim, aslında keyifliyim, ama içim rahat değil" dedim.
O an yapmasından en çok korktuğum şeyi yaptı. Elini sırtıma hafifçe vurup güldü. Bunu yapınca içimin rahat etmesi gerekiyordu. Tahmin edilebileceği gibi; etmedi. Bunu adama çaktırmadım. Yürümeye devam ettik. O anda merak ettim, acaba bu adamlarla bu kadınlar sevişiyorlar mıydı? Bunu düşünmek beni keyiflendirdi. Şimdi kendime dünyanın en gereksiz ve işe yaramaz eğlencelerinden birini bulmuştum. Dikkatimi verebileceğim saçma bir şey çıkarabilmiştim. Yine de çok düşünmem gerekmedi. Ellerimi cebime soktum ve tam o anda şarkıyı duydum, bir kapıdan çıkıp kulağıma gelen.
Doğru şarkıyı bulmuştum. Şimdi şarap içmeye başlayabilirdik belki. Gerekirse terbiyemi bozacaktım, gelmek istemezlerse devam etmelerini söyleyecektim. Bereket, sorun çıkarmadılar. Zaten tüm bunlar onlar için çok büyük, çok muhteşem görünüyor olmalıydı. Bir sürü para harcadıkları yerlerden sonra salaş bir yerde kaltesiz bir şarap içecekler ve bundan gurur duyacaklardı. Diplomalı bohemler olacaklardı. Bu fikir beni eğlendirdi, ama hangisinin hangisiyle seviştiğini tahmin etmek kadar değil.
"Buraya daha önce geldiniz mi?" diye sordu makyaj aynası olan kadın.
"Her yaz birkaç kez gelirim, Paris'deki en sevdiğim yerlerden biridir" diye yalan söyledim. Sevilecek bir yanı yoktu. Tekrar gelinecek bir yanı yoktu. Rutubet kokuyordu, buradaki garson sabahki çayı servis eden adamdan çok daha beter görünüyordu ve içeride çok ağır bir hava vardı. Sigara dumanının gözlerimi yakarkenki sesini duyabiliyordum. Ama müzik güzeldi. Artık aramızda saçma bir bağ oluşmuş olan bu insanları bir masaya oturttum ve tuvalete gitme bahanesiyle bardaki sevimli hanımefendiden bir şişe şarap ve mümkünse temiz bir kadeh rica ederek sahneye yakın bir yere oturdum. Terbiyesizlik olsun ya da olmasın, bu kadarını hak ediyordum bence.
Elinde mikrofonu tutan kadın bana başıyla selam verdi. En azından selam verdiğine yemin edebilirdim. Kontrbas çalan beyaz tenli, kel, yaşlı adama baktı ve başka bir şarkı söylemeye başladılar. Hüzün içime doldu. Canım sıkıldı. Yine de oradan kalkamadım. Saplanıp kalmıştım sanki. Artık gerçekten dostlarıma -artık onlara dostlarım demem uygundu bence- ne olduğunu pek umursamıyordum. Şanslıysam gururlu bohemler olarak eve döneceklerdi. Bense buradan kurtulup onların tam aksine gidip lüks bir restoranda tüm paramı güzel bir takım yiyeceklere harcamak, biraz daha çay içmek ve gidip yatmak istiyordum. Mümkünse birkaç gün. Yine de oradan kalkamadım. Elim şişeye gitti. Kulaklarım uğulduyordu, yine de şarkıyı duyuyordum.
Kadının sesi çok hüzünlüydü, ama artık umrumda değildi. Çırılçıplaktım sanki ama üşümüyordum.
"Hello my love,
It's getting cold on this island
I'm sad alone, I'm so sad on my own..."
Şarabı bitirdim. Otele dönemedim. Gidip bir uçak bileti satın aldım. Uçaklar muhteşemdi, yine de şimdi bunu düşünmek istemiyordum. Biletin nereye olduğuna aldırmıyor gibi görünmeye çalıştım. Aldırdığım her halimden belliydi. Yanımdaki o hanımefendilere ve beyefendilere ne olmuştu acaba? İşte buna gerçekten aldırmıyordum. Çay içebileceğim en yakın yeri gözüme kestirip gözlüklerimle yüzümü kapattım. Kulaklarım uğulduyordu.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder